Makale

EŞYANIN HAKİKATİ: NEDİR? NE DEĞİLDİR?

EŞYANIN HAKİKATİ: NEDİR? NE DEĞİLDİR?

Gülsüm SOYDAN
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı


Türkçeye de geçmiş olan Arapça kökenli “şey” kelimesinin çoğulu “eşya”, her türlü varlık için kullanılan ortak bir tabirdir. Eşyanın hakikati bahsinde felsefe ve tasavvufta birçok farklı yaklaşımla karşılaşmak mümkün. Biz eşyanın hakikatine, her varlığın yaratılış amacı, varoluş sebebi, niyet ve hikmet pencerelerinden bakmaya çalışacağız. Rakımı farklı dağlardan derlenmiş hakikat çiçeklerinden bir buket sunabilirsek ne mutlu.
Eşyanın hakikatini öğrenmek için soracağı “Nedir? Ne değildir?” sorularıyla insan, hayatına anlam kazandırmaya çalışır. Hayatın anlamsız olduğunu düşünmenin yegâne sebebi, varlıklara giydirilen naylondan, biçimsiz elbiselerdir. Görmek, duymak, koku alabilmek için nasıl sağlıklı kanallar gerekiyorsa eşyanın hakikatini anlayabilmek için de akl-ı selim ve kalb-i selim gerekir. Yani fiziksel, zihinsel ve ruhsal tüm hastalıklardan uzakta, fıtratını korumuş, onu yaratana dikkat kesilmiş bir akıl ve kalp… Evet, ilk ilahi emirdir “Oku!” ancak ayetin devamındaki okumanın nasıl yapılacağı bilgisi de bu emre dâhildir: “Yaratan Rabbinin adıyla…”
İnsan, hakikat pınarını arayan bir yolcu. Hakikate âşık. O yüzden yorulmak nedir bilmeden arar eşyanın hakikatini. Zira insan, Allah’ın kuludur ama bir robot değildir. Robotlar gibi sorgusuz, sualsiz, meraksız, arayışsız var olamaz. Teknolojik aletler bile bazen “Ben robot değilim.” kutucuğunu işaretlememizi ister. Yoksa işleme devam etmemize izin vermez. Neyi neden yaptığının farkında olan insanı muhatap alır. İnsan olmak, tercih yapıp bu tercihin mükâfatına ya da cezasına razı olmaktır. Onu insan yapan, akıl terazisidir. Hâl böyle iken eşyanın hakikatini anlamak âdeta bir insanlık ödevine dönüşür. Ancak ulaştığımız sonuçlar her zaman aynı netlikte olmaz. Bazı hakikatler su gibi şeffaf iken diğerlerinin rengine her an yeni bir ton daha eklenebilir. Bazen de hakikati gösteren aynalarımız buğulanır. Gördüğümüz noktaları birleştirip yanlış bir şekil ortaya çıkarırız. Olayların sıcaklığı azalıp dumanı tütmez olunca henüz görmediğimiz noktalar da belirir. Böylece şeklin aslı netlik kazanır; künhüne vâkıf oluruz. Malum, gölge de varlığa aittir ama varlığın hakikati değildir. Bu sebeple insan, hakikati gördüğünden, kör nokta kalmadığından emin olmalıdır. Yoksa şer bildiklerimizin ardı hayır; hayır bildiklerimizin ardı şer çıkabilir. (Bakara, 2/216.)
Cenab-ı Hak, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdiğinde meleklerin buna hayret etmeleri haklıydı ama eksikti; tek taraflı bir yaklaşımdı. Nihayetinde insan, meleklerin söylediği gibi yeryüzünde kan dökse de bundan başka işe yaramayan bir varlık değildi. Bu sebeple Yüce Allah, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” buyurarak yaratılış hikmetine uygun bir hayat süren insanların da var olacağını onlara hatırlatmıştır. (Bakara, 2/30-34.)
