Makale

MÜ Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın: “Aile kurumu sarsıldığında sosyal problemler ortaya çıkar”

SÖŞLEŞİ

MÜ Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın:

“Aile kurumu sarsıldığında
sosyal problemler ortaya çıkar”

Hafsa Fidan

Aile konusu ele alınırken zaman zaman "Müslüman aile’yi kavramı kullanılmakta ve bu ailenin nitelikleri üzerinde durulmaktadır. "Müslüman aile" denildiğinde bir takım ayırt edici niteliklere vurgu yapılmış olmaktadır. Bu kavram kullanıldığında bir kültüre ait olmanın yanında bir dine ait olan bireyler topluluğundan da bahsedilmiş oluyor. Bahsini ettiğimiz kavramı ödünç alarak kullanacak olursak, size göre Müslüman aile, nasıl bir ailedir? Müslüman ailenin ayırt edici temel nitelikleri nelerdir?
Müslüman aile dendiğinde bu ailenin bir takım ayırıcı özellikleri elbette var. Ancak bu aileyi tek tip bir aile olarak düşünmemek gerekir. İslâm dini, yaşadığı toplumlarda oradaki sosyal, kültürel, etnik yapıya bağlı olarak bir takım değişiklikler gösterir. Dinin değişmez değerleri ve kabulleri vardır. Ama aynı zamanda onun toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya, kültürel ve etnik yapıdan yapıya değişiklik gösteren bir yanı da bulunmaktadır. Bu bakımdan "Müslüman aile" dediğimizde, meselâ Anadolu coğrafyasındaki Müslüman aile ile Pakistan’daki Müslüman aile aynı olmaz. Bunun tipik misali Mısır toplu- mudur. Mısır toplumunda Kahire’yi merkeze alırsak; kuzey kısmında aile yapısı, güney kısmında Yukarı Mısır denilen bölgedeki aile yapısından farklıdır. Güney kısmında daha ataerkil bir aile yapısı vardır, kuzeyde ise karı-koca arasındaki ilişki, kadın lehine bir gelişim gösterir. Aynı ülkede bile aile yapısı farklılık gösteriyorsa, büyük coğrafî ve kültürel farklılıklar olan yerlerde, sadece bunlar Müslümanlığı din olarak kabul ettiler diye tek tip bir aile ile karşılaşmamız söz konusu olamaz. Ama yine de Müslüman ailenin kendine has birtakım özellikleri vardır.
Sosyolojik araştırmaların gösterdiği sonuçlara bakılırsa, çoğunlukla toplumlarda aileler arka plânda kendisini bir dine dayandırıyorlar. Bu durumda dinler farklı aile modellerinin oluşumuna etki eden faktörlerden biri oluyor. Bir Hıristiyan ailesinden, Müslüman aileyi ayırt eden pek çok nitelik vardır. Bunun yanında Müslüman aileyi pek çok İslâm ülkesinde, mesela Pakistan’da, Mısır’da, Türkiye’de birleştiren noktalar vardır. Kastettiğim buydu.
Elbette Müslüman aileyi diğer din ve kültürlerdeki ailelerden ayıran temel bir anlayış ve farklı bir felsefe var. Bu farklılık esas itibariyle aileye ve kadına bakışta yatmaktadır. İslâm dininde, aile kurmak özendirilmiştir, sebepsiz olarak bekar kalmak tavsiye edilmemiştir. Hz. Peygamber, "nikah benim sünnetimdir" buyurmaktadır. Halbuki meselâ Hıristiyanlıkta bekar kalmak bir tür dindarlık belirtisidir. İki dinin kadına bakışı da farklıdır. Hıristiyanlıkta kadın, ilk günahın yani Hz. Adem’le Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmalarına yol açan yasak meyveden yeme günahının aslî failidir. Bu ilk günah fikri Hristiyanlıkta çok önemli bir yere sahiptir. Onların inanışına göre Hz. İsa, nesilden nesile geçmekte olan bu ilk günahı temizlemek için çarmıha gerilmiş, kanını akıtmış ve bu günahtan insanlığı kurtarmıştır.
