Makale

Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş Yılları

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bulut
Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Diyanet İşleri Başkanlığının
Kuruluş Yılları

Başlangıçta sivil bir hizmet anlayışıyla yerine getirilmiş olan dinî nitelikli hizmetler, zamanla kurumsallaşmıştır. Din hizmetlerini ifa etmek üzere oluşturulan kurumlar ise devletin idaresi ve gözetimi altında olmuş; başka bir ifade ile devlet sistemi içerisinde yer almıştır. Bu uygulama, birçok tartışmayı beraberinde getirse de, laik devlet anlayışının benimsendiği Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüştür.
Din hizmetlerini deruhte eden müesseseler açısından baktığımızda, geçen yüzyılın ilk yıllarından itibaren üç önemli gelişme ve/veya kırılmaya şahit oluruz: Şeyhülislamlık kurumunun son yılları, 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla oluşturulan Millî Meclis hükûmetlerinde dinî nitelikli hizmetlerin “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” adıyla bir bakanlık maharetiyle yürütülmeye çalışılması ve nihayet Cumhuriyet’in hemen başında adı geçen vekâletin lağvedilerek yerine Diyanet İşleri Reisliğinin kurulması.
Dönemsel olarak devlet içindeki konumu ve etkisi son derece güçlenmiş olan Şeyhülislamlığın hizmet alanı, Osmanlının son dönemlerinde iyice daralarak ifta, medreselerdeki eğitim-öğretim ve şer’iyye mahkemeleriyle sınırlı kalmıştır.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti, özellikle 1922-1924 yılları arasında önemli hizmetlere imza attı. Yapılanlardan daha önemlisi ise, geleceğe yönelik çok önemli projelerdi. İlk Meclis üyelerinin de, bu vekâletin gelecekte, ülkemizde ve bütün İslam dünyasında, dinî hayatta yaşanan problemlere çareler üreteceğine dair çok büyük ümit ve beklentileri vardı. Ne var ki, adı geçen bakanlık uzun ömürlü olamadı; Cumhuriyet’in hemen başında, 3 Mart 1924’de lağvedilerek yerine, İslam dininin muamelat dışında kalan inanç ve ibadetlerle ilgili hükümlerini yürütmek, ibadet yerlerinin ve dinî kurumların idaresine bakmak üzere Diyanet İşleri Reisliği kuruldu.
Kuruluş yasasındaki hassasiyetler
Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluş kanunu da olan 3 Mart 1924 tarihli 429 sayılı kanun, dar kapsamlı ve aceleye getirilerek yapılmış bir yasal düzenlemedir.
Yasanın gerekçesi olarak, din ve ordunun (429 sayılı kanun Erkân-ı Harbiye-i Umumiye/Genel Kurmay Başkanlığının da kuruluş kanunudur) birer siyasal kurum olan kabinelerde temsil edilmesinin sakıncaları gösterilmiş, “medeni milletler ve hükûmetler” tarafından bu iki kurumun siyaset dışı tutulduğuna dikkat çekilmiştir.
Öte yandan, aynı gün çıkartılan diğer iki kanun (Tevhid-i Tedrisat ve Hilafetin İlgasına dair kanunlar) üzerinde Büyük Millet Meclisinde önemli müzakereler cereyan etmişken, Şer’iye Vekâleti’ni lağvederek yerine Diyanet İşleri Reisliğini kuran bu kanun neredeyse hiç tartışılmamış, tasarlandığı gibi Meclis’ten bir çırpıda geçirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, ilmiyeye mensup vekiller başta olmak üzere, Büyük Millet Meclisi üyeleri, din hizmetlerinin reislik olarak yürütülecek olmasından dolayı vekâletin kaldırılmasına tepki göstermemişlerdir.
Bununla birlikte, 429 sayılı kanununun Başkanlığın kuruluşuna ilişkin maddelerine -ki sadece yedi maddedir- göz attığımızda, yine de birtakım hassasiyetlerin gözetildiğini görüyoruz:
Birincisi, söz konusu kanun aynı zamanda Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetinin de kuruluş kanunu olmasına rağmen, kanun metninde Diyanet İşleri Reisliği ile ilgili maddelere öncelik verilmesidir; bu tercih, dinî olana saygının bir işareti olarak değerlendirilebilir.
İkincisi, bu yasa ile bir vekâlet kapatılıp yerine bir reislik kurulurken, önce reisliğin kuruluşuna, daha sonra da vekâletin lağvedilişine ilişkin maddeye yer verilmiş olmasıdır. Bu da din hizmeti alanında, bir an için olsun bir boşluğa yer vermeme noktasında gösterilen bir hassasiyet olarak değerlendirilebilir.
