Makale

Din Hizmetleri bağlamında din eğitimi meselesine derinlikli bir yaklaşım A. Hamdi Akseki'nin 1950 tarihli raporu

Din hizmetleri bağlamında
din eğitimi meselesine derinlikli bir yaklaşım
A. Hamdi Akseki’nin
1950 tarihli raporu

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bulut
Kastamonu Üniversitesi


Merhum Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951), Diyanet İşleri Başkanlığı görevinin son yılında ve vefatından kısa bir süre önce, “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler Hakkında Bir Rapor” başlıklı bir rapor hazırlayarak bunu hem resmî bir yazı hâlinde ilgili devlet yetkililerine sunmuş hem de matbu hâle getirerek fikirlerini kamuoyuyla paylaşmıştı. Bu derinlikli etüdünde merhum hocamız, Milli Mücadele yıllarından başlayarak, 1950’ye kadar olan ve bizzat kendisinin de yaşadığı süreçte din eğitimi ve din hizmetlerindeki gelişmeleri, yaşanan acı tecrübeleri ve gelinen son durumu tam bir vukufiyetle ortaya sermiş, problemlerin çözümü noktasında da fevkalade ufuk açıcı önerilerde bulunmuştur. Din eğitimi ve din hizmetleri konusunun ülkemiz gündeminde yoğun bir şekilde yer aldığı bu günlerde, Akseki’nin bu bağlamdaki düşüncelerinin yol gösterici olacağını düşünerek, söz konusu raporun bir özetini okuyucularımızın dikkatlerine sunmayı faydalı bulduk.
A. Hamdi Akseki, raporunun girişinde, dinin insanlarda fıtri bir duygu olduğunu belirterek bilhassa İslam inancında bu duygunun kaynağı üzerinde kısaca durduktan sonra “Fransa İnkılabı ve Din” başlığı altında Batı’da yaşanan ilim-din çatışmasına işaret ederek, kendi tarihimizde bunun yaşanmadığını ileri sürer. Nitekim “Türk inkılapları ve din müesseseleri” başlığı altında ve örnekler vererek bizdeki Meşrutiyet ve Cumhuriyet inkılaplarının, “dine ait ne varsa hepsinin kaldırılıp atılmasıyla sonuçlanmadığı” tezini savunur.
Milli Mücadele yıllarında medreseler
Merhum Akseki’nin, Şer’iye Vekâleti Tedrisat Umum Müdürü olarak görev yaptığı yıllarda ilk Büyük Millet Meclisi Hükümeti medreseler ve din eğitimi konusunda önemli gayretler göstermişti. Raporunda medreseler bağlamındaki bu çalışmalara işaret ederken şunları yazmaktadır:
“…Mütehassıs bir heyet tarafından en yeni, asrın icaplarına ve memleketin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tertip ve tanzim edilmiş programlarla çalışan bu ilim ocakları, o zaman Gazi Mustafa Kemal’in dahi takdirlerini kazanmıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 5 Şubat 1923’te Konya’ya gidiyor, oradaki Darülhilafe Medresesi’ni teftiş ediyor; Fransızca, hadis, fıkıh, coğrafya derslerinde talebe ile uzun uzadıya meşgul olarak ehemmiyetli mübahase cereyan ediyor ve derslerde talebenin en asri mefkûrelerle yürüdüğünü görmekle memnun oluyor ve Medrese’den ayrılırken şöyle buyuruyor:
‘Memnuniyetle görüyorum ki, tedris ve tederrüs cidden hakikat-i diniye dairesindedir. İnşallah memleketimizi, milletimizi ihya edecek asri ve hakiki ulema -faziletkâr müderrislerimiz sayesinde- siz olacaksınız. Kıymetli ve hakiki ulemamızın mevkii yüksektir. Ulemamızın ve erbab-ı ilim ve irfanımızın himmeti ve irşatlarıyla inşallah İbn-i Rüşd’ler, İbn-i Sina’lar, Farabi’ler, İmam-ı Gazali’ler milletimizin içinden çıkarak, bu asrın tekâmülatıyla mücehhez olarak, ihya-yı hakikat-i diniye eyleyeceklerdir. Aksekili Ahmet Hamdi Efendi’yi tebrik ve kendilerine teşekkür ederim. Meşhudatımdan âtiyen memleket için memnunum’.” (Hâkimiyet-i Milliye, 5 Şubat 1341/1923.)
Akseki, Mustafa Kemal Paşa’nın söz konusu medreseye “takdirlerinin bir nişanesi olarak” 3 bin lira hediye ettiğini de belirtir. Ayrıca bu ilim yuvalarının, sadece Konya’da değil, ülkenin her tarafında “aynı parlaklıkta” devam ettiğini söyler.