Bu anlayış, Hıristiyan dünyasının kadına menfî bakışlarının temelini oluşturmuştur. Batıda kadın aleyhtarı havanın, sosyal ve hukukî yaptırımlarının temelinde var oluşu da bu dini kabul sebebiyledir. Halbuki İslâm dininde, Hz. Adem’le Hz.
Havva’nın yasak meyveden yemelerinin sorumluluğu her ikisinin omuzlarına yıkılmıştır, sadece Hz. Havva’nın değil. Üstelik bu günah onların tövbe etmeleri sebebiyle Allah tarafından affedilmiştir; nesilden nesile geçen bir günah söz konusu değildir. Dolayısıyla burada hem aileye hem kadına yönelik sağlıklı bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşım biçimi bütün İslâm ülkelerinde kadın erkek ilişkilerine ve ailelerin yapısına bir şekilde etki etmiştir.
Aynı sağlıklı yaklaşımı biz ailede karı-koca arasındaki huzursuzlukların hallinde de görmekteyiz. Şöyle ki, İslâm dininde asıl olan evliliğin sürekliliğidir, bizim geleneksel ifademizle bir yastıkta kocamaktır. Ancak bu birliktelik bir şekilde yürümezse, önce iki tarafın aile büyüklerinin katkılarıyla tarafların aralarının düzeltilmesine çalışılır. Bu mümkün olmazsa eşlerin birbirlerinden ayrılmaları, hukuki prosedür olarak kolaylaştırılmıştır. Bu nokta ilk bakışta aile kurumunun devamlılığı anlayışıyla çelişir gibi gözükmektedir. Nitekim kimi yabancılar İslâm hukukundaki bu kolay boşanma prosedürüne istismar edici bir biçimde yaklaşmışlardır. Ancak şunu unutmamak gerekir: İslâm, hukuken boşanmayı kolaylaştırırken, dinen zorlaştırmıştır. Bir diğer ifadeyle Müslümanlara, çok mecbur kalmadıkça boşanmamalarını öğütlemiştir.
Hz. Peygamber, "Allah’ın en hoşnutsuz olduğu helâl boşanmadır" demektedir. Böylece aile birliğinin korunması, boşanma hukuken zorlaştırılarak değil, fertlerin bireysel tercihlerinin bu yönde oluşması sağlanarak elde edilmeye çalışılmıştır. Böyle bir düzenleme şeklinin eşler arasında karşılıklı saygı ve dikkatin ve bunun sonucu olarak ailenin devamlılığının sağlanması açısından daha elverişli olduğu söylenebilir. Nitekim tarih boyunca ve günümüzde boşanma, İslâm toplumlarında en alt düzeyde olmuştur. Sonuç itibariyle hem kadına hem aileye yönelik bu temel felsefenin, Müslüman ailesinin farklı etnik, sosyal ve kültürel muhitlerde belli bir yapı ve anlayış birlikteliğini sağladığını söyleyebiliriz. Öte yandan Müslümanlar her işte olduğu gibi, aile yaşantılarında da Hz. Peygamberin eşlerine davranışına ve aile hayatını sürdürme biçimine dikkat etmişler ve onu örnek almaya çalışmışlardır. Biz, Hz. Peygamberi eşlerine karşı müşfik olan, yakın duran, onların problemleri ile ilgilenen, eşlerine yardımcı olan bir insan olarak görüyoruz. Bu bir ideal çerçevedir. Zaman zaman bu karşılıklı sevgi ve saygı, ataerkilliğin yoğun olduğu toplumlarda daha çok "erkeğe saygı" şekline dönüşmüştür. Böyle dönüştüğü yerlerde bile İslâm toplumlarında, Roma ailesindeki gibi bir aile reisi, çok geniş hukukî, sosyal otoritesi ve imkânları olan bir erkek tipi yoktur.
