Makale

İnsan ne ile yaşar

İnsan ne ile yaşar?

Hayrettin Durmuş


Tolstoy’un kitabının adı yazımızın da başlığını belirlemiş oldu. İnsan ne ile yaşar? Bu soruya herkesin verecek bir cevabı vardır. Tolstoy gibi usta bir yazarın bu soruyu sormuş olması boşuna değil elbette. İnsanın kendisini sorgulaması yaşadığı hayata anlam kazandırmak açısından çok önemli.

İnsan ne ile yaşar? sorusuna; aşkla, imanla, onurla, acıyla, umutla... gibi pek çok cevap verebiliriz. İnsan kim olduğunun, dünyaya niçin gönderildiğinin farkına varabilirse, “ölmeden önce ölünüz” hitabına gönül verip, kendisini sağlıklı bir oto kritik ve oto kontrole tabi tutarsa doğru cevabı da bulmuş olur.

Tolstoy yaşadığı çağı çok iyi gözlemlemiş. Onun kitaplarının evrensel oluşunun sırrı da burada. Eserlerinde ele aldığı konu bütün insanlığı ilgilendiriyor. Yazdıkları, anlattıkları her dinden, her dilden, her ırktan insanın kabul veya reddedebileceği türden. Kitabı okurken kendinizden, köyünüzden, kentinizden bir ize rastlıyorsunuz. Kitaptaki kahramanlar tanıdık geliyor size.

Tolstoy’un kitaplarını okurken çağımızın ne kadar çok kirlendiğini, yaldızlı örtüler altında nasıl uyutulduğumuzu, gerçeklerin nasıl tersyüz edildiğini anlıyoruz. Yazar Rus değil de sanki bizden birisi. Türk insanının trajedisini anlatıyor gibi…

Simon ve Mihael’in hikâyesi mi,
Hızır ve Musa (a.s.)’nın kıssası mı?

Ayakkabıcı Simon koyun postundan bir palto almak için yola koyulur çünkü eşi ile kendisi aynı paltoyu giymektedirler ve artık o da paçavraya dönmüştür. Daha önceden sattığı ayakkabıların parasını kimden istediyse alamamıştır ve morali bozuk bir halde evine dönerken mabedin yanında güzel görünüşlü bir adamın çıplak vaziyette titrediğini görür. Önce korkarak oradan uzaklaşsa da vicdanının sesini dinleyerek geri döner. Ayaklarındaki yün çizmeleri, üstündeki eski paltoyu giydirir ve tanımadığı adamı evine getirir. Evin hanımı Matryona bu duruma kızar ancak daha sonra adamın haline acıyarak yemek ikram eder. Yabancı gülümser, yüzü aydınlanır. Sonradan adının Mihael olduğunu öğrendikleri bu kimsenin çok garip davranışları olur. Allah’ın kendini cezalandırdığını söyler. Çok fazla konuşmaz. Hiçbir iş yapmayı bilmez ama Simon’dan ayakkabı dikmesini öğrenir. Yıllarca birlikte yaşarlar. Bir gün iri yarı, yanında uşakları olan bir adam çıkagelir ve kaliteli bir deriden çizme diktirmek ister. Çizmenin dikişleri bir yıl olmadan sökülecek olursa “yandınız” der Simon’a. Bu esnada Mihael yine güler. Birkaç yıl sonra yaşlı bir kadın iki kız çocuğuyla gelir. Kızlardan birisinin ayağı sakattır. Kızları için çizme siparişi verir. O zaman Mihael’in yüzünden şimşek gibi bir ışık çakar. Her yer aydınlanır. Bu üç olayın sırrını öğrenmek istiyorsanız Tolstoy’un kitabını okuyacaksınız demektir.