Üçüncüsü, kurulan bu yeni teşkilata “Diyanet İşleri” adının verilmesidir. Bu adlandırmanın belli bir amaca matuf olduğu açıktır. Bilindiği gibi “Diyanet”, bir fıkıh teriminden mülhemdir. Bu makalenin konusu dışında kaldığı için detayına girmeden belirtelim ki, bu seçimle, kurulan teşkilatın, İslam’ın “diyani” hükümleri konusunda yetkilendirildiği vurgulanmıştır. Nitekim kanunun ilk maddesinde geçen, “İslam’ın itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesalihinin tedviri” ibaresiyle de bu husus tasrih edilmiştir.
Dördüncüsü, madde metninde yer alan kelime ve terkiplerin seçiminde gösterilen inceliktir. Şöyle ki, metinde sade bir “İslam dini” demek yerine “Din-i Mübin-i İslam” gibi yüceltici bir tamlama tercih edilmiştir. Bir kanun metninde dahi, İslam kavramının sıradanlaştırılmamasına özen gösterilmiş olması ayrı bir güzelliğin ifadesi sayılmalıdır. Keza cami ve mescitlerden söz edilirken “cevami’ ve mesacid-i şerife” denmesi de bu inceliğe diğer bir örnektir.
Beşincisi de, yasada Başkanlığın hizmet alanı belirtilirken en kapsayıcı kavram olarak “İslam dini” kavramı kullanılıp herhangi bir mezhep veya yorum ayrımına yer verilmemesidir.
Kısa süren ulvi heyecan
Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş yıllarını iki ana dönem hâlinde değerlendirmek mümkündür. Birincisi, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin de içinde yer aldığı Millî Meclis hükümetleri yıllarında ülkenin dinî hayatı adına yeşeren ümitlerin büyük oranda devam ettiği birkaç yıllık kısa dönemdir. Dünyanın en hür kürsülerinden biri olarak nitelenen ilk Büyük Millet Meclisi kürsüsünden, bizzat vekillerce geleceğe yönelik dile getirilen ümitler ve bu ümitlerin uyandırdığı ulvi heyecan şöyle özetlenebilir:
Savaştan yeni çıkmış ülkede maddi kalkınma yanında manevi kalkınma konusunda da seferberlik başlatılacaktı. Bu cümleden olarak din eğitimi kurumları olan medreselere yeni bir çeki düzen verilecek, buralarda dinî ve müspet bilimler birlikte okutulacaktı. Çağın ilimleriyle mücehhez imamlar, hatipler, vaizler yetişecek; camiler şenlenecek, ezan sesleri afakı inletecek, din-i mübin-i İslam bütün şaşaasıyla inkişaf edecekti. Toplumdaki dinî cehaletin önüne geçilecek, imkânsızlıklar sonucu harabe hâline gelmiş cami ve mescitler, içinde bulundukları acıklı vaziyetten kurtarılacak ve tarihî ihtişamlarına yeniden kavuşturulacaktı. Dinî yayın faaliyetleri başlatılacak, Batı dünyasında İslam aleyhindeki yayınlara cevaplar verilecekti. Şer’iye Vekâleti bünyesinde oluşturulan kurullar, yapacakları çalışmalarla sadece bu ülkenin değil, bütün dünya Müslümanlarının problemlerine çözümler getirecekti. Nihai hedef asr-ı saadet Müslümanlığının yeniden tesisi ile İslam’ı asrın idrakine okutmaktı. Nitekim Millî Mücadeleyi vermiş bu nesil, bütün imkânsızlık ve yoksunluklara rağmen nerdeyse durma noktasına gelmiş din tedrisatı ve din hizmetleri alanında önemli çalışmalar başlatmıştı.
İşte, Diyanet İşleri Reisliğinin kuruluşunun ilk birkaç yılında da bu ulvi heyecanın devam ettiğini görüyoruz. Şubat 1925’te Reislik bütçesinin TBMM’deki müzakeresi sırasında yapılan konuşmalar, ileri sürülen dikkate değer görüşler ve ayrıca bu müzakere sırasında verilen bir önerge ile Diyanet İşleri Reisliğince bir Kur’an tefsiri ve bir hadis külliyatı tercümesinin yapılmasının karara bağlanması, bu amaçla Başkanlık bütçesine ek ödenekler konması, bu durumun en önemli örnekleridir.
Ve hüzünlü yıllar
Belirtmeye çalıştığımız gibi, yeni kurulan Reisliğe ve yapacağı hizmetlere yetkililerce gösterilen ilgi ve ihtimam kısa sürdü. Bu yeni teşkilat, henüz kuruluş sürecini tamamlamadan, merkez ve taşra kadrolarını tam oluşturamadan kendi hâline bırakıldı, âdeta unutulmaya terk edildi. Din hizmeti, din eğitimi ve din görevlileri açısından hüzünlü yıllar başladı.