Bugün hukuk ve fıkıh kitaplarında okunan bilgilerle, zaman zaman hayatın pratikleri arasında çatışma ve gerilimler yaşanabiliyor. Örneğin kendini "dindar aile" olarak tanımlayan bir aile, tatil yapmak istediğinde, bu istek problem teşkil edebiliyor. Bunları, modern hayatın sunduğu hayat tarzlarının dindar birey için gerilimle- re sebep olması diye de genelleştirebiliriz. Siz bu konuda neler düşünmektesiniz?
Bugün Müslüman ailesinin birtakım modern problemleri olması kaçınılmazdır. İslam toplumları tarih boyunca kendi dinî inançları ile sosyal ve kültürel yapılarını bir âhenk içerisinde birleştirmeyi başarmışlardır. Bir aile ve toplum hayatları oluşmuştur. Bu hayatlarda, hem ferdî bakımdan, hem aile ve toplum bakımından, çok ekstrem sapmalar yoktur. Müslümanlar bu âhengi 19. asra kadar getirebilmişlerdir. 19. asırdan itibaren İslâm dünyası ve hatta bütün dünya Batı hayat biçiminin etkisi altına girmiştir. Batı modern
hayatı, İslâm kültürü ile oluşmuş bir hayat değildir. Zaman zaman bizim anlayışımıza ters örnekler ortaya koymaktadır. Şimdi İslâm toplumu farklı bir toplum anlayışıyla karşı karşıya kalınca, birey olarak Müslüman, kendi dini anlayışı ve yaşayışı ile dışarıdaki hayatı âhenkli bir biçimde bir araya getirme problemiyle karşılaşmıştır. Ferdî yaşayış ile dışarıdaki yaşayış arasında belli bir âhenk kurmaya mecbursunuz. Tamamen izole edilmiş bir şekilde yaşamanız mümkün değil. İşte bunun en sağlıklı yolu dışarıdaki hayatı sizin inancınız, kültürünüz, sosyal yapınıza uygun hâle getirmektir. Bunun çözüm şekli izole edilmiş olarak yaşamak değildir.
Burada fıkhın geri kaldığını söylemek mümkün mü? Yani hayatın fıkhı, fıkıhçıla- rın fıkhından önde mi gidiyor? Burada elbette modern hayatın sunduklarının bir müzakeresi yapılmaksızın bir şeyleri meşrulaştırmak amacıyla fıkhın araç olarak kullanılması gerektiğini ima etmiyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim. Her hukuk sisteminde hukuk bir adım geriden gelir. Bir adım geriden gelmesi çok problem değildir. Ama beş adım geriden gelirse, bu ciddi bir problemdir. Şimdi, hayatın vazgeçilmeyen şartlarıyla, İslâm’ın temel kabullerinin uzlaştırılması gerekir. Bunun için de ilim adamlarının İslâm hukukunun ve kültürünün özgünlüğü içinde yeni görüşler, içtihatlar geliştirmelerine ihtiyaç var. Son bir asır içerisinde bizim sosyal ve ferdi hayatımızda meydana gelen değişiklikler, bütün insanlık tarihinde meydana gelen değişikliklere eşdeğerdir. Bir nesil içerisinde bile büyük değişiklikler var. Meselâ benim yaşım itibarıyla gördüğüm değişiklikler, aslında geçmiş dönemlerde 3-5 asrın içinde görülen değişiklikler değildi. Böyle olunca bir bocalama süreci geçirmemiz normaldir. Ama ben zannediyorum ve inanıyorum ki, Müslüman ilim adamları üzerlerine düşeni yaparlarsa, İslâm’ın özgünlüğünden çok fazla taviz vermeden, Müslüman dışarı çıktığında da kendisiyle çatışmayacak, çelişki içerisine girmeyecek bir hayatı sürdürebilir. Sürmek zorunda, böyle bir hayat kurmalıyız. Burada sadece ferdin dönüşmesinden bahsetmiyorum.
