Makale

Gördüklerimize İnanmak İstemiyorduk

DİN GÖREVLİSİNİN
HATIRA DEFTERİNDEN

Gördüklerimize İnanmak İstemiyorduk

Uğur KÖSEOĞLU
Keçiören Kayabaşı Camii İmam Hatibi

KEÇİÖREN’DE imam hatip olarak vazife yapıyorum. O gece yatsıyı eda etmiş ve evlerimize dağılmıştık. Haberleri izleyince şaşırdık, deliye döndük. Hemen aynı camide görev yaptığımız müezzin-kayyım Hüseyin Çınar hocamla irtibata geçtim. Dışarı çıktık, arabamla Ulus istikametine hareket ettik. Opera civarında trafiğin kilitlendiğini gördük. Aracımızı orada bırakıp yürümeye başladık. Necati Bey Caddesi’ne, oradan da Genelkurmay’a doğru yaya olarak yürüdük. Başkaları da vardı. İnsanlar gruplar hâlinde yürümekteydi. Hulusi Akar rehin alınmış dediler. Eğer onu kurtarırsak darbecileri bastırağımızı düşündük. Tam Akay kavşağında geldik ki bir tarama sesi duyduk. Bir helikopter ateş açıyor. Biz de, herhalde kalabalık dağılsın diye havaya ateş açıyor diye düşündük. Kızılay’a doğru yürüyen üç beş kişi gördük. Sakın gitmeyin o tarafa, 30-35 kişi şehit düştü dediler.
Genelkurmay’a doğru yürüyen kalabalık durdu. O an karşı karşıya kaldığımız vahşetin gerçekliğini ve bütün boyutlarını anladık.
Delikanlının biri çıktı, “Niye duruyoruz?” diye sordu. “Ya bugün öleceğiz ya da yarın bu darbeciler bizi zaten öldürecekler. Bugün adam gibi ölürüz” deyince insanlar daha cesaretlendi. Yürüdük. Tam Genelkurmay’ın önündeki kavşağa geldik. Helikopter alçalıyor, yükseliyor. Genelkurmayın bahçesini halk doldurmuş. Halk kapıya dayanmış. Ama kapıyı kırıp içeri giremiyorlar. O arada Genelkurmay’ın içinden halkın üstüne atış başladı. O an az gerideydik biz. Uzaktan gördük o manzarayı. Korkutmak için değil, öldürmek için ateş ediyorlardı. Helikopter de o kadar alçaldı ki, karanlık olduğu hâlde içindekilerin kamuflajlarını seçebiliyorduk. Namlunun sağa sola hareket ettiğini gördük. Taramaya başladılar. Arabaların arkasına geçip eğildik. Helikopter yükseldi tekrar. Taramayı bıraktı. Jetin birisi tepemizden geçerken TBMM’ye bomba attı. Oradan dumanlar yükseldi. İnsanlar şaşkınlıkla etrafa bakışıyordu. Gördüklerimize inanmak istemiyorduk. Derken ikinci bir jet geldi. O kadar alçaktan geçti ki ses yırtıyor geceyi.
Eğildik biz de. Yere baktım, kaldırımlardan kıvılcım çıkıyor, ateş fışkırıyor. Sonra bacaklarımdan kan akmaya başladı. O sıcaklığı hissettim. İmam hatip olduğum camide müezzin olan Hüseyin Hocam’a baktım. Ayağını tutuyor. Yaralanmış. İnsanları yardım etmeye çağırdım. Gençler geldiler, ne biz onları tanırız, ne de onlar bizi. Hüseyin Hocam, “Beni böyle taşıyamazsınız. Şu kopan bacağımı sarın da beni öyle taşıyın” dedi. Ben gömleğimi yırtıp çıkarıncaya kadar bir delikanlı tişörtünü çıkarıp sardı yaralı bacağa. Kanamayı durdurduk orda. Hocamın ayağını sadece iki sinir tutuyordu. Sallanıyordu ayağı.
