Makale

Ruhun Düşüşü

Ruhun
Düşüşü

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Ruh nedir? Bu geçit vermez soruyu, acaba ilk defa kim sordu, bilemiyoruz. Söz kalıbı içinde olmasa da, böyle bir sorunun ilk sahibi Kâbil olabilir mi? Kardeşini öldürdükten sonra yerde cansız yatan cesede bakıp, öldürücü darbeyi vurmadan önceki hâli ile bu hâli arasındaki fark nereden geliyordu. Biraz önce "var" diyebildiği kardeşi için -bedeni gözünün önünde durduğu halde- şimdi niçin "var" diyemiyor? Bu değişikliğin sırrı ne idi?
Bir "cisim"i bir anda "var ama yok" hâle getiren etkene bir isim verilmesi, ona "ruh" diye işaret edilmesi, onun ne olduğuna dair soruların cevap bulması için yeterli olabilmiş değildir. İnsan, kendi varlığı üzerinde gerçekleşen "hayat" ve "ölüm" sahnelerinin değişmez yapı taşı olan ruhu hep merak etti, ama bu merakı tam olarak tatmin edilmekten daima uzak kaldı.
İnsanoğlu kendini bildi bileli ruhun ne olduğunu gerek kendine, gerek başkalarına sorar durur da, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) sormaz mı? İşte onu peygamberliği konusunda sınamanın en kestirme yolu! Eğer peygamber ise, insanlığın çözemediği bu bilmeceyi çözmesi gerekmez mi idi?
Kâinatın Efendisi bu soruya Allah’tan aldığı bir açıklama ile karşılık verdi. Bu karşılık, sorunun cevabını oluşturmuyor, aksine; sorunun niteliği, değişik bir ifade ile cevaplandırılabilme imkânı - yahut imkânsızlığı- hakkında bir bilgi içeriyordu.
"Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir." (Isra, 85) Ruh alanında sahip olduğumuz/olacağımız bilginin düzeyi ne olursa olsun, onun gerçek mahiyetini kavramaktan çok uzak olacağız. Maddî olmayan yanımızla ilgili niteliklerimizin ait olduğu sayısız sırlarla dolu bir "dünyacı yine sırlarla dolu bir şeyle, ruh ile işaretleme çaresizliğinden de kurtarabilmiş değiliz kendimizi. "Ruh dünyası" tanımlaması bu çaresizliğin bir göstergesi değil mi? Ruhun ne olduğunu keşfettik de mi, onun da içinde yer aldığı bir sorular yumağına onu ad yaptık?
Ruhun ne olduğunu keşfedemedik; ama onun, insanı insan yapan şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Ruhun terk ettiği fiziki yapı artık "insan" değil, bir "ceset”tir. Bununla birlikte insan olarak yaratılmak ve ruhunu teslim etmemiş olmak, insanlığı sürdürebilmek için yeterli olmuyor. Bu aşamada gerekli olan şey, ruha ihtiyacı olan "performans"! kazandırabilmektir. Tıpkı belirli ölçü ve kıvamlarda bir araya gelerek betona dönüşen su, çakıl ve çimento gibi. Dozu kaçırılmış beton yine betondur, ama şeklen. Onu yapı malzemesi olarak kullanamazsınız, yoksa dam başınıza çöker.
Ruhun yakalaması gereken performansı Kur’an, "fıtrat" tanımlaması ile gündeme getiriyor. (Rûm,3) Fıtrat, insanın yaratılıştan getirdiği temel mayayı, Yaratıcı’ya yönelme yeteneğini ifade ediyor. Bu özelliği dolayısı ile insan, üstün ve değerli bir varlık olma niteliğini kazanmış olmaktadır. "And olsun biz, insanoğlunu şerefli kıldık..." (İsra, 70) ayeti bu gerçeği vurgulamaktadır. "Fıtrat" membaının kazandırdığı bu üstünlüğün taşıyıcısı olan maddî yapı da bu sebeple "mükemmel"dir. İnsan, "Allah güzeldir, güzeli sever." (Müslim, İman, 147) düsturunca, en güzel ve en mükemmel bir yapıya sahip kılınmıştır. İlâhî tecellidir ki fizikî yönü ile mükemmel olan insan, ruh yapısı itibarı ile belli bir kalıba sabitlenmiş değildir. Bedenî yapısının oluşmasında müdahalesi ve emeği olmadığı için maddî güzelliği, insanın onun hakkındaki nihai değer yargısını etkileyici bir unsur değildir. Bu noktadaki Nebevî tespit şudur: "Allah sizin ne dış görünüşlerinize, ne de mallarınıza bakar..." (Müslim, Birr, 33) Nihai değer yargısını etkileyen şey kalp/ruh güzelliğidir. Çünkü bu alanda belirleyici olan insandır, onun iradesidir. Ruh dünyasının güzelliği ya da çirkinliği noktasında, ilâhî kudret insanı yetkili kılmış ve bu yetkiyi kullanma konusunda göstereceği başarı düzeyi, söz konusu değer yargısının asli kriteri olarak belirlemiştir. Yukarıdaki nebevi tespitin devamı bunu ortaya koyuyor: "...Allah, ancak sizin kalplerinize ve işlerinize bakar." (Müslim, Birr, 33)
