Makale

Doç. Dr. Burhanettin Tatar: “Sanatkar, salt estetik kaygılarıyla değil, belki daha çok toplumu kuşatan gerçekleri derinlikli kavrayışıyla temayüz eder.”

Söyleşi

Dr. Hafsa Fidan

Doç. Dr. Burhanettin Tatar:

“Sanatkar, salt estetik kaygılarıyla değil, belki daha çok toplumu kuşatan gerçekleri derinlikli kavrayışıyla temayüz eder.”

O.M.Ü. İlahiyat Fakültesinde İslâm Felsefesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Burhanettin Tatar, entelektüel ilgisi, akademik konuların yanı sıra farklı sanat dallarına teorik ve pratik anlamda uzanan biri. Küçük yaşlarda Hattat Hüseyin Kutlu’dan meşk etmeye başladığı hat sanatının yanı sıra, fakülte yıllarında sanat musikisiyle yakından ilgilendi. Kendisiyle gelenek ve modernlik arasında klâsik sanatlarımızın konumunu kısaca sorgulamak amacıyla yaptığımız söyleşimizi takdirlerinize sunuyoruz.
Yazılarınızda hem geleneğin süreklilik arz ettiğinden hem de yorumların, bakış açılarının ve algıların dönemler içinde değiştiğinden söz ediyorsunuz. Böylece "geleneğin sürekliliği" dediğiniz şeyin basit bir tekrarcılık, tekdüzelik olmadığını ima ediyorsunuz. Ancak "süreklilik" ile "değişkenlik" dediğimiz şeyleri nasıl aynı anda tecrübe edebiliyoruz? Bu konuyu bize biraz açar mısınız?
Dilerseniz önce "gelenek" kavramıyla neyi anladığımı dile getirmeye çalışayım. Gelenek, en kısa ifadesiyle "geçmişten bize kadar gelen" şeydir. Ancak bize gelen şeyin ne olduğu ve bunun nasıl geldiği noktasında biraz oyalanmak gerekir. Eski eserler, ürünler, sanat şahikaları, kurumlar, fikirler, inançlar geçmişten tevarüs ettiğimiz şeyler arasındadır. Ama bütün bunların bize hangi ortam aracılığıyla geldikleri yani neyin sırtında bize değin taşındıkları sorusu en az yukarıda saydığım hususların bilinmesi kadar önem arz eder. Sanıyorum gelenek sorunu, geçmişten tevarüs ettiğimiz tek tek hususlar kadar bu hususların bize değin ulaşmasını sağlayan şeyi aynı anda ilgilendirmektedir. Meselâ bir klâsik eseri okumaya başladığınızda, bir klâsik hat eserini temaşa ettiğinizde, bir geleneksel kurumu incelediğinizde veya bir klâsik besteyi dinlediğinizde, size o eserleri fark etme, anlama, yorumlama ve eleştirme imkânını veren şey nedir? Eski insanların düşünceleri, niyetleri veya amaçları mı? Sizin kendi bilinciniz ya da amacınız mı? Karşınızda sabit bir şekilde duran kitaplar, yazılar, notalar veya yapılar mı? Bizle- re eskiye dair bilgi ve eserleri aktaran hocalarımız ve diğer eğitim süreçleri mi? Bir bakıma bu soruların hep olumlu olarak cevaplanabileceklerini düşünebilir ve geçmişten tevarüs ettiğimiz her şeyin bizce bilinmesi ve anlaşılmasında bütün bu noktaların rol oynadıklarını kabul edebiliriz. Yalnız bu noktaları göz önünde tutarken şu gerçeği de dikkatten kaçırmamalıyız. Ancak yaşayan, hareket eden, dinamik olan, kendi sırtında bir başka şeyi taşıyabilen şey; sabit olan, değişmez görünen, ruhtan yoksunlaşmış şeyleri bize kadar getirebilir.
Daha açık deyişle, ruhun bedeni hareket ettirme işlevine benzer bir işlevi üstlenebilecek şey eskiden ortaya konmuş eserleri, besteleri, ürünleri ve kurumlan bize kadar getirebilir. Bu durumda bizler gelenek derken gerçekte tek tek eserleri, besteleri, fikirleri, kurumları, âdetleri, inançları vs. kastetmeyiz. Tam tersine bütün bu donuk görünen şeylere ruh üfleyen ve üflediği ruhla onları bize sunan faaliyeti, canlılığı, akıcılığı, süreci kastederiz. Kuşkusuz geçmişten bize değin akarak gelen ve bizi de içine alarak bir yerlere doğru götüren en canlı süreç dildir. Yani geleneği kendisinde en aktif ve hayati biçimde temsil eden şey lisandır.
