Makale

ANLAMIN PEŞİNDE OLANLAR İÇİN MÜJDECİ VE UYARICI BİR MİSYON PEYGAMBERLİK

ANLAMIN PEŞİNDE OLANLAR İÇİN MÜJDECİ VE UYARICI BİR MİSYON
PEYGAMBERLİK

Prof. Dr. Halis AYDEMİR
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Yoktuk sonradan var olduk
Burada değildik sonradan geldik. Hepimiz gözlerimizi hayata burada açtık. Etrafımızda olan her şeyi burada tanıdık. Bedenimizi bile burada hazır ve çalışır hâlde bulduk. Biraz büyüyüp akıl erdirince her ayrıntısı özenle hazırlanmış bu hayatı “Bize kim sundu?” sorusu, içimizi doğal olarak sarmaya başladı. Hele de koca koca insanlar olunca, hayat dediğimiz bu muazzam yapının korkunç düzeyde bilgi içeren sistematik yanını öğrendikçe baş döndürücü bir hayranlık içerisinde kaldık.
Dipsiz bir kuyuda habersiz kalmak
Bu bilgilerin hepsini bilen ve bunları hâlihazırda hayata geçirmiş bir kudret olmalı! Yoksa ne biz ne de bu hayat asla olmazdı! Kim O? Bizi bu hayatta neden yaratmış olabilir? Neden gizemli bir şekilde girdiğimiz bu hayattan yine son derece gizemli bir şekilde ansızın ayrılıyoruz? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Tüm bu sorularımızı O’na sormak isteriz. Onunla nasıl iletişime geçebiliriz? Dağlara çıksak avazımızın çıktığı kadar bağırsak bizi duyar mı? Hafızasını kaybetmiş, geçmişini hatırlayamayan ve karşılaştığı herkese, “Ben kimim?” diye soran zavallı birileri gibiyiz…
Öteden haber gelmesi şaşılacak bir şey değildir
Cenab-ı Hak buyurdu ki: “İçlerinden bir adama insanları uyar ve iman edenleri müjdele diye vahyetmemiz onlara acayip mi geldi?” (Yunus, 10/2.) Asıl tam tersi şaşılacak bir şey olurdu. Varlığından emin olduğumuz, hayatı var eden bu Yüce Kudret’in bize hiçbir şey söylememesi ilginç olurdu. Bizi bu hayatta öylesine yaratıp anlamsız bir şekilde yaşatması sonra aniden öldürmesi abeslik teşkil ederdi. O yüzden Cenab-ı Hakk’ın insanlara peygamberler gönderip onları niçin yarattığını, onlardan ne istediğini ve ölüm sonrası onları neyin beklediğini bildirmesi son derece anlamlıdır.
Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet etmek
Bireyin içinde bulunduğu muazzam yaratılışı, ayet ayet gözlemleyerek yaratıcısını tanıması fıtratın gerektirdiği doğal bir süreçtir. İnsan, içinden gelen bu istemi sabote etmemeli ve önünü kesmemelidir. Var eden kudretin yegâne tek bir ilah olduğu gerçeğine ulaşmak, akleden kalplerin tanık olacağı mutlak bir hakikattir. Zira tanım gereği her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten ancak tek bir ilahtır. Aklederek kestirdiğimiz bu tek ilah (Allah) ile iletişime geçmek istediğimizde, sıra tabii olarak duaya gelir. Kişi bu andan itibaren artık yalnız olmadığının farkındadır. Kendisini yaratmış ve hâlihazırda yaşatmakta olan sahibine doğal bir şekilde seslenir:
Ey beni var eden Kudret! Bana yolumu göster!
Hayat anlamsız olamaz
Gözlemleriyle vardığı sonuç ortadadır. Evren dediğimiz muazzam güzellikteki bu yapı, anlamsız ve bir hiç uğruna var edilmiş olamaz! Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür edenlerin varacağı belirgin netice şudur: “Rabbimiz, sen bu evreni boş yere yaratmadın!” (Âl-i İmran, 3/191.) Evrendeki bu sistematik ve aynı zamanda estetik yaratılıştaki olağanüstü itina ve hazırlığın iyi ya da kötü çok ciddi ve kalıcı sonuçları olacağı ortadadır. Bu düşünce kalbinde belirince kişiyi korku ve endişe sarar ve bundan ürpererek Yaradan’a sığınır: “Sen ne yücesin! Nolur, bizi ateşin azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191.)