Bu süreçte Kur’an kursları dışında din eğitiminin tamamen yasaklanması vardır. Cami ve mescitlerin tasnifi vardır. Anadilde ibadet için çalışmalar yapılmaktadır. Din hizmetlilerinin sayıları her geçen gün daha da azalmıştır, mevcutları da her bakımdan mağdur durumundadır.
Bu nasıl oldu, birkaç yıl önceki heyecan bir anda nasıl söndü, ümitler nasıl karardı? Süreci bizzat yaşamış Ahmet Hamdi Akseki’nin ifadesiyle bunlar, cevabı zor olan sorulardı.
Bu yıllardaki diğer bazı gelişmeleri kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
15 Aralık 1927 tarihli Şûra-yı Devlet kararıyla cami görevlilerinin aylıklarının bütçeden karşılanması kararlaştırıldı; ancak bu görevliler 1965’e kadar memur kapsamına alınmadı.
1927 yılında camilerin tasnifi ve tasnif dışı kalan camilere görevli verilmemesini öngören kanun kabul edildi. Bu kanuna istinaden Diyanet İşleri Reisi Rifat Efendi başkanlığında bir komisyon kurularak 1928’de konuya ilişkin bir tüzük hazırlandı.
Öte yandan, 1928 yılına kadar 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) dinî esaslara dayanmakta, “ahkâm-ı şer’iyye”nin yerine getirilmesi devlet görevleri arasında yer almaktaydı. Nitekim “Türkiye devletinin dini, Din-i İslamdır” hükmü Nisan 1928’e kadar Anayasa’da yerini korumuştu. Yine bu tarihe kadar milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının Meclis’teki yeminlerinde “vallahi” sözü kullanılmaktaydı. 1935 yılına kadar resmî hafta tatili cuma günleriydi.
Başkanlığın ilk yıllarındaki en önemli kırılmalarından biri 1931’de yaşandı. 8 Haziran 1931 tarih ve 1927 sayılı Evkaf Umum Müdürlüğü 1931 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6. maddesi ile camilerin yönetimi ve imam, hatip, müezzin, kayyım gibi cami görevlilerinin tayin ve azil yetkisi Diyanet İşleri Reisliğinden alınarak Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne verildi. Bu düzenleme ile Başkanlık merkez teşkilatındaki cami görevlileriyle ilgili müdürlükler de aynı şekilde adı geçen genel müdürlüğe verilmişti. Böylece Diyanet İşleri Reisliği, merkez teşkilatında birkaç birim ile taşrada müftülüklerden ibaret kalmıştı. 1930’lu yılların ağır siyasi şartlarında, teşkilatı iyice küçülten bu icraatın önüne geçilememiştir.
Başkanlık bir teşkilat kanununa, kuruluşundan ancak on bir yıl sonra 1935’te kavuşabildi.
Bu yıllardan ibretamiz birkaç tablo
Başkanlıkta daha kuruluşuyla başlanan bu sancılı yılların, bu fetret döneminin 1940’lı yılların sonuna kadar sürdüğünü belirtmemiz gerekir. Bu süreçte yaşanan sıkıntıları ve imkânsızlıkları tebarüz etmek üzere burada birkaç tabloya yer vermek istiyorum.
* Hak Dini Kur’an Dili yayına hazır hâle getirilmiş, o günün şartlarında basım tekniği açısından ileri durumda olan İstanbul’daki Devlet Matbaasında basılacaktır. Matbaanın idaresi, Millî Eğitim Bakanlığı’ndadır. 1933’te Millî Eğitim Bakanı olan Hikmet Bayur’un bizzat kendi anlatımına göre, zamanın Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı İhsan Sungu, eserin mukaddimesini içeren formayı alıp Bakana götürür; “Haşa Türkçe Kur’an” ibaresini göstererek bunu bu hâliyle basıp basamayacaklarını sorar. Bayur, “basamayız” karşılığını verir. Hem konuyu görüşmek hem de namazda Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle namaz kılınması meselesini sormak üzere, Reis Rifat Börekçi yerine Müşavere Heyeti azası A. Hamdi Akseki’yi makamına çağırır. Söz konusu ibareyi kastederek, bu söz öyle durduğu müddetçe o eseri basmayacağını söyler. Akseki, “çıkartalım, efendim” gibi bir şey söylemez; “Hamdi Efendi Hazretlerine arz edeyim, bilmem razı olur mu” diyerek konuyu zamana bırakır. Bayur’un çok geçmeden bakanlıktan çekilmesiyle tefsirin basımına başlanır. Yıllar sonra tefsirin mukaddimesine bakan Bayur, kendi ifadesiyle “daha ağır bir şey” konulduğunu görür: “Türkçe Kur’an mı var, be hey şaşkın!” (Hikmet Bayur, “İbadet Dili”, Necati Lugal Armağanı, TTK Yayınları, Ankara 1968, s. 151-153.)