İmdi bu açıdan sorunuza döndüğümüzde şu cevabı vermemiz mümkün görünüyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de dil denen süreç içinde birbirinden çok farklı ve hatta birbirine karşıt kutuplarda duran birçok fikir, eser ve kurumu üretebiliriz. Ancak sonuçta ürettiğimiz fikirler birbirine ne denli zıt olurlarsa olsunlar, hâlâ aynı dil içinde üretildikleri için ortak bir noktada birleşirler. Bu yüzden zıt fikirlere sahip insanların, dilemeleri durumunda, yan yana gelip konuşmaları ve birbirlerini bir şekilde anlamaları mümkündür. Bu bakımdan, asla gelenek kendi sırtında taşıdığı tek tek fikirler veya ürünlerle aynı şey gibi ele alınmamalı ve geleneğin içinde çok sesliliğin her zaman mevcut olduğu peşinen kabul edilmelidir. Yalnız burada dikkatinize sunmaya çalıştığım husus şudur: Gelenek; çok sesli fikir, inanç, eser veya kurumların taşıyıcısı olarak farklı sesler arasında geçiş yapılmasını yani diyalogu mümkün kılar; ama buna karşılık söz konusu geçişler veya diyalog sayesinde kendisi de akar gider. Böylece gelenek, kendi içinde farklılıkların oluşumuna ve bu farklılıklar arasında geçiş ve diyaloglara imkân vererek kendi hayatiyetini, dinamizmini, akıcılığını sürdürebilen bir şeydir.
Geleneğin yüzleşebileceği en büyük risk, içinde bir şekilde mevcut olan farklı seslerin bir veya bir kaç sesin hükümranlığı altına girmesi ve böylece geleneğin akış hızının hakim ses ya da seslerin gölgesi altında yavaşlamasıdır. Bizler geleneğin sürekliliğini en iyi şekilde farklı sesler arasında geçişler veya diyalog kuruldukça tecrübe etmekteyiz.
Toplumlarda yer yer halk kesimi ile akademik düşünen kimseler arasında kopukluk ya da soğukluk olagelmiştir. Bu kopukluk ya da soğukluğun giderilmesi noktasında sizce sanat tecrübesi ne tür işlev görebilir?
Kanaatimce sanat tecrübesi bizi doğrudan dile getiremeyeceğimiz birtakım gerçeklerle yüzleştirir. Meselâ musiki, hat, ebru, roman, şiir, resim, sinema gibi farklı sanat tecrübelerimiz bize gündelik hayat ve akademik çalışmalar içinde doğrudan karşılaşmayacağımız bir anlam dünyasını sunarlar. Hülasa sanat eserleri kendilerine özgü bir dille bize konuştukları zaman sanat tecrübesi ortaya çıkar.
Acaba sanat eserlerinin dili, belli bir muhatap zümresine hitap ederek toplum içinde bir tür ayrımcılık yapar mı? Akademik düşünceye baktığımızda, ister istemez bu düşüncenin dayandığı teknik ve soyut kavramları anlayıp kullanan bir özel zümrenin "muhatap zümre" olarak dikkate alındığını ve onların halk kesiminden ayırt edildiğini fark ederiz. Buna karşılık halk kesiminin dili bu dile pratik ortam içinde kulak verecek farklı bir muhatap zümreyi hedef alır. Fark edileceği üzere, buradaki sorun daha çok farklı dil kullanımlarının toplum içinde farklı kesimlerin oluşumuna yol açmasıyla teşekkül eder. Buna karşılık sanat eserlerinin kendilerine özgü dili, açıkça hiçbir zümreye ait olamayacak yani bizim pratik ve teorik ilgilerimizle sınırlanamayacak şekilde tüm toplumu kucaklama potansiyeline sahiptir.