İmana çağıran bir ses: Peygamber
Hayatın anlamına dair gözleme dayalı muhakeme yolculuğunun geldiği bu noktada sıra peygamber ile temas etmeye gelir: “Rabbimiz, biz bir münadiyi işittik. Rabbinize iman edin diye nida ediyordu. Bunun üzerine biz de iman ettik.” (Âl-i İmran, 3/193.) Gerçeğin peşine düşmüş kimselerin peygamberin mesajını duyunca iman etmesi beklenen bir durumdur. Zira insanın “beyyine” üzere olması yani kanıta dayalı yol almasının onun getirdiği sonuç ile peygamberlerin Cenab-ı Hak’tan getirdiği bilgiler birebir eşleşir ve örtüşür. Bu mutabakat bir bakıma ilahi bir rahmettir. Zira kişi yaşadığı gözlem ve akletme yolculuğunun üstünden vahiy sayesinde bir kez daha geçerek sağlamasını yapmış olur. “De ki: Ey kavmim, düşünsenize ben bir beyyine üzere isem ayrıca Rabbim katından bana bir rahmet gönderdiyse.” (Hud, 11/28.)
Nitekim peygamberler ancak hakkın arayışı içerisinde olan böyleleri üzerinde etkili olabilmişlerdir. İtiraz edip haktan yüz çevirmiş kimselere, çok sevdikleri yakın akrabaları bile olsa bir yarar sağlayamamışlardır. “Sen ancak zikrin peşine düşmüş ve Rahman’dan ğayben çekinen kimseleri uyarabilirsin!” (Yasin, 36/11.)
Peygamberin doğruluğuna şehadet etmek
Âlemin ayet ayet okunduğu süreçteki sonuçlar ile peygamberlerin Allah’tan getirdikleri arasındaki mutabakat sayesinde ilgili peygamberin Allah’ın gerçekten elçisi olduğu anlaşılır. Yoksa peygamberin getirdikleri, insanın çevresindeki dünyaya olan izlenimleri üzerinden aklederek vardığı sonuçlara aykırı olsa o zaman o peygamberin sahici olmadığı anlaşılır. Söz gelimi, ikinci bir ilahtan söz etse yahut meleklerin de ilah olduğunu söylese yahut Allah’ın yanı sıra kendisine yahut ailesine de dua/kulluk edilmesini talep etse... “Bir beşere Allah’ın kitap, hikmet ve nübüvvet verip de sonra onun insanlara Allah’tan ayrı bana kul olun demesi olacak bir şey değildir!” (Âl-i İmran, 3/79.) Nitekim yalancı peygamberler kendilerini böyle ele vermişlerdir.
Allah Teâlâ, Kuran’ı Kerim’in Allah’tan olduğunu, dolayısıyla Hz. Muhammed’in gerçekten elçisi olduğunu anlamamız için şöyle emretmiştir: “Kur’an’ı tedebbür etmezler mi? Allah’tan başkası tarafından olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı.” (Nisa, 4/82.) Benzer şekilde Salih Peygamber’e (a.s.) iman eden kimselere, Hz. Salih’in (a.s.) gerçekten Allah tarafından gönderildiğini nasıl bilebildikleri sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: “Biz ona Allah’tan getirdikleri üzerinden iman ettik!” (Araf, 7/75.)
Peygamberlerin ilk ve temel mesajı: Oku
Peygamberle henüz temas etmemişken dahi insanın kendisini ve dış dünyayı ayet ayet okuyarak tanıyacağı bir yolculuk söz konusudur. Bundan o güne kadar imtina etmiş kimselere peygamberlerin ilk hatırlattıkları da aslında budur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de (s.a.s.) insanlara Mekki ayetler üzerinden bu sorumluluklarını hatırlatmıştır. Onları “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”, “Bakmaz mısınız?”, “Görmediniz mi?” şeklindeki ilahi hitaplar ile Yüce Yaradan’ın varlığına ve birliğine tanık olmaya (şehadet) çağırmıştır.
Zaten bu aşamayı geçmemiş kimselerin Allah’a karşı hakiki manada bir sorumluluk duyması zordur. Çünkü tüm dinî hayat, şekten ve şüpheden arınmış sağlam bir iman üzere tesis edilir. Bu yüzden tüm peygamberler öncelikle ve özellikle göklerdeki ve yerdeki ayetler üzerinden insanları tek bir ilaha tanık olarak iman etmeye çağırmışlardır. Kur’an’daki peygamber kıssalarının tamamının odak noktası bu çağrıdır. Mekki ayetlerin de temel konuları bu eksende yoğunlaşmaktadır.
İnsanın henüz tanımadığı bir Kudreti sevmesi ve O’na karşı saygılı yaşamaya çalışması mümkün olmaz. Bu sebepledir ki tüm peygamberler kavimlerinden evvel emirde kevni ayetler üzerinden yegâne tek bir yaratıcı tanrı olarak Allah’a şehadet etmelerini istemişlerdir. Söz gelimi, ilk Resul Hz. Nuh (a.s.), kavmine şöyle seslenmiştir: “Görmediniz mi Allah nasıl tabaka tabaka yedi semayı yaratmış? Ay’ı göklerde aydınlık, güneşi ise ışık kaynağı kılmış. Allah sizi bitki gibi yerden bitirmiş sonra sizi toprağa iade edip oradan çıkaracak. Allah size yeri yaygı gibi yaymış orada kendinize yollar edinesiniz diye!” (Nuh, 71/15-19.) Benzer ayetler peygamberlerin dilinden Kur’an-ı Kerim’de yaygın bir şekilde bulunmaktadır.
