Makale

İKİ Kitap iki Hüzün iki Ümit

SÖZÜN YANKISI

İKİ Kitap iki Hüzün iki Ümit

Sevilay MERALER

BİR ömür diyorum, yanıtı olmayan sorularla cebelleşerek geçiyor. Fakat bu çetin savaşın mağlubu hep o sorular oluyor. Zavallı insan... Öğrendikçe donuk bir kuş cesedi gibi bakıyor hayata. Devasa bir yanılgıya inanıyor ve doğruluğundan emin olduğu her kavram, biraz sonra ölecek olan bir adamın eli gibi yalnız bırakıyor onu. Sahi, varlığından kaç yokluk çıkardı insan? Bunu kendine hiç sordu mu?
İnsan... Bir gölge çiçeği... Karanlık bir şakayık... Işığını gövdesiyle engelleyen bir varlık ve hiç kimsenin gölgesi kendisinden uzun değil! Yaratıldığı ilk andan itibaren, hem dünyanın narı hem ukbanın nuru derisine yazılmış, yürüdükçe kanlar içinde kalan bir ceylan… Mutluluğu bulduğu anda kaybeden, varoluşsal acılarla donatılmış bir vadi rüzgârı... Kaçışlardan medet uman, fakat her kaçışında ayrı bir ölümle karşılaşan muhacir bir kuş... Kaçar insan... İnsandan kitaba, kitaptan toprağa... Manayı arar.
Yaşamın anlamını bulayım derken, kitapların ağına takılır ve o artık bir tutsaktır. Okudukça elemi artar. Zira kitapların sonu gelir de kederin sonu gelmez.
Kitaplar... Üzerine saika düşmüş bir adam gibi yakabilir insanı. Apansız karşılaşılan bir cümle, insanı cendere vadisine sürükleyebilir ve darmadağın edebilir. İnsan yol kenarına atılmış bir heykel gibi yaşamın manasını beklerken, sert bir darbeyle parçalanabilir ya da merhametli bir el onu yolun en emin tarafına çekip koruyabilir. Zira düşünmeyi cüzzamlı bir sevgiliyi sever gibi sevenler için ezalar da cefalar da teyakkuzdadır!
“İnsanlar kıyıcıydı, kitaplara kaçtım” demiş Cemil Meriç, kitaplar çok merhametliymiş gibi... Kitaplar da kıyıcıdır ve insan bir ömür keskilerin arasında gider gelir. Zaten ömür, düşünen için kıyımlar toplamı değil midir? Kitapların ön sözünden sızan o makûs mevsimlerin kokusunu almayan veya sayfaları her çevirişinde ayrı bir dünyanın ağıtını duymayan var mıdır?
İki kitap var elimde. İkisi de O’na götüren türden. Okudukça, aklanmaya ihtiyaç duyuyorum, okudukça paklanmaya... Kendime yöneliyorum. Kapılarımdan içeriye girmek istiyorum; kapı dışı ediliyorum. Mevlana: “Bizde kapılar içeriye doğru açılır.” demiş. Ben kapılarımı hep dışarıya doğru açmışım galiba... Kapı/lıyorum…
Yine sarsılıyor benliğim ve yine sersemliyor kibrim. Cümlelerin karşısında donakalıyorum. Akla isyan, benliğime bütün ağırlığıyla basıyor. Adımlarının izi, ruhumda kalıyor. “Ben”e dair ne varsa yıkmaya çalışıyorum; lakin kalıntıları çok; çünkü kalabalığı da çok. Ya esef!
İlk sayfada, İbn Arabi’nin “İnsanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için suya yazılmış yazı gibidir.” sözünü görüyorum ve bu ilk cümle bile gönlümü çarpıp geçmeye yetiyor. Meğer O’nun yazılmadığı her kelime anlamsız, O’nun olmadığı her cümle bomboş, O’nun yazılmadığı her damla mürekkep suretsizmiş diyorum ve gözlerimden bin bir pişmanlıkla akıyor okuduğum O’nsuz kelimeler.
Arabi’nin bu sözünü okuyunca, aklıma, şehrimdeki bir caminin minaresine, kufi yazıyla yazılmış, iki kitabe geliyor. İlkinde “La İlahe İllallah Muhammedün Resulüllah -Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.s.) O’nun elçisidir- ikincisinde “Ve men yetevekkel alallahi fehüve hasbüh -Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter- yazıyor.
Önce, “İnsanların, Allah’ın ismini taş üzerine kazdıkları, yüzyıllık aşkların/yazıların bulunduğu” bir şehirde yaşıyorum diye seviniyorum; ama sonra tuhaf bir hüzün çöküyor şehrime. “Taşa yazılmış; ama kalplere yazılmamış” diyorum ve soruyorum: “Kalplere kazınması için, kalplerin taşlaşması mı gerekiyor Ya Rab?”
Kalbime bakıyorum, sahrayla yoldaş! Kalp, sahra ve serap...
Kalbimden bir ses yükseliyor. Yazık sana yazık!
Diğer sayfa... “Dünyaya gelince: onu öldür, yoksa o seni öldürür” diyor kitap ve soruyor: “Orak ile buğday başağının öyküsünü bilir misin? Ölüm, orağın ağzını biler ve böylece başaklar yerlere kapanıp secde eder.” diyor. En keskin orağı diliyorum O’ndan.
Secdeme bakıyorum; faniliğe bulaşmış. Secde, alnım ve ölüm...
Alnımdan bir ses yankılanıyor. Ya esef!
Kalp faslı düşüyor kitaba sonra. Kalbe, ölüme ve zamana ilgimdendir zahir, kalple ilgili cümleleri yakamozları seyreder gibi okuyorum. “Kalbin de kurbanı vardır, unutmayın!” diyor kitap. Duruyorum öyle. Durmanın kötülüğüne inanmayanlardanım ama “Allah kimsenin göğsüne iki kalp koymuş değildir” ayetini hatırlayınca; kaçmamak mümkün olmuyor. “Kalbini dinle! O sana asla haram şeyler fısıldamaz” diyor kitap. Kalbime bakıyorum; ikiliğe dolanmış. Kalp, ikilik ve teklik... Kalplerimi dinliyorum; iki kalbimden bir ses yankılanıyor. Ya veyl!
Gece okuyorum kitapları; çünkü gündüzler, hüznün karanlığını örtemiyor. Hüzünleniyorum. Sonra kitapta, Lamartov’un şiirinden bir satır ilişiyor gözüme. Bu defaki bir gözyaşıydı / kederimin mücevheri... Mücevherimi düşünüyorum. “Gözyaşlarını silmenin en iyi yolu, bir gözyaşı nehrine atlamaktır” diyor kitap. Gözyaşıma bakıyorum; dünyaya bulanmış. O’nun için akıttığım mücevher, bir nehri doldurmuyor!
Gözyaşı, nehir ve mücevher. Gözlerimden bir ses yankılanıyor. Heyhat!
Okudukça bitiriyorum; okudukça bitiyorum. Felaketlerden türemiş bir hüzünle doluyken, kitaptaki bir teselli cümlesi kalbimi nurlandırıyor. “Tevekkül ehli için felaket ihtimali yoktur! Tevekkül, felaket ve ümit… Tevekkülüme bakıyorum; saflığa bulaşmış. Tevekkülümden bir ses yankılanıyor: “İnşallah...”