Sanat tecrübesi, akademik düşünen kimseler ile halk kesimi arasındaki kopukluk ya da soğukluğu, her iki kesime de özgürlük sağlayan bir geniş muhayyileyi teşvik ederek giderebilir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, din ve toplum arasındaki muhtemel soğukluk ve kopuklukları da ancak geniş muhayyile ve özgürlüğü teşvik eden bir faaliyet olarak sanat tecrübesi giderebilir.
Günümüz Türk toplumu, genel olarak kitapların soyut dilinden çok görsel imajların nispeten somut ve renkli diline kendisini yakın bulmaktadır. Böylece o "okuyan toplumlardan ziyade sanki "imge toplumu" olarak belirginleşmektedir. Bu durumu hem bizde soyut düşüncenin zayıflaması anlamında olumsuz, hem de toplumumuzun "imgelerin dili" olan sanata yatkınlığı şeklinde olumlu olarak ele almamız mümkün müdür?
Görebildiğim kadarıyla, Türk toplumu bilinen en eski tarihinden günümüze değin sembollere, soyut fikir, şekil, kavram veya işaretlerden daha fazla önem vermiştir. Burada "sembol" derken, şekil ve muhtevanın özgün bir biçimde kaynaşmış hâlini kastediyorum. Böylece onu sizin sorunuzdaki "imge" kavramıyla eşdeğer olarak kullanıyorum. Zira Türk toplumun- da imge kavramı, Batı felsefelerinde veya klâsik metafiziklerimizde görülebilecek gerçeklik dışı anlamında bir gölge değildir. Tam tersine Türk toplumu, içi tarihsel tecrübe ile doldurulan imgeleri kendisine "sembol" olarak kabul etmiştir. Daha yakın zamanlara değin, devlet gibi soyut bir sistemi "baba" imgesi içinde sembolize etmesi bu konuda tipik bir örnektir.
Türk toplumunun, içi tarihsel muhteva (tecrübe) ile dolu imge ya da sembollere bu denli önem vermesi onu hem geleneklere hem de sanata çok düşkün bir toplum hâline getirmiştir.
Zira sanatın özünde de karşılaştığımız hemen her şeyi bir sembole dönüştürme çabası bulunur. Bu bakımdan Türk toplumu soyut bilimsel kavramlardan ziyade, sanatı oluşturan sembollerin dili aracılığıyla kendisini daha iyi ifade edebilmekte ve birbirlerini anlamaktadır. Bu bağlamda A. Turan Alkan’ın anlattığı üç nokta (...) hikâyesi dikkat çekicidir. Askerdeki eşinin, babasına yazdığı mektupların sonuna eklediği üç noktayı (...) kendisi için bir sembole dönüştüren kadın, bir bakıma Türk toplumunun sanata yatkınlığını çok köklü biçimde dile getirmektedir. Üç noktanın sembolik olarak kadına anlattığı şeyleri asla soyut kavramlar dile getiremezler. Ne var ki, Türk toplumu şekil ve muhteva arasındaki orijinal kaynaşmayı çözerek şekil ve muhtevayı ayrı eleştiri süzgeçlerinden geçirme çabası olarak görünen soyut düşünce ve dile belki de sembollere yani sanata aşırı düşkünlüğünden ötürü soğuk durmaktadır. Bu noktada ilginç olan husus, Türk toplumunun kitapların soyut diline belli ölçüde soğuk durmasına rağmen, kitapların kendilerini sembolleştirmesidir. Bildiğiniz gibi, Türk toplumu başta Mushaf olmak üzere kitapları, sembol olarak değerli görür ve onları estetik itina ve imtiyaz konusu hâline getirir. Kitapların içindeki soyut fikirler ya da kavramlar, bu sembolik imtiyaza genelde erişemezler.
Modern zamanların en belirgin vasıfları arasında hayatın belki olması gerekenden daha hızlı yani doğru dürüst hazmedilemeden yaşandığına ve önemli boyutlarının ıskalandığına dikkat çekilir. Sizce musiki ve hat sanatı gibi klâsik sanatlarımız, temelde, "hayatı ağırdan almak" gibi bir yaklaşımı bize sunuyorlar mı?