* 1947 Nisanının sonunda Akseki Diyanet İşleri Başkanı olur. İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuasının Temmuz 1947 sayısının kapağında Akseki’nin makamda çekilmiş bir resmi vardır. Resim altında “Diyanet Reisi Âlisi Prof. Ahmed Hamdi Akseki” ve onun altında da daha ince harflerle, “Makamındaki yazı takımı şeyhülislamlara mahsus tarihî ve çok kıymetli yazı takımıdır.” yazılıdır.
Evet, küçücük bir odadan ibaret reisin makamında, maddi anlamda da en değerli obje o kalem takımından ibarettir.
* A. Hamdi Akseki, Diyanet İşleri Başkanı olunca öncelikli olarak Başkanlık için nispeten uygun bir hizmet binası arayışı içine girdi. Arayışlardan sonra mülkiyeti Vakıflara ait olan ve Akşam Kız Sanat Okulu’na tahsis edilmiş bulunan eski Hukuk Fakültesi binasının Başkanlık için uygun olacağı sonucuna varıldı. Bu amaçla Akseki, Başbakanlığa 25 Eylül 1947 tarihini taşıyan bir yazı göndererek kullandıkları apartman katının Başkanlık için uygun olmadığını, üstelik binanın birinci katının da son zamanlarda otel hâline getirildiğini, girip çıktıkları kapıyı otel müşterilerinin de kullandığını, dolayısıyla yeni bir hizmet binası kiralamanın zaruri hâle geldiğini belirtip sözü edilen binanın Diyanet İşleri Başkanlığı’na kiralanması için ilgili yerlere talimat verilmesini talep etti. Akseki yazısında şu ifadelere de yer vermişti: “Artist kadın ve erkek müşterilerin -yapılan tenbihata rağmen- hemen her gün kapı ve merdiven başlarında gecelik elbiseleriyle dikilmeleri, mesleki temrinlerde bulunmaları herhangi bir dairenin resmiyet ve ciddiyetiyle asla mütenasip olmadığı gibi mesai zamanlarında da otelin ve etrafımızdaki kahvehanelerin radyo sesleri, demirci dükkânlarının şiddetli gürültüleri huzur ve sükûnla çalışmağa imkân bırakmamaktadır.” Akseki’nin bu talebinin -en azından Şubat 1949’a kadar- yerine getirilmediği anlaşılmaktadır.
Sonuç yerine
Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhuriyet döneminin önemli bir kazanımıdır. Fakat son 15-20 yılı bir kenara bırakırsak, bu kazanımın dinî hizmetlerin ifasına yeteri kadar yansıtılmasına imkân tanındığını söylemek zordur. Başkanlık, kuruluşunu müteakip en az bir 30 yıl boyunca dondurulmuş bir müessese hâlinde varlığını sürdürdü. Bu nedenle bu fetret döneminin açtığı derin rahneleri kapatmak, din eğitimi ve din hizmetlerindeki kayıpları telafi etmek, aradan yıllar geçmesine rağmen mümkün olmadı. Çok ağır şartlarda hademe-i hayratın özverili çabalarıyladır ki, bu hizmet büsbütün sekteye uğramadı; günümüze, şükrünü eda etmekten aciz kalacağımız bir teşkilata ulaşmasını sağlandı.
Rıza Tevfik, Cihan Harbi sırasında Edirnekapı Mihrümah Camii’ni gezmiş, camiin harap hâli karşısında büyük üzüntü duyarak meşhur “Harap Mabet” şiirini yazmıştı. Şiirinin son dörtlüğünde bizzat kendine şöyle seslenmişti: “Hey Rıza, secdeye baş koy da dinle / Taşlar dile gelsin senin derdinle / Efsane söyleyim, ağla hem dinle / O şerefli mazi meğer masalmış.”
Artık biz, bugün, geçmişte olup bitenlere takılıp kalamayız. Geleceğe bakmalıyız; insan kaynaklarımızı ve maddi imkânlarımızı çağdaş din hizmeti yolunda en iyi şekilde değerlendirmenin yollarını aramalıyız.
Bu vesileyle ömürlerini din hizmetine adamış zor yılların hademe-i hayratını rahmetle yad ediyoruz.