Ruh dünyamızı tam olarak keşfedemesek de, orada etkin ve hakim olan birtakım yön verici kaynakların varlığını kesin olarak biliyoruz. Fıtratın, varlığını bozulmadan sürdürmesi, vicdan ve onu besleyen bütün ruhî yönelişler gibi olumlu etkenlerin faal ve hakim olması; nefis -ve şeytan gibi yıpratıcı ve aşındırıcı etkenlerin bastırılması, kontrol altına alınması ile mümkün olabilmektedir. İşte bu alan, insanın vereceği en ciddi savaşın konusunu oluşturuyor. Zira nefis -ve onu besleyen şeytan- ele gelmesi zor, kaygan ve kaypak bir yapıdadır. Ne zaman ve nasıl vuracağı belli olmaz. O yüzden, Hz. Yusuf’un ifadesi ile, "Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder." (Yusuf, 53) Ruhun asaletini ve fıtratını koruma alanında verilecek mücadeleyi Hz. Peygamberin, "büyük cihad" diye nitelemesi bundan dolayıdır. Bu mücadelenin başarıya ulaşması, vahyin desteğinin alınmasına bağlıdır. "Nefsin arzusuna uymayın." (Nisa,l35) uyarısı, bu konuda bir başlangıçtır. "Kim, Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın, kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır?" (Furkan, 43) ayeti ise, nefse yenik düşme tehlikesi konusunda daha da sarsıcı bir mesaj taşımaktadır. Çünkü bu konuda yaşanacak zaaf hâlinin bir adım sonrası, nefsin ilâh konumuna yükseltilmesidir.
İlâhî hikmet şeytanı, Hz. Adem’in cennetten indirilmesine, böylece insanın yeryüzü macerasının başlamasına sebep kılmıştır. Yeryüzündeki vereceği fazilet mücadelesi de bu vâkıanın bir sonucudur. Bu mücadelede insanın karşısında şeytan vardır. O, insanın açık bir düşmanıdır. (Isra, 53) Ancak, şeytanın bütün çabalarına rağmen nihai başarı insanın olacağına Kur’an işaret ediyor. Çünkü, "Şeytanın tuzağı zayıftır." (Nisa, 76) "Ve o, gerçek kullar üzerinde hakimiyet kuramaz." (Nahl, 99) Fakat, fıtrat-nefis dengesini kuramayacak olanları da şeytana itaat etmemeleri konusunda uyarmaktadır. (Nur, 21)
İnsanın kendisi ile, hemcinsleri ile ve çevresi ile barışık yaşaması, yaratıcı kudretle "barışık" yaşamasına bağlıdır. Varlığının sebebine karşı isyan hâlinde olan ruh, bütün asaletini ve yüceliğini yitiriyor. Allah’ı ve dini reddetme adına şeytana tapanların, kedileri kesip kanlarını içerek "ayin" yapan "insanların, ruh dünyalarındaki karalıkların boyutunu ölçmek mümkün mü? Burada, bir kediye olan sevgi ve iyi muamelesinden dolayı, "Minik Kedinin Babası" anlamında "Ebû Hüreyre" diye çağrılan (Hakim, Müstedrek, III, 506) o büyük sahabiyi hatırlamadan edemiyor insan.
Mutlak anlamda itaate lâyık olan Allah’tır. Nefsin, İlâhî iradeye aykırı isteklerine boyun eğmenin Kur’an dili ile ifadesi, "nefsi ilâh edinmektir. İşte bu noktada girilen yol, yalnızca yaşamak için yaşayan, sadece zevk almakla yetinen, bütün gayreti maddî hazlarını tatmine yönelik olan bir anlayışın yoludur, işte bu nokta, fıtratın kıvamını yitirdiği, ruhun düşüş yaşadığı noktadır. Burada insan bir yalnızlık içindedir. Yaşadığı yalnızlığı, bir gün gelip "yok" olacağı endişesi daha da çekilmez hâle getirir. Çünkü o, İlâhî kudretin himayesini reddetmiştir.
"Nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" (Furkan, 43)
insanca yaşamayı, "ruhu fıtrat çizgisinde tutma mücadelesinin bir sonucu" diye tanımlayabiliriz. Ruhun -nefse yenik- düşmesi de diyebileceğimiz ve Kur’an’ın, "aşağıların aşağısı" diye nitelediği hâlin en belirgin özelliği, günübirlik bir hayatı benimsemek, daha da ileri aşamalarda ise sefilce bir yaşayışla özdeşleşmektir. Aslında bu, adı konmamış bir âciz hâlidir. Pascal’ın ifadesi ile, "Sefaletimiz karşısında bizi teselli eden yegâne şey, eğlenip oyalanmaktır ve yine de sefaletimizin en büyüğü budur." (Düşünceler, Kaknüs, 2. Baskı,1998, s.108) "insanın aradığı, onu eğlendirip oyalayan, böylece düşünmekten alıkoyan telaş ve heyecanlardır." (Düşünceler, s.57) İnsanı bu telâş ve heyecanlara "esir" eden şey, maddi yönümüzün, varlığımız üzerindeki inkar edilemez etkisidir. "Madde, esaretimizin düğümlerini; ruh, hürriyetimizin kanatlarını üzerinde taşıyor. Bazı insanlarda madde, bazılarında ruh daha kuvvetlidir." (Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, 1970, s.19) Maddî bir dünyanın içinde yaşayıp, maddeye ve onun "ilham ettiği" dünya görüşlerine esir olmak, insanlık haysiyeti denen şeyin yitirilmesi ile sonuçlanıyor. "Biz gerçekten, insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tîn, 4-5) ayeti, bu düşün sürecinin bir fotoğrafı gibidir.
Stefan Zweig’in, Casanova üzerinden çizdiği şu ruh fotoğrafı, yenik düşmüş ruhun canlı bir örneği olarak "aşağıların aşağısı" nitelemesi ile ne kadar da örtüşüyor: "Casano- va’nın bütün felsefesi, rahatça bir ceviz kabuğuna sığdırılabilir. Böyle bir felsefenin başı da, sonu da şu ilkeye dayanır: Yalnızca dünya için yaşamak, kaygısızca ve içinden geldiği gibi yaşamak. Belki de mümkün olan (!) ama hiç de kesin olmayan (!) öteki dünyayı ve öldükten sonra şan ve ün kazanmayı düşünerek gülünç duruma düşmemek.(!) Bir takım teorilerin içinden yaşanılan anın görünümünü bozmalarına fırsat vermemek, belli bir gayeye, ya da önceden belirlenen bir amaca göre hareket etmemek, yalnızca kendi eğilimine göre ve o anı göz önünde tutacak şekilde hareket etmek." (Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, Ankara, 1995, s.43) Yazık... İnsan en büyük yanılgıyı işte bu noktada yaşıyor. Dilediğini yapabilmek, bütün arzularını gerçekleştirebilmek, kısaca canının, nefsinin istediği gibi yaşamak...Oysa nefsin her isteğini yerine getirmek gerektiğini kabul etmek, asıl esaret oluyor. Gerçek hürriyet, bu sonsuz istekler karşısında ayıklama yapma gücüne sahip olmak, "şunu yapabilirim, şunu da yapmamam gerekiyor" diyerek, aklın desteğindeki iradeyi devreye sokabilmektir. Gerçek "hür insan, bu yer yüzünde kendini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: ’Sefil, diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin illetler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum." (Nurettin Topçu, Var Olmak, 1965)
Ruhu besleyecek damar kurutulunca, insanı bir ölümsüzleşme arzusudur sarar, "insanoğlu bunu yapmaya güç yetiremeyeceği- ne göre, çareyi ölüm gibi kendisine ızdırap veren şeylerin lâfını etmemekte bulmuştur." (Pascal, Düşünceler, s. 55) Ama bu tutum onu kaçınılmaz sondan uzaklaştıramaz. Bu sebeple bütün bir hayat zindana dönüşür. Buna karşılık, ruh yüceliğini koruyabilen insan için ölümü hatırlamak; iki dünya mutluluğu yolunda uyarıcı ve gayrete getirici bir niteliği dolayısı ile, bir artı değer kaynağıdır. Hz. Peygamberin, "Ağızların tadını kaçıran ölümü çok hatırlayın." (Tirmizî, Kıyame, 26) şeklindeki uyarısı, işte bu kaynağa doğru yönlendirici bir teşviktir.
İnsan dediğimiz varlık, vücut denen heykelden ibaret değildir. Onu insan yapan ruhtur, yenik düşmemiş, yüksekteki yerini koruyabilen ruh.
Ruh düşmüşse, insan da düşmüştür.
İşte burada düşenin dostu vardır: Allah.
Yeter ki, O’nu bulsun insan.