Evet, galiba "hayatı ağırdan alma" hat ve musiki gibi klâsik sanatlarımızla ilgilenen hemen herkesin ortak tecrübesidir. Bu tür sanat eserleriyle yüzleştikleri zaman insanların zamanı neredeyse durmuş gibi algılamalarının gerisinde önemli nedenler vardır. Bunların başında klâsiklerin kalıcılık, önemini yine kendinden almak ve zamana karşı direnen birtakım şeyleri ön plâna çıkarabilmek gibi özellikleri gelir. Bir başka deyişle, hayatta ve tarihte neyin daha önemli ve kalıcı olduğuna dair bizlere derin tecrübeler sunan klâsik sanatlarımız hayatın bunca hengâmesi arasında kendilerinde dinlenebileceğimiz bir özel zaman ve mekânı bizim için açarlar. Bu bakımdan, kanaatimce hayatı ağırdan almayı bize öğreten klâsik sanatlarımız modern zamanların yaşanmadan akıp giden anlarının bizde oluşturdukları ruhsal boşlukları doldururlar. Bize yaşanmadan akıp giden anlar karşısında durup düşünme imkânı ve gerçeklik ile huzurun nasıl kaynaştırılabileceği hususunda bir örnek sunarlar.
Şayet durum böyleyse, klâsik sanatlarımız "zamanın gerçeklerine ayak uydurma" anlamında yenilenme yükümlülüğünü nasıl yerine getirebilir?
Klâsik sanatlarımızın bir taraftan dingin zaman tecrübesini bize sunarken, diğer taraftan zamanın değişimine nasıl ayak uydurabilecekleri önemli bir konu, insanların estetik tecrübeleri, sanat anlayışları, güzeli kavrayışları sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde. Bunca farklılıkların oluşması esnasında klâsik sanatlara olan ilginin de azalmakta olması sizin sorunuzla yakından ilgili görünüyor. Kanaatimce klâsik sanatlarımız zamanın gerçeklerine ayak uydurma yükümlülüğünü bu gerçekleri ne kadar iyi kavrayabilirse o kadar yerine getirebilir. Zira sanatkâr, salt estetik kaygılarıyla değil, belki daha çok toplumu kuşatan gerçekleri derinlikli kavrayışıyla temayüz eder. Yani topluma kendi gerçeklerini sembolik bir dil ile yeniden yansıtır. Bu bakımdan klâsik sanatlarımızın yenilenmesi, ancak kendi tarihsel gerçekliğimizi ne denli kavrayabildiğine ve bunları ifade etmede ne ölçüde başarılı olduğuna bağlıdır. Ve galiba tüm klâsik sanatlarımızın böylesi bir yenilenmeye yani gerçeklik algımızı derinden sorgulamaya ihtiyacı var.
Klâsik sanatlarımızın kendilerini yenilemesi noktasında bu sanatlar arasında yeni evlilikler ve oyunlar kurgulayarak onları bir üçüncü sanat şekline dönüştürebilir miyiz?
Tıpkı akademik disiplinlerin kendi aralarında yakın evlilikler veya oyunlar kurarak disiplinler arası dediğimiz türden yeni gelişmelere tanık olmaları gibi, elbette klâsik sanatlarımızın kendi aralarında veya modern sanat türleri ile farklı ilişkiler içinde yeni şekil ve vizyon kazanmaları mümkündür. Bu hem estetik zevklerimizin gelişmesi hem de gerçeklik algımızın genişlemesi yönünde yarar sağlayabilir. Klâsik dünyada hat yazısı, sözgelimi, mimari, iç dekorasyon, metal ve ahşap işlemeciliği ile birçok sanatsal evlilikler kurmuştur. Onun resimle ilişkisi ise, ancak çok soyut ve sınırlı bir düzeyde kalmıştır. Ama meselâ günümüz İran hat sanatı çalışmalarında bazen bir sandalye üzerine oturmuş "hiç" yazısı resim ile hat sanatı arasında ilgi kurma çabalarının geldiği noktayı gösterebilir. Burada artık esas olan, belli bir sanatın belli formlar içinde inceliklerini gösterme çabası değil, belki bizim gerçeklik algımızı derinden sorgulayacak veya onu açığa çıkaracak şekilde konuların işlenmesidir. Yani artık hat yazısını belli bir ayet, isim ya da şiirin orijinal bir kompozisyon (istif) içinde belli bir zemine aktarılma çabasının ötesinde algılamak gerekir. Yazının muhtevası ve kompozisyonu ile sınırlı bir çalışmanın ötesinde bizim zaman, mekân ve gerçeklik algımızı yani dünyamızı irdeleyecek bir bütünlük içinde çalışmaların yapılması daha uygun olur.