Makale

Rüzgârla Gelen

Rüzgârla Gelen

Abdulbaki İŞCAN

Divrin Ovası kadar güzel olmasa da yer yer yeşil alanların göze battığı geniş bir arazinin ortasından süzülen derenin kenarındaki bir ağacın altına oturup da ufkun içine doğru bakarken, Hasan Ethem’in annesine yazdığı son mektubu hatırlamadan edemedim. ‘Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi’ diyen Çanakkale şehidi Hasan Ethem’i. Ve cephede en önde “Çarıkları çözülmüş, fesi düşmüş, baş açık ve yalın ayak, rüzgâr gibi koşan’ kardeşini kendi eliyle defneden Onbaşı Hüseyin’i ve babasına yazdığı mektubu…
Önce denize baktım, sonra gökyüzüne, sonra toprağa, sonra aya ve rüzgâra… Hangi bağrı yanık anadır gördüğüm, ciğeri dağlı babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı hangi göz pınarları kurumuş candan arda kalandır…
Kızılçam ağaçlarının ince yapraklarına aktı gece, sessizce. Yıldızlar parlak birer nokta gibi durmadan çoğaldılar ve karanlığın ardından nurlu yollar bıraktılar.
Geciktim, hem de çok geciktim.
Bu hüzün yüklü havada nefes almak canımı acıtıyor. Ve dünden bugüne düşen acılar alevsiz ateş gibi parça parça yakıyor. ‘Sağ yanım yok ama zararı da yok’ zira bir bedenden eksilen yürekten eksilen gibi değildir.
Ah ki rüyalarımı attım karanlık denizlere de yüzüme savrulan esintilerin zindanlarındayım. Derince kederli ve olabildiğince acılı bir gecenin tam da ortasındayım. Ey mehtap yüzünü kalbime çevir. Ki üzgün ruhum ve sıkıntılı kalbim yorgun denizin dalgalarına karışsın. Rüzgâr, kabarmış topraklara ulaştırsın nefesimi ve nefeslensin her bir karış adım adım. Hırçın esen lodos, yaramı sar, üzerimi ört. Gör ki üzerinde taşıdığı Kur’an’dan başka vasiyeti olmayanı, yarasına kum basanı ve düşmanın acısına merhem olanı.
Ah o altın kumlu koylarda başını taşlara vuran üzgün dalgaların divane esintisi ve o yeşil ekinlerin üzerinden yol alarak beni yorgun düşüren şiddetli rüzgârların acıklı sesi.
Ben bu kızıl akşamlarda seni, uyuman için annelerin kederli ninnilerine bıraktım. Dili tutulmuş yetimlerin avuçlarındaki cennet kokusuna, sevda nakışlı mendillerin her bir katına saldım. Gelinlik kıza, kurbanlık koça, askere giden yiğide yakılan kınaya karıştırdım.
Ben seni bu pek karanlık ve pek soğuk zamanların en sıcak anlarında, bir sabah namazı vakti sığınaklardan yükselen tekbir sesleriyle sıklaşan saflara emanet ettim.
Seni ben hıçkırıkların eşliğinde iri tespih tanelerinin huzurlu aralarına dualarla şifalı bir nefes diye uğurladım.
Gece ve gündüzün birbirine karışmış kanlı kokusunda, ateşlerin tam da arasında kan suyuna saplanmış bedenlerde gördüm gülümseyen yüzünü.
Bu üzgün gecede solgun yaprakların arasından toprakla birlikte seni çektim içime.
Ah ki kan doldu yüreğime.
Bilemedim estiğin hangi sancılı bahardır.
Denizin kıyıya vurduğu dalgalar ve sen iniltilerinle ekinlerin üzerinden geçerken, şu suya nazarlık boğaz hep bir yumruk gibi karşımda. Hasretin ve acının toprağa düştüğü bir sabah güneşinin ışıklarıyla birlikte süngüsünü taktığında yedi başlı ejderha, deniz kuşları bir daha geri dönmedi. Şu günüm yani şu yaşadığım gün, şu ayaklarıma dolanmış üzgünlüğüm kaldı geriye. Bir de hasret kuşların gittiği yere.
Ah ki ağlamam gecikmiş olduğumdandır.
Sen kapalı ufuklara tünemiş vahşetlere denk sabah uyanmalarının acısına ağla.
Ağla diyorsam ‘ölüm yağdıran göğe, ölü püskürten yere’ ağla, kan kırmızı gecelerde ölüm kusan seslere ve meleklerle beraber besmele çekenlere.
Yedi kandilli Süreyya!
Işığını sakla ve toprağın feryadına ağla!
Dünya yaratıldığından beri böyle görmedin yeryüzünü, yeryüzü hiç böyle bir gün görmedi. Gündüz ve gece bu yerde bir ay ya da güneş ışımasının gölgesinde. Saçları üşüyor toprağın, bir sağanak yağmur altında yarasını kaşıyor tüm insanlar; suların, ağaçların, kana bulanmış ekinlerin derdi aynı.
Ağla ki yelken açan denizciler, bir daha dönmeyecekler.
Gidenlerin peşinden sürüklenirken önce boynu bükük ekinlere baktım sonra Bedir’e, sonra altın ışıklı aya ve selamla gelen rüzgâra. Sonra hasret dalgalı denize ve kanlı zarfın üzerine yazılı kelime-i şehadete…
Anadan, yardan, ocaktan ayrılışı teselli eden rüzgâr, götür beni gittiğin mutlu yere.
Ruhumu şad et. Bir Fatiha fısılda kulaklarıma ve beni sevindir…

Hangi bağrı yanık anadır gördüğüm, ciğeri dağlı babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı hangi göz pınarları kurumuş candan arda kalandır…

Ah ki ağlamam gecikmiş olduğumdandır.
Sen kapalı ufuklara tünemiş vahşetlere denk sabah uyanmalarının acısına ağla.
Ağla diyorsam ‘ölüm yağdıran göğe, ölü püskürten yere’ ağla, kan kırmızı gecelerde ölüm kusan seslere ve meleklerle beraber besmele çekenlere.
Yedi kandilli Süreyya!
Işığını sakla ve toprağın feryadına ağla!