Belli ölçüde fert de dönüşecek, belli ölçüde toplumu da dönüştürecek.
Söyleşiyi ülkemizin gündeminden ya da haberlerin gündeminden pek düşmeyen bir konuya getirmek istiyorum: Kimsesiz çocuklar, tinerci çocuklar problemi. Şüphesiz çocukların, dünyaya getirildikten sonra sokağa terk edilmesi, sorumsuz bir anne babalık örneği. Bu problemlerin yaşanmasının sebepleri arasında, aile bağlarının zayıflaması yer alıyor olmalı. Siz bu konuda neler düşünmektesiniz? Bugün kimsesiz olarak sokağa terkedilmiş çocuklar, tinerci çocuklarla ilgili bir problem, Müslümanların duyarlı olması gereken bir problem değil midir?
Biz bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Tinerci çocuklar gerçekten ciddi bir problem. Bu problemin bir aile boyutu, bir de sosyal ilgi ve yardım boyutu var. Tinerci çocukların önemli bir kısmı, öyle zannediyorum ki sağlıklı bir aile hayatı olmayan çocuklar. Bir kısmının ise hiç ailesi yok. Aile kurumu sarsıldığında yukarda ifade ettiğim gibi birçok problem çıkıyor, işte meselâ tinerci çocuklar çıkıyor. Olayın sosyal ilgi ve yardım boyutuna gelince, bu noktada da önemli eksiklerimizin olduğunu düşünüyorum. Bizim klasik yapılarımız, bir anlamda sosyal güvenlik kurumlarımız vardı, vakıflar gibi. Bunlar bu günün şartlarına tam ayak uyduramadılar. Biz elbette bir Müslüman olarak bunlarla ilgilenmek, farklı ihtiyaçlara göre yeni yapılar kurmak zorundayız. İlgilenmediğimiz ve çözüm bulamadığımız zaman, ilerde daha büyük ferdî ve sosyal problemlerle boğuşmak zorunda kalacağız. Bu noktada da özellikle gönüllü kuruluşlar içinde kadınların beşerî kabiliyetlerinden ve gönül zenginliklerinden yararlanmak gerekir diye düşünüyorum. Tinerci çocuklara bir kadının şefkat, anlayış ve yaklaşımı ile bir erkeğinki, zannederim aynı değildir. Dolayısıyla bana, kadınlar bu konuda daha başarılı olurlar gibi geliyor. Belki de tinerci çocukların erkeklerin yaklaşımından çok, böyle bir şefkat yaklaşımına ihtiyaçları var. Meselâ kimsesiz çocukları birtakım resmî kurumların soğukluğuna ve ilgisizliğine terk etmek yerine, koruyucu aile kurumu geliştirilebilir. Kimsesiz çocukların muhtemel birer tinerci olmalarının önüne mutlaka geçilmeli.
Bu bakış açısından hareketle, iş hayatında da kadın ve erkek arasında rollerin paylaştırılması kanaatinde misiniz?
Çok genelleştirmeksizin ve bir hak mahrumiyeti sonucunu doğuracak bir düzenleme şeklinde olmaksızın şunu söylemek mümkün: Bazı iş kollarında kadınlar, bazılarında da erkekler daha başarılılar. Acaba hiçbir önyargıya saplanmaksızın, kadın ve erkeğin daha başarılı oldukları alanların belirlenmesi mümkün mü? Ben mümkün olduğunu düşünüyorum. Bence bunu tespit edebilir de buna yönelik bir yönlendirme yapabilirsek, toplum olarak neticede daha kârlı çıkarız. Esasen böyle bir ayırım kısmi olarak vardır. Hemşirelik gibi kimi meslekler bir kadın mesleği olarak görülmekte, kimileri de sadece erkek mesleği olarak değerlendirilmektedir.
Görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ediyorum.