Gerçek yok, ben yokum, mutlak doğru yok
Gerçek nedir? sorusunun ardına düşmek insanın doğasıyla barışık bir süreçtir ve kolaydır. Kötüler ise yolun sonu var edene çıkacak endişesiyle yüz çevirir ve hayatları boyunca bundan kaçınırlar. Onlara göre peşine düşülecek herhangi bir hakikat yoktur. Her şey rastlantısal, yönetilmeyen, kör ve karanlık bir süreçte kazara ortaya çıkmıştır(!) Bu söylem ışığa karşı karanlıkların mücadelesi gibidir. Bu kaçış ve karanlığa sığınma çabası yorucudur ve asla kolay değildir. Bir ömür boyu var edenin yarattığı bir âlemde içindeki her şeyin O’nun ilmine ve gücüne işaret ettiği bu hayatı, inatla O’nu yok sayarak yaşamak kişinin doğasıyla zıtlaşan çatışmalı bir ruh hâlidir ve çıldırtıcı olsa gerektir. Hâlbuki fıtratına vefa gösterip hakkın arayışı içerisinde olmak önemli bir iyilik hâlidir.
İyilerin yolu peygamberler ile kesişir
Allah kendilerinde bu hayrı bildiği kimselere yeryüzünün en ücra köşelerinde olsalar da hakkı bir şekilde ama kesinlikle duyurur. O kişinin yolunu peygamberleri ile kesiştirir. Bu ilahi sünnet, Cenab-ı Hakk’ın güvence altına aldığı bir konudur. Buyurdu ki Rabbimiz: “Allah onlarda bir hayır bilirse onlara kesinlikle işittirir!” (Enfal, 8/23.) Dolayısıyla balta girmemiş ormanlardaki hakkın arayışı içerisindeki iyi ‘birinin’ hidayetten mahrum kalması senaryosu gerçekçi değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, nerede olurlarsa olsunlar iyilere hidayet edeceğini garanti etmiştir. “Size ayetlerini gösteren de gökten su indiren de O’dur!” (Mümin, 40/13.) Balta girmemiş ormandaki bu kişiye Cenab-ı Hak yiyeceğini, içeceğini götürmeye muktedir olduğuna göre gerçeği göstermeye de asla zorlanmaz! Nitekim Hz. Peygamber’den (s.a.s.) önce, aklederek putları reddetmiş ve ehli kitaptan duydukları kadarıyla Hz. İbrahim’in (a.s.) yoluna yönelmiş iyi kimseler olmuştur. (Buhari, 3827)
Peygamberliğin yolu: Basiret ve sevgi yolu
“De ki: Bu benim yolum. Allah’a çağırıyorum ama basiret üzere!” (Yusuf, 12/108.) İnsanlar varlığa basiretle bakıp Yaradan’ı tanıdıkça O’nu sevmeye başlarlar. Sevdikçe de O’ndan karşılık görmeyi umarlar. Peygamberler işte bu beklentiye somut bir karşılık verir ve Allah’ın sevgisine mazhar olmak için ne yapmaları gerektiğini insanlara hem bildirir hem de yaşayarak gösterirler. Onlar Allah’a giden bu sevgi yolunun kılavuzları ve önderleridir. Nitekim Allah (c.c.) daha işin başında Resulüllah’a (s.a.s.) insanlara şöyle seslenmesini emretmiştir: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!” (Âl-i İmran, 3/31.)
Peygamberler: Biz de sizin gibi beşeriz
Dikkat edilirse peygamberler de birer beşer olarak aynı yolun yolcularıdır. (İbrahim, 14/11.) Onlar da Cenab-ı Hakk’ı tanımayı, sevmeyi ve O’nun sevgisini kazanmak için ona karşı saygılı yaşamayı bir vazife olarak bilirler. Hatta bunu en güzel şekilde gerçekleştirmeye çalışır ve insanlara örnek olurlar. Olur da bir yanlışları olursa (zelle) Cenab-ı Hak tarafından uyarılır ve düzeltilirler. Sonuçta geriye kusursuz bir örneklik (üsve-i hasene) kalır. Bu sebepledir ki peygamberler birer melek olarak gönderilmemiş, insanların kendilerinden seçilmiştir. Çünkü melek olsalardı aynı cinsten olmadıkları için örnek teşkil etmezlerdi. İnsanlar onların güzel davranışlarına bakıp “ama onlar bir melek” derlerdi. “Ben de melek olsaydım ben de kusursuz davranırdım elbet.” diyerek mazeret üretirlerdi. İşte bu yüzden Cenab-ı Hak, yeryüzünde yaşayanlar beşer olduğu için beşer peygamberler göndermiştir. Nitekim Allah (c.c.) bu duruma işaretle şöyle buyurmuştur: “De ki yeryüzünde yerleşik hâlde gezip dolaşanlar melek olsaydı onlara gökten elbette ki melek bir peygamber indirirdik!” (İsra, 17/95.)