Ben “ambulans” diye bağırıyordum ama bakıyorum ambulansın gelecek durumu yok. İmkânı yok. Yaralıyı taşırken 112’yi aradım. Açan yok. Kimse açmıyor. Bir kadın açtı “buyurun” dedi. “Biz Genelkurmay’ın önündeyiz, burada çok sayıda ölü ve yaralı var” dedim. “Neredesiniz” diye sordu tekrar. “Genelkurmayın önündeyiz” dedim. Sonra telefon kapandı. Bir daha aradım. Çaldı çaldı, açan yok.
Bu arada biz yaralıyı taşıyoruz. Helikopter ikinci defa taradı. Vücutları delik deşik olan, kolu bacağı kopan insanlar vardı. Her yer kan gölü olmuştu.
Yere koyduk Hüseyin Hocamı. Tarama kesilince kaldırıp yürümeye devam ettik. Bacaklarıma şarapneller gelmiş, kendime bakamıyorum. Kan sızmaya devam ediyor. Tek düşüncem Hüseyin Hoca’yı hastaneye yetiştirmekti. Çaresizlik içinde Allah’a yalvarıyorum, “Ya Rabbi yardım et” diye dua ediyorum.
Yeni bir genç grubu yardımımıza koştu. Akay kavşağında beyaz bir araba bekliyordu. Yaralılarla dolu beyaz bir otomobil. Hareket edecekken durdurdu gençler. Hüseyin Hocamı hemen koyduk arabaya. Benim gözüm hâlâ ayağında. Bakıyorum, düşmemiş. O şekilde bindirdik Hüseyin Hocayı. Elhamdülillah hocam kurtuldu.
Ben normalde kan görünce başı dönen, tansiyonu çıkan, düşen bir adamım. O ana kadar nasıl direndim anlamadım. Hüseyin hocayı gönderince derin bir nefes aldım. Sonra başım dönmeye başladı, ben de düştüm. Başıma toplandılar. Üstüm başım kan içinde. Sordular, “nerenden vuruldun” diye. Ben “vurulmadım, sadece bacağımda bir şeyler var” dedim. Hemen pantolonumu yırttılar. Baktık ki bacaklarım kandan gözükmüyor.
İki ambulans geldi. Akay kavşağına kadar yaklaşabiliyor. İçeri girip Genelkurmay’ın önüne geçemiyor. Yaralılar taşınıyor. Biri indi ambulanstan hemşire veya doktordu. Dedi ki: “Beyefendi senin hayati bir tehliken yok, sadece bacaklarına şarapnel isabet etmiş. Çok ağırlar var, biz onları götüreceğiz.” “Tamam” dedim. “Ben zaten yürüyebiliyorum zor da olsa, böyle de giderim” dedim. Onlar gitti, bir ambulans daha geldi. Ona bindirdiler.
Beni Güven Hastanesine götürdüler. Sonra Hüseyin Hocamın Akay Hastanesinde olduğunu, hemen ameliyata alındığını öğrendim. Doktorlar geldiler, baktılar bana. “Sende şarapnel parçası var, hayati bir tehliken yok. Daha ağırlar var. Sana pansuman yapalım, burada bekle” dediler. Sonra röntgen çekildi, tedaviye başlandı. Görünen iki şarapneli aldılar. Diğerlerini almadılar. Kalanların bana pek zarar vermeyeceğini söylediler. Rükûya eğilemiyorum, secdeye varmakta zorlanıyorum. Ama bende bir şey yok. Hakikaten bir şey yok. Hele ki Hüseyin Hocamı ve diğerlerini gördükten sonra…
Allah tüm şehitlerimize rahmet eylesin. Mekânları cennet olsun…
(Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi olarak Uğur Köseoğlu’na yaptığımız geçmiş olsun ziyareti esnasında gerçekleştirilen röportajdan derlenmiştir.)