Yaratılış amaçlarına uygun bir şekilde yaşayabilmeleri için kâinat sakinlerini Allah adına gözetmek de insana düşer. Bunu yapabilmek için kendisini, kâinatı ve onun sakinlerini yakından tanıması ve onların varoluş hikmetlerini keşfetmesi, insan için kaçınılmazdır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de, uçan kuşlara, deveye, göğe, dağlara, yeryüzüne bakıp onların yaratılış hikmetleri üzerinde bilgi ve bilincin artırılması istenmektedir. (Mülk, 67/19; Gaşiye, 88/17-20.) Çünkü yüce âleme ait bir ruh ve süfli âleme ait bedeniyle insan, her türlü iyi ve kötü varlığı tanıyıp anlayabilecek, yönetebilecek bir özelliğe sahiptir. (Gürbüz Deniz, Anlam ve Varlık Boyutuyla İnsan, s. 28.)
İnsan, Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır. (Zariyat, 51/56.) Hâlbuki Cenab-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Asıl ihtiyaç sahipleri insanlardır. Ancak nefsin tesiri altında kalan insan her zaman gerçek ihtiyacını göremez. Yaratılış hakikatini görmeyenler, dünyada serseri mayın gibi dolaşır, kendisini yaratanı bile tanımazdan gelir. O’nun emir, yasak ve tavsiyelerinin hakikatini görmez. Hakikat miyopudur. “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarma, insanları öldürme, ekini ve nesli bozma!” diye uyarıldığı hâlde, “Biz ıslah edicilerin ta kendileriyiz!” kalkanının ardına gizlenir. (Bakara, 2/11, 205; Nisa, 4/93.)
İnkârın tek bir şekli yoktur. Ancak ortak nokta; inkârın şekline, dile ve davranışa dökülme biçimine göre bozulmuş insan formlarıdır. Yüce Allah’ı yaratıcı olarak kabul etme ve O’nun huzuruna çıkıp hesap verme bilinci zayıflayan insan, nankörlük (Nahl, 16/112-113; Ankebut, 19/67.), cimrilik ve bencillik etmeye (Kalem, 68/21-25.), kibirli davranmaya (Kehf, 18/34-36.), yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, sözünde durmamaya, yalan söylemeye, başkalarının malına ve canına kastetmeye, iffetsiz bir yaşam sürmeye açık hâle gelir. Bazı kişisel tercihleri, insani hasletlerle uyumluymuş gibi gözükse de bu durum, bozuk saatin günde iki kez doğruyu göstermesinden ibarettir ya da menfaati gereğidir. (Bakara, 2/267; Hac, 22/11; Ankebut, 29/10.)
Eşyanın hakikatini görebilmek, adaleti de kaçınılmaz kılar. Adalet, verilen hükümlerdedir. Hüküm evi, muhkem ve hikmetli olmalıdır. Zemin ve iklim hesaplamaları yaparak uzmanı tarafından sağlam bir şekilde inşa edilen hükümler sarsılmaz, yıkılmaz, içinde insanlar zarar görmez. Kapısı çatıda değil yerde; penceresi yerde değil duvarda olan hükümler insanın yaşamasına elverişlidir. Aksi durumlarda verilen hükümler ya enkaz ya da metruk hâle gelir. Muhkem ve hikmetle inşa edilen evler, adalet iskânı almayı hak eder.
“Adaleti titizlikle ayakta tutun.” buyurur Yüce Rabbimiz. “Kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhine de olsa…” (Nisa, 4/135.) Eşyanın hakikatini bilen Allah Resulü, sağlığında çocuklarına eşit mal mülk vermeyen babaya, “Beni adaletsizliğine şahit tutma!” der. (Müslim, Hibe, 14.) Çünkü adalet, kendimizden ve en kıymetlilerimizden daha değerlidir. İnsanın olduğu ama adaletin olmadığı bir dünyada insan kalmak zordur. Adaletin zıddı olan zulüm ise hüküm evini inşa ederken malzemeden çalmak, insanın insan gibi yaşayamayacağı bir plan projeyi uygulamaktır. Bu yüzden Allah’ı inkâr edenlerin evleri, örümceklerin ağları kadar zayıftır. (Ankebut, 29/41.) Çünkü Allah’ı inkâr etmek ve Allah hakkında yalan söylemek, en büyük zulümdür. (Yunus, 10/17.) Diğer konularda yalan söylemek de inkârcı üretme potansiyelinden dolayı büyük günahlardandır.