Yeni bir dönem başlarken
Raporunun devamında sözü Şer’iye Vekâletinin ilgası ve Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasına getiren Akseki, 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı kanunun Başkanlığa din hizmeti gibi mühim ve ağır bir görev verdiğini hatırlatır. Bu mühim görevin bihakkın yerine getirilebilmesi için de teşkilat orta ve yüksek öğrenim düzeyinde elemanlara sahip olmalıydı. Bu elemanların yetiştirilmesi görevi, Diyanet’in kuruluş kanunuyla aynı gün kabul edilen 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat kanunu ile Milli Eğitim Bakanlığına verilmişti. Buna göre, “Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığının muhtaç olduğu dinî elemanları yetiştirecek, Başkanlık da bunları dinî vazifelerde kullanacak ve böylece kanunun kendisine tahmil eylediği dinî ve milli vazifesini başarmaya çalışacaktı.” Ama uygulama böyle mi oldu? Merhum, sonraki gelişmeleri, “Bundan sonra ne oldu?” başlığı altında şöyle dile getirir:
“Millî Eğitim Bakanlığı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesini infaz ederek yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere, mülga Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis ettiği gibi, cami ve mescitlerde dinî hizmetlerin ifası ile mükellef elemanlar yetiştirmek için de ayrıca İmam ve Hatip mektepleri açtı. Daha doğrusu, evvelce Şer’iye Vekâleti tarafından idare edilmekte bulunan Sahn ve Süleymaniye Medresesi namındaki yüksek ve ihtisas medreselerinin bir kısım talebesini İlahiyat Fakültesi’ne alarak ve bir kısım vilayet merkezlerinde bulunan orta ve lise derecelerindeki medreselerin unvanını İmam ve Hatip mekteplerine çevirerek idare etmeye başladı. Şer’iye Vekâletinin ilga edilmiş olmasına rağmen, dinî tedrisat, güya inkitaa uğramadan bu suretle devam edecekti. Fakat aradan uzun zaman geçmeden, evvela köylere ve ilçelere imam ve hatip yetiştirmek üzere Birinci Büyük Millet Meclisince açılarak sayıları 465’i bulan ‘Medaris-i İlmiye’, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun neşrinden bir hafta sonra, o zaman Maarif Vekili bulunan Vasıf Bey’in bir emriyle kapatıldığı gibi, bir müddet sonra da asri tedrisat yapmakta olup, 430 sayılı kanundan sonra adları İmam ve Hatip mektebine çevrilmiş bulunan 38 din müessesesi de yine Vekâletin emri ile birer birer kapatılmış ve bu suretle, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, tatbikatta dinî derslerin ve dinî mekteplerin ilgası ile neticelenmiştir…”
“İmam ve Hatip mektebi adı verilen ve en yeni bir şekilde tedrisat yapmakta bulunan ve memleketin hakiki ihtiyacına cevap vermekte olan bu müesseselerin İlahiyat Fakültesinin, beklenen feyzi vermeden kapatılmalarının veya kapanmalarının sebeplerini araştırmak, tetkike değer bir memleket meselesi olmakla beraber, burada ondan uzun uzadıya bahsedecek değilim…”
Akseki, aynı kanun gereği Milli Eğitim Bakanlığına bağlanan askeri mekteplerin çok geçmeden Milli Savunma Bakanlığına iade edildiğini belirterek şöyle der: “Eğer o sırada İmam ve Hatip mektepleriyle İlahiyat Fakültesi de hakiki mercileri olan Diyanet İşleri Başkanlığına iade edilmiş olsaydı, ne talebesi dağılır, ne de mektep kapanırdı; daha doğrusu, kapatılmalarına bahane bulunamazdı. Çünkü bunlarla ilgili makam, yalnız Diyanet İşleri Başkanlığı idi. Bu müesseselerin Diyanet İşleri Başkanlığından ayrı herhangi bir makama bağlanmaları kadar gayri tabii bir hareket olamazdı.”
Ve 1950’de durum
Din tedrisatı ve din kurumlarındaki gelişmeleri özetledikten sonra Akseki, Diyanet İşleri Başkanı bulunduğu 1950 yılındaki durumu da anlatır:
“…Aradan uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Millî Eğitim Bakanlığının 430 nolu kanunla taahhüt eylediği vazifeyi yapmamış, yapamamış ve Diyanet İşleri Başkanlığını yakinen ilgilendiren dinî vazifelerde istihdam edilecek hiçbir eleman vermemiş olması ve Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması yüzünden, bugün memleketin birçok yerinde hakiki ve münevver bir din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunmamaktadır (…).”
