Makale

DAĞ BAŞINDA HASRET, SOKAK ARKASINDA ÖLÜM

DAĞ BAŞINDA HASRET, SOKAK ARKASINDA ÖLÜM

Abdülbaki İŞCAN


Uyan şehrim, matem sunan bir serenadın acılı ezgisine uyan. İzbe köşelerinin merhametine sığınan, ziyan zebil olmuş, üryan hayatlar için uyan. Kırık insan umutlarına tutun da kalk, hanelerini keder kuyularına çeviren buhurdanlıkların zafer kokusuna uyan.
Hangi rüya seni öksüz hikâyelerle avutur, hangi en büyük yalan seni şartsız kendisine inandırır? Sokaklarında hangi kavmin ruhu dolaşır da seni korkulu kâbuslarda yaşatır?
Şehrim, önünde diz çöktüren ayaz sabahların demli sarhoşluklarına uyan.
Hatırlı destanlar kadar eskiye kıvrılan suların sesine kalk. Ayrılık çiyan dokulu ehramı ile her yeri kuşatmışken yıldızlara bürünmen kâr etmez. Kuzgun seslerinin kolladığı hanelerde gönül bilmez dil cambazları kalpleri mühürlemedeyken, yaşanan kavgaların kurum tutmuş çıkmazlarına kalk. Hem her günün puslu akşamında bir anlık huzur adına söylenecek bir şey bulunsa, terk edilmiş evlere sokulmaya çabalayan aç köpeklerin ulumaları duyulmazdı.
İflah olmaz bir dilâzâr sesin, açmaya durmuş sevda çiçeklerini yolan kuru kelimelerinin isyanına uyan.
Ben senin şehvet yüklü esrik yüzünü hiç sevmedim, bitmeyen ıstırap esintili sonsuz uykunu… Toprağını da sevmedim, cana doymayan çamur ayaklarını da.
Döşeğinde can çekişenlerin sancılarıyla kaygısızca uyuyan bir şehri nasıl seveyim?
İnsan bir şehri sevmeyince her tarafta yalnızlık olsun istiyor, bir yağmur olsun istiyor ve bu şehirde büyük bir yalnızlık var şimdi.
Kasvetli evlerin içinde insanlar umarsız, pazarlarında zevkler alınıp satılır, küçükten büyüğe her şeyin bir fiyatı, bir bedeli vardır. Ölümü beklenen yaşlı insanlar sessiz bir isyan ile yere bakarlar ve çocuklar acı hatıralarla ihtiyarlamışlardır.
Nasıl seveyim sefaletini içine gizlemiş bir şehri?
Hangi yapının soğuk kenarına sığınsam beni yangınların içine bırakır ve her seferinde bir çift sözün esiri olurum.
Merhamet kalktı mı bir şehrin üzerinden hançerli sözlerin ahengine ağlarım.
Arka sokaklarda ifritler meşum dilleri ile karanlığa konuşurlarken sere serpe bir rüzgâr gelir yerleşir ense köküme.
Öyledir işte, vefadan uzak vicdan duasına kalkmış birkaç el saklı aralıklardan aşk dilenir.
Merhamet kalktı mı bir şehrin üzerinden yaralı yüreklerin kurak sesine ağlarım.
Terk edilmişlikler her şehrin matem kokulu giriş kapılarını işgal eder. Alazlanmış bir su birikintisi fırtına koparır avuçlarımda. Saçı kınalı yavuklular, al duvakları için gözyaşı çanaklarında sessizlik çoğaltırlar.
Hasretin tütsülendiği bu yerde bir hançer yarasıdır sevdiğini söylemek.
Hem değil mi ki şehir dediğin unutmaz; uyan artık, kıyına köşene sakladığın hatıralarımızı bul getir ve anlat akşam olana kadar. Ay yüzünü gösterince bizi yalnız bırak. Bana ödünç bu yalnızlıklara çok şey borçluyum. Ucuz mutlulukların asırlık taş duvarlara yamandığı bu yerde çok yaralar açtı yüreğimde. Şimdi gizleyemediğim yaralarımı kaşımaktan başka bir şey gelmez elimden.
Kurdeşen bir bedenin şifası da değilsin ki seveyim seni.
Gözümde tüten bir çift güvercindir sevdalıların göğsünde ömrüm. Bir mahrunun ışığında yaşıyorum ben, eteklerine çöl kumu bulaşmış dervişleri ağırlamakla geçiyor günlerim. Gün doğumları bana haram, ne zaman ki akşama ulaşırım, kök salarım gecenin bağrına. Ben ki zamanın iplik iplik çekilip yumaklandığı bir dar vakitte bin kere tövbe etsem de mehtaba muska niyetine sevdamı kandillerim.
İzi sürülen ruhlar gibiyim, hangi vakit gün yüzüne çıkarım ben ne bilirim.
Senin esbâhına kapılarımı açsam, bin perdeyi bin pencerenin karanlığına assam, bir yıldız kayması uzanırken gökyüzünden, bir eylül sancısı gibi sokaklarında kıvransam, ağustos böceklerinin kanatlarından, söyleyemediğim yanını yani merhametten mahrum yanını yani seni yani neşenin ebedgâhını konuşsam.
Ben sensiz vakitlere durak olsun diye hüzünlü ruhumu bıraktım. Yalnızlığım devamlı başka yalnızlıklara bölündü, karanlıkta büyüdü tüm sevgililerim.
Alabildiğine yorgun tutsak atlar gibiyim, hangi vakit özgürüm ben ne düşünürüm.
Kızıl renkli bir rıhtımda mavi ay ışığıyla donanırken, her şeyin üstüne bir deli gülümsemesi konuverir, bütün insanların divane olur ve acıları seni boğar. Üstüne üstlük tuhaf bir yalnızlık yanı başına çöker, seni örter, yerin göğün zindan olur.
Şehrim, kaldır gök şemsiyeni, kırkikindiler bile elini çekti toprağından. Kuşların artık uçmadığını gördüm semalarında, saçaklarında yarasalarla uyumayı bırak, kanadı kırık turnaların feryadına uyan. İşgale uğramış köşebaşlarında isyanın yağmalarına kalk.
Ne vakit kalk desem, sokakların ne vakit sesimi duysa, uyan şehrim desem ne vakit, altında kalırım yalnızlık sevdalarımın.
Dağ başında hasrettir şehrim, sokak arkasında ölüm.
Geçmiş zaman masallarının unutulduğu bu yerde içine kan süzülen ninnilere yedi umman ağlamada. Ne yana baksam üzerine korku sinmemiş tek insan bile yok, ne yana baksam cansız çocuk yüzleri karşımda.
Gariplerin ahıyla hayat süren kuyulardan bir yerdir şehrim, örümcek ağından hırçın bir dünya telaşıdır ki ruhumuzda yaşar.
Bir kapkaççının parmağında, bir hırsızın çuvalında, bir zorbanın namlusunda buldum seni. Kimsesizdim; şehrim, seni hiç sevmedim.