Kur’an-ı Kerim’de kendisine hikmet verilen kimsenin büyük bir hayra sahip olduğu müjdelenir. Ancak Yüce Allah, hikmeti dilediğine dilediği kadar verir. (Bakara, 2/269.) Hikmet incisi elbette önce kâmil insan olan peygamberlere verilmiş ve onlardan, gönderilmiş oldukları toplumlara onu öğretmeleri istenmiştir. (Bakara, 2/129, 151, 251; Âl-i İmran, 3/48, 81; Nisa, 4/54.) Bu uğurda her insan, kendi imkânlarıyla hikmet seferine çıkar. Kimi atlı kimi piyade. Şair, şiiriyle… “Göster hakikatini bana eşyanın Rabbim!” diye seslenir Necip Fazıl; “Olduğu gibi göster! Söksün esrarı kalbim!”. Okuma yazmayı söker gibi… Bir kazağın nasıl örüldüğünü anlamak için ilmek ilmek söker gibi…
Hakikatin bilgisi, hayatın karanlık köşelerinde gece görüş gözlüğü gibi güvende hissettirir insanı. Nuh peygamber eşyanın hakikatini bilmeseydi nasıl dayanabilirdi oğlu uzattığı elini tutmayıp iman gemisine binmediğinde. Hz. Yusuf, önce su kuyusuna sonra iftira kuyusuna, ardından zindana atılıp da “Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” (Yusuf, 12/90.) diyebiliyorsa eğer sultanlık ve vuslat hakikatini görebildiği içindi. Eyyüb peygamberin varını yoğunu kaybetmesinin ardında, onun ne kadar sabırlı bir kul olduğunu ilan etmek vardı. Hz. Musa’nın peşine düştüğü kor, ilahi rehberliğin nuru; ortasında yürüdüğü deniz, kurtuluştu.
Söz ve davranışların hakikati olan niyet, davranışları ibadete dönüştüren bir iksirdir. İbadetlerin hikmetlerini bilmek; kabuğa gösterilen ihtimamın, onun içindeki özü korumaktan kaynaklandığı gerçeğiyle yakından ilgilidir. Suyla temizlenmek, abdestin hakikati/hikmeti olsaydı teyemmüm meşru kılınmazdı. Namazın hakikati ayakta durup sonra biraz eğilmek sonra da yere kapanmak olsaydı münafıkların namazı için “Vay o namaz kılanların hâline!” denilir miydi? (Maun, 107/4.) İmsaktan iftara kadar aç ve susuz kalan herkes oruç tutmuş olur mu? Tohumun hakikati gizlemek; budamanın hakikati eksiltmek olmadığı gibi zekât da kazandığını azaltmak değil arındırmaktır. Kurbanın hakikati eti kemiği olsaydı eğer kurbanı kesen ondan faydalanabilir miydi? Hac ve umrenin hakikati, mecburi turistik gezi değildi. Müslümanların her türlü dünyevi çizgiden sıyrılıp İslam’ın ilk neşvünema bulduğu yerlerde birlenerek ibadet ve istişare etmesiydi.
Bir kapı, ardındakilerin hakikatini göstermez her zaman; bilakis hakikati saklayan bir engel olabilir. Eşyanın hakikatini bilmek, kapının ardını görebilmektir. Süslü bir kapının ardında hıçkırıklar; kırık dökük bir kapının ardında şen kahkahalar olabilir. Cevizin hakikati, kabuğu değil; suyun hakikati köpüğü değildir. Kısasın hakikati; hayattır. (Bakara, 2/179.) Savaşa hazırlıklı olmanın hakikati; barış. Güneşin ve ayın hakikati; mevsimler ve takvimlerdir. (Enam, 6/96.) “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen onu / Bana seni gerek seni” dizelerinde Yunus Emre, cennetin hakikatini mısralarla resmeder.
Bazı zamanlar hakikat bilmecesini çözmek, ilave bir özen ister. Denklemin iki tarafı ortaya çıkınca insan da şaşırır. Bir kahve içmenin hakikati, kırmızı kefenden kundaklara sarılı bebekler olabilir. İyi bir temizliğin, kaliteli bir makyajın hakikati, toza toprağa kana bulanmış yüzler olabilir. Zulmün yaşandığı karanlık günlerde hakikati görebilmek için gece görüşlü gözleri olmalı insanın.
Şehitliğin hakikati ölüm değildir. İzzettir, namustur, şereftir, vatandır.