Hani Hızır aleyhisselam Hz. Musa ile bir yolculuk yapmıştı. Hızır, bindikleri gemiyi delmiş, kendisini kovdukları halde o beldede bulunan yıkık bir duvarı tamir edip sağlamlaştırmış ve “Ey Musa! Benim işime karışma yoksa arkadaşlığımız sona erer” demişti. Musa üçüncü olayda dayanamayıp yaptıkları işin sebebini sorunca da “Sana bu işin içyüzünü açıklayayım ama arkadaşlığımız burada biter” demişti…

Tolstoy’un hikâyesini okuyunca Hızır kıssasını hatırlamamak mümkün değil. Hızır olayını biz niye hikâyeleştiremedik, niçin romanını yazamadık, beyaz perdeye aktaramadık? O da bizim kusurumuz. Tolstoy Hızır kıssası kadar orijinal olmasa da müthiş bir hikâye yakalamış. Dikkat ve ibretle okumak gerek.

Hz. Ali’nin devesini satması ve cebindeki bütün parasını bir fakire vermesi olayından da ne hikâyeler çıkar aslında. Ah kendi kültürümüzün, elimizdeki kaynakların farkına bir varabilsek ve hamurumuzu güzel yoğurup, muhabbet kündeleri açabilsek…

Kral’ın üç sorusu
Bir zamanlar bir kral “Başlanacak her işin en doğru vakti ne zamandır, sözü dinlenecek en doğru kişi kimdir ve en önemli iş nedir?” diye sorar. İstediği cevabı bir türlü alamaz ve bir bilge ona çok güzel bir ders verir. Sonunda anlaşılır ki “Önemli olan bir tane vakit vardır ki, o da içinde bulunduğun andır. Çünkü bizim yetki gücümüzün olduğu tek vakittir. En önemli kişi o sırada yanında bulunan kişidir. (Hemen zihninizde ‘Eldeki iyi kızım gelene kadar evdeki kötü gelinim çenemi bağlar’ sözümüz canlandı değil mi?) Çünkü hiç kimse bir başkasıyla tekrar görüşüp görüşmeyeceğini bilmez. En önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insanın dünyaya gönderiliş amacı budur.” (s. 68.)

Hindistan’ın bir kasabasında Mecusilik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerine tartışma yapılırken “Bir Türk ‘sizin Roma dinine olan inancınız hükümsüzdür’ dedi. Onun yerini bin iki yüz yıl önce hakiki inanç aldı. Muhammed’inki! Fakat siz, Muhammed’in hakiki inancının Avrupa’da ve Asya’da nasıl yayıldığını göremezsiniz…” diyor. (s. 75.) Kitabın yazıldığı tarih dikkate alınacak olursa İslam’ı bir Türk’ün temsil etmesi daha da anlam kazanıyor. İslam’ın sancaktarı olursanız bir Rus yazar hikâyesinde İslam’ı size, yani bir Türk’e anlattırır.

İnsana ne kadar toprak lazım?
“Ne kadar olacak canım? İki metrelik mezar yeri, bir avuç toprak gerek insana. O da nasip olursa...” dediğinizi duyar gibiyim. Tolstoy da bu gerçeği haykırıyor. Köyünde geçimlik tarımla uğraşan Pahom’un hırsına nasıl yenildiğini; daha çok toprak, daha büyük arazi ve uçsuz bucaksız mülk sahibi olmak isterken nasıl çatlayıp öldüğünü anlatıyor bize güzel bir hikâyeyle. “Uşak, küreği alarak Pahom’un içine sığacağı genişlikte bir mezar kazdı ve Pahom’u oraya gömdü. Onun ihtiyacı olan artık yalnızca başından topuklarına kadar iki metrelik bir topraktı.” (s. 125.)

Yazımızın başında sorduğumuz sorunun cevabını da Tolstoy’dan alalım istersiniz: “Artık anladım ki insanlar sadece kendilerine ihtimam göstererek yaşıyor görünseler de, gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. İçinde sevgi olan insan, Allah’la beraberdir; çünkü sevginin kaynağı Allah’tır.” (s. 57.)