Akseki tam burada iyi yetişmiş din hizmetlisine olan ihtiyacı veciz bir cümle ile şöyle dile getirir:
“Camide halkı irşat edecek hakiki bir vaiz, bir din mürşidi ve hatip, ancak din ve dünya ilimleri okutularak ve insanı ifrat ve tefrite düşürmek istidadında olan bu iki nevi ilmin yekdiğerini murakabe yolları öğretilerek yetiştirilebilir. Bu şekilde yetişen bir din adamının, bir vaizin, hatta bir köy imamının, bulunduğu yerde her bakımdan en münevver bir mürşit olabileceğinden şüphe etmemek lazımdır. Nasıl ki, vaktiyle iyi yetiştirilmiş olan din adamlarımızdan, adetleri pek az olmalarına rağmen, bugün memleketin pek çok faydalanmakta olduğunu görüyor ve seviniyoruz.”
Raporun devamında Akseki, dinî kurumların kapatılmasının aynı zamanda “bâtıl akide ve tarikatların üremesine” yol açtığını, bilhassa “kökleri dışarıda olan dinî, içtimai, siyasi birtakım yabancı akide ve mezheplere mensup kimselerin muhtelif şekiller ve vasıtalarla” yaptıkları propagandaların ve yayımladıkları eserlerin halk üzerinde çok kötü tesirler yaptığına dikkat çeker. Bu bahsi şu vurucu cümleyle tamamlar:
“…Vazifesi din işlerini tedvir etmekten ibaret olan Diyanet İşleri Başkanlığının imam, hatip, vaiz, müftü ve yüksek din adamları yetiştirmek üzere muhtelif derecelerde meslek müesseseleri ve kursları açmaya yetkili kılınması, sadece dinî değil, aynı zamanda milli bir zaruret hâlini de almıştır.”
Çözüm önerileri
Akseki, “Müşahede ve kanaatler” başlığı altında; “İki senedir memleketin muhtelif mıntıkalarında yaptığım seyahatlerde halkımızın her tabakasıyla sıkı temaslarda bulundum. Yüksek tahsil gençliği ile de daima temaslardayız. Her gün memleketin muhtelif yerlerinden yazılar alıyoruz.” dedikten sonra, ülkemizin 1950’li yıllarda içinde bulunduğu manevi buhranın kökenlerini ve bu buhrandan çıkış yollarını şöyle maddeleştirir:
“1. Yirmi altı seneden beri çocuklarımız hakiki bir din ve ahlak terbiyesinden mahrum olarak içi bomboş ve herhangi menfi bir tesiri kabule müsait bir hâlde yetişmektedir.
2. Çocuklarımızın ve gençlerimizin, başka dinlerin ve muhtelif şekillerdeki misyoner propagandalarının içtimai, siyasi herhangi bir muzır mezhep veya tarikat ve akidelerin menfi tesirlerinden uzak tutulması için çare düşünülmelidir.
3. Çocuklarımıza gerek mekteplerde ve gerek başka vasıta ile 26 seneden beri din ve ahlak aleyhinde söylenebilecek ne varsa hepsi söylenmiş, telkin edilmiş ve kıpkızıl bir dinsiz olmaları için her şey yapılmıştır. Bugünkü gençler komünist olmamışlarsa, bunu ailelerindeki kuvvetli din terbiyesine borçluyuz.
4. Çocuklarımızın, gençlerimizin her türlü yabancı ve menfi tesirlere bundan sonra da mukavemet edebilmeleri için, kendilerine, İslam dininin esaslı ve ciddi bir surette talim ve telkin edilmesi, manevi terbiyenin verilmesi artık kati bir zarurettir.
5. Hakiki din adamlarına, mabetlerimizi şenlendirecek bilgili, fazilet sahibi vaizlere, imam ve hatiplere olan ihtiyacın bir an evvel sağlanması lazımdır.
6. Yeni nesle mensup birçok genç de kendilerinin maneviyattan tamamen mücerret bir hâlde yetiştirildiklerini acı acı itiraf etmektedir.”
Merhum, “Maneviyata layık olduğu ehemmiyet ve mevkii vermek lazımdır” başlığı altında da şunları söyler:
“Şu uzun maruzatımla memleketin dinî ve ahlaki durumunu, milletimin yüksek menfaatlerinden başka hiçbir şey düşünmeyerek bütün açıklığı ile arz etmiş bulunuyorum. Bu izahlarımız gösteriyor ki, buhranın sebebi, maneviyata vurulan darbedir. Şu hâlde, bu buhranın tek çaresi de maneviyata layık olduğu ehemmiyeti vermektir (…).