Böylece insanlar tanıyıp sevdikleri Rablerinin sevgisini kazanmak üzere O’na karşı nasıl saygılı yaşayacaklarını, peygamberlerden görerek öğrenirler. Dinin ilk uygulayıcısı doğal olarak peygamberler olduğu için dinde ilk çığırı açan ve süreci başlatan da onlardır. Bu yüzden dinî hayat ve pratikler onların sünneti olarak adlandırılır.
Nübüvvet: Öteden haber almaya başlamak
Allah katından haber almaya başlanması bakımından peygamberlik nübüvvet ile oluşur. Çoğu peygamber “nebi” kalır. Ancak bu nebilerden bazıları “resul” olarak ümmetlere gönderilirler. Nitekim Cenab-ı Hak her ümmete bir resul gönderildiğini bildirmiştir. (Yunus, 10/47; Nahl, 16/36; Müminun, 23/44; Mümin, 40/5.) Dolayısıyla resuller kümesi, nebiler kümesinin alt kümesidir. Yani bütün resuller aynı zamanda birer nebi iken bütün nebiler aynı zamanda birer resul değildir.
Bu yüzden Cenab-ı Hak, peygamberliği sonlandırırken resullerin değil nebilerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) ifade etmiştir. (Ahzab, 33/40.) Çünkü resullerin sonuncusu deseydi nebilerin devam edebileceği anlaşılırdı. Hâlbuki nebilerin sonuncusu diyerek artık her ikisinin de son bulduğunu haber vermiş oldu.
Öteden haber alamayan bir resul olamaz
Mamafih risalet ile vazifelendirilmemiş nice nebi vardır. Hz. Harun’da olduğu gibi böyle peygamberler içinde bulundukları ümmetin resulünün gölgesinde kalırlar. Öteden haber alabildikleri için kendilerine bazı vahiyler gelebilmektedir. (Bakara, 2/246-248.) Ancak ana eksen olarak bağlı bulundukları ümmetin risalet kapsamındadırlar. Hâlbuki resuller yeni bir ümmet dönemi başlatırlar. Zaten nübüvveti haiz oldukları için öteden haber alır ve yeni bir teşri ve minhac oluştururlar. (Maide, 5/48.) Doğal olarak öteden haber alamayan bir resul olamayacağı için nebi olmayan bir resul de tasavvur edilemez.
Risalet ile nübüvveti karıştırmak
Bir resulün risaleti ile nübüvvetini biri diğerinin alternatifiymiş gibi ele almaya çalışmak makul değildir. Zira bunlar aynı türden şeyler değildir. Bir resulün nübüvveti, onun Allah’tan vahiy alan yanı iken risaleti ise onun bu vahiyleri ümmet planında icra eden yanıdır. Çoğu ayetin resule itaat üzerinden gelmiş olması bu yüzden son derece anlamlıdır. Çünkü resulün toplum üzerindeki yönetimsel erkine (hüküm) tekabül etmektedir. Kaldı ki Allah (c.c.) Hz. Muhammed’e nebi olarak hitap edip müminlerin ona ittiba ettiklerini de haber vermiştir: “Ey Nebi, Allah ve müminlerden sana tabi olanlar sana yeter!” (Enfal, 8/64.) Dolayısıyla bu ikisini ayrı ayrı analiz etmeye çalışıp (kaldı ki mümkün değildir) bazı hükümleri risaletle ilişkilendirerek bağlayıcı saymak; bazı hükümleri de nübüvvetle ilişkilendirip bağlayıcı saymamak temelsiz ve anlamsız bir girişim olur.
Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dinî hayatını yansıtan söz, fiil ve takrirlerinin tamamı bağlayıcıdır. Bu öğreti ve pratikler (sünnet) Allah’ın rızasını ve ahireti uman müminler için güzel ve ideal bir örneklik oluşturur. (Ahzab, 33/21.) Bu yüzdendir ki bu idealliğin ölçüsü aşılamaz ve çerçevesi taşılamaz! Ölçü aşıldığında yahut çerçeve taşıldığında sünnetin dışına çıkılmış, bidat ve dalalete düşülmüş olur.
Cenab-ı Hak cümlemizi kendisine iman eden ve Ümmi Nebi Resulü Hz. Muhammed’e tabi olan salihlerden eylesin, âmin!