Makale

Fuzuli'den Bir Berceste

Fuzuli’den Bir Berceste

Vedat Ali Tok

Bu gamlar kim benim vardır baîrin başına koysan
Çıkar kâfir cehennemden güler ehl-i azap oynar
(Fuzuli)
(Benim öyle dertlerim var ki, bu dertleri bir devenin sırtına koysanız kâfirler cehennemden çıkar; azap ehli de gülüp oynamaya başlar.)
Edebiyatımızdaki zekâ göstergesinin en güzel örneklerinden olan bu beyit, Divan şiirinin zirvesi Fuzuli’nin kaleminden çıkmış. Kendisini çile üstadı gören ve çilesini ispatlarcasına şiirlerine hücre hücre nakşeden şair, ilk bakışta birbiriyle hiç ilgisi olmayan kavram ve kelimeleri yan yana getirmek suretiyle okuyucuyu âdeta bir bilmecenin içine sokmak ister gibidir.
Çektiği acıların şiddetini anlatırken mübalağaya giden Fuzuli, aslında ince nüktelerle hâlini estetik bir biçimde sunuyor bize. Zaten sahih şairler ruh dünyasındaki gelgitleri okuyucusu ile paylaşırken kendi yaşadıklarını okuyucusunun da yaşamasını ister gibidir. Yani en azından şiiri ortaya koyarken çektiği yürek sancısını okuyucusu ile paylaşmak ister. İster ki okuyucu da hemencecik varamasın mana incilerinin künhüne. Bunu yaparken sehl-i mümteni dediğimiz görünüşte kolay gibi gelen ama denendiği vakit bunun hiç de öyle olmadığı görülen bir üslupla çıkar karşımıza. Tıpkı Yunus Emre’nin tasavvuf mertebelerini anlatırken bize ilk bakışta tuhaf gelen;
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu
beytiyle başlayan şiirinde olduğu gibi, Fuzuli de benim dertlerimi bir devenin başına koysanız kâfirler cehennemden çıkar ve aslında azap çekmekle yükümlü olanlar da gülüp oynamaya başlar, diyor. Sebep ve sonuç arasında hiçbir ilişkinin kurulamayacağı bir ifadede bulunur gibi şair. Beytin, kelimeler arasındaki bağlamı şimdilik göz ardı edersek, modern şiir kurma çabasındaki bazılarının elinden çıkmış, ilintisiz sözlerin bir araya getirildiği anlamsız bir birim olduğunu düşünebiliriz ama son derece kültürlü ve donanımlı bir şairin, hele Fuzuli’nin anlamsızlık uçurumuna düşmeyeceğini ve okuyucusunu da boş sözlerin ardından yeldirmeyeceğini de biliriz. Öyle ise ne diyor şair anlamaya çalışalım. Şiiri anlamak için de tabii ki biraz düşünelim. Mesela Müslümanların cezasını çektikten sonra çıktıkları gibi kâfirler de cehennemden çıkacak mıdır? Azap ehli niçin gülüp oynayacak? Bütün bu sorular ister istemez ana kitabımıza müracaat etmeyi gerektiriyor. Bunun için baîr (deve), cehennem, kâfir gibi anahtar kelimelerle Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda şu ayet çıkıyor karşımıza:
"Ayetlerimizi yalanlayanlar ve o ayetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz suçluları işte böyle cezalandırırız." (A’raf, 7/40.)
Ayette, devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız ise inkârcılara göğün kapılarının açılması ve cennete ulaşmaları da öylece imkânsızdır, ifadesine yer veriliyor. Böylece devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız bir şey ise inkâr edenlerin, kâfirlerin cennete girmesinin de o kadar imkân dışı olduğunu anlıyoruz.
Fuzuli, burada elbette okuyucusuna dinî bir tebliğde bulunmuyor, ama üzerindeki çilenin yoğunluğunu ifade etmek için söz oyununa başvuruyor. Benim çilelerim devenin sırtına yüklense deve o kadar zayıflar ki âdeta ipliğe döner ve iğne deliğinden geçer, diyor. Deve iğne deliğinden geçerse Kur’an’daki ayet gereği imkânsız olan da gerçekleşir yani kâfir cehennemden çıkar, cennete girme hevesiyle azap ehli de sevincinden güler, oynar. Beyitlerdeki kelimelerin hiçbiri gereksiz yere kullanılmamış. Şair ne büyük bir ıstırap içinde olduğunu ve çektiği çileyi anlatmak için okuyucusuna cehennem ve azap kelimeleri ile bir manzara çiziyor.