“Fertlerin iradelerini kuvvetlendiren onları maşerî hayatta birbirine bağlayan maneviyat olduğu gibi, izmihlalin en büyük sebepleri de maneviyattan uzaklaşmaktan doğan inzibatsızlıktır. Fertleri, dinî ahlak ve fazileti kaybetmiş olan bir cemiyetin içtimai tezahürleri de ahlak ile ilgili olmayacağından, böyle bir cemiyette intizam, içtimai tesanüt, seciye; aileye, yurda, millete ve vazifeye bağlılık da azalır. Bu suretle müthiş bir uçuruma doğru sürüklenmekte olan cemiyet, ufak bir sarsıntı ile büsbütün dağılıp gider. Bunun tarihî birçok misali vardır.
“(…) Maneviyattan maksadım din ve ahlaktır. Allahsız bir maneviyat kuru ve yaldızlı bir süsten ibarettir. Maneviyatın esas kaynağından uzaklaştırmak; tabii kanunlara aykırı hareket etmektir. Bunun ise, yürümeyeceği şüphesizdir. Öyle sanıyorum ki, milletler için din ihtiyacı bundan sonra kendisini daha ziyade hissettirecek ve her millet bununla daha ciddi bir surette meşgul olacaktır. Çünkü din, ezelî bir hakikattir.”
Akseki, bu cümleden olmak üzere Amerika’da ve Batı’da manevi hayata, din eğitimine verilen önemi birtakım istatistiki bilgilere de yer vererek şu sonuca ulaşır:
“Şurasını bilhassa kaydetmek isterim: Amerika’da mekteplerde din dersi okutulmadığı bir zaman olmamıştır (…). Bizde olduğu gibi yirmi altı sene din derslerinin mekteplerde değil evlerde bile adını andırmamak gibi bir şey, ne Amerika’da ne dünyanın herhangi bir yerinde hiçbir zaman vâki olmamıştır (…).
“Binaenaleyh bizim de din ve maneviyat meselesiyle ciddi ve esaslı bir şekilde meşgul olmamız zamanı gelmiş ve hatta geçmek üzere bulunduğunu arz edersem, ancak bir hakikati ifade etmiş olurum. Herkes itiraf eder ki, bugün memleketimiz hurafattan mücerret, ilim ve irfan ile yan yana yürüyen şuurlu bir din ve fazilet hayatına muhtaçtır.”
Akseki, ülkemizde 26 yıldır süregelen manevi kaosu “İşe nereden başlamalıyız” başlığı altında maddeler hâlinde sıraladıktan sonra o günkü şartlarda bulduğu çözüm önerilerini de yine maddeler hâlinde şöyle serdeder:
“Diyanet İşleri Başkanlığı, kanunun kendisine tahmil eylediği vazifeyi hakkıyla görebilecek bir hâle getirilmeli ve bunun için de:
a) Başkanlık yeni baştan iyi bir şekilde teşkilatlandırılmalı ve kendisine lazım gelen muhtariyet verilmeli,
b) Vakıflar Umum Müdürlüğü (…), bütün gelir kaynakları ve teşkilatı ile birlikte, Birinci Büyük Millet Meclisi zamanında olduğu gibi, yine Diyanet İşleri Başkanlığı ile birleştirilmeli,
c) Müftü, vaiz, imam, hatip, müezzin ve yüksek din adamları yetiştirmesi için de doğrudan doğruya Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı müesseseler açılmasına müsaade edilmeli (…).
d) Ayrıca ilk ve ortaokullarda mecburi, lise ve yüksek tahsil müesseselerinde ihtiyari olarak din dersleri, İslam felsefesi ve genişçe bir İslam tarihi, İslam coğrafyası okutulmalıdır.
e) Yirmi altı seneden beri gittikçe derinleşen bu boşluğu doldurmak için bir taraftan bunlar yapılırken, diğer taraftan da Diyanet İşleri Başkanlığının murakabesi altında gerek eşhas ve gerek teşekkül edecek hususi cemiyetler tarafından din ve Arapça serbest lisan dershaneleri ve kursları açılmasına da müsaade edilmelidir (…).”
Akseki önerilerini, “Binaenaleyh diğer memleketlerde olduğu gibi bizde de bütün din müesseselerinin ve din derslerinin tedviri ve murakabesi Diyanet İşleri Başkanlığına tevdi edilmek lazımdır.” şeklindeki görüşünü tekrarlayarak bitirir.
Akseki raporunun son bölümünde 1950 yılında yeni açılmış olan İmam ve Hatip kurslarıyla Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hakkındaki kanaatlerini ortaya koyar.