Makale

Servet ve Refahın Allah katında Değer Ölçüsü Olduğu İnancı

Servet ve Refahın Allah Katında Değer Ölçüsü Olduğu İnancı

Dr. Abdulkadir Erkut
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Siyah ile beyaz, sıcak ile soğuk gibi zıtlıkların hüküm sürdüğü dünyamızda, insan hayatı ile ilgili olarak da çeşitli zıtlıklar söz konusudur. Servet ve refah ile yokluk ve darlık da bunlardandır. Kur’an söz konusu insani durumların anlamına dair bir bakış açısı sunsa da insanoğlu bu durumları kendi hevası doğrultusunda yorumlamaya meyillidir. Bu yanlış yorumun sonuçlarından biri de servet ve refahın Allah katında değer ölçüsü olduğu inancıdır. Dünya varlığının güzellik ve büyüsüne kapılan insan, söz konusu tutumunu makulleştirme arayışına girmekte ve sonuçta bu amacına hizmet eden böyle bir inanç geliştirmektedir.
Servet ve refahı Allah katında değer ölçüsü sayma şeklindeki bir inancın mevcudiyeti Kur’an’da birçok kez vurgulanmaktadır. İnkârcıların ağzından çıktığı anlaşılan bu inanç, "Rabbime döndürülsem bile and olsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum." (Kehf, 18/35-36.) "Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır." (Fussılet, 41/50); "Bana elbette mal ve evlat verilecek!" (Meryem, 19/77); "Bizim mallarımız ve çocuklarımız daha çoktur. Bize azap edilmeyecektir." (Sebe, 34/35) gibi cümlelerde ifadesini bulmaktadır.
Söylenen bu sözler tevhidi, nübüvveti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin ağzından çıkınca, bu sözlerin maksadının ne olduğu sorusu akla gelmektedir. İlk akla gelen, bu sözlerle onların, muhatapları Müslümanlarla alay etmekte olduklarıdır. Nitekim "Ayetlerimizi inkâr edip "Bana elbette mal ve evlat verilecek!" diyen kimseyi gördün mü?" (Meryem, 19/77.) ayeti nüzul sebebiyle birlikte değerlendirildiğinde, söz konusu ifadenin alay amaçlı olduğu anlaşılabilmektedir. Buna göre demircilikle meşgul olan Habbab b. Eret’in kendisine yaptığı bir işin karşılığı olarak As b. Vail’den alacağı vardı. Borcunu istemek üzere ona gittiğinde As b. Vail, "Hayır vallahi, Muhammed’i inkâr etmezsen borcumu ödemeyeceğim." dedi. Habbab asla inkâr etmeyeceğini belirtince, As b. Vail’in "O zaman ben ölüp diriltildiğimde gelirsin. Orada benim mal ve evladım olacak, sana borcumu o zaman vereceğim." sözü üzerine bu ayet nazil oldu. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Kahire 1421, IX, 291.) Ancak aynı temanın işlendiği diğer ayetler de dikkate alındığında bu sözün alay amaçlı olmadığı, kalpte var olan inancın samimi bir ifadesi olduğu görülmektedir. Zira Yüce Allah, "Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek oranın şımarık zenginleri, "Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz." (İsra, 17/16.) demişlerdir. "Yine, "Bizim mallarımız ve çocuklarımız daha çoktur. "Bize azap edilmeyecektir." demişlerdi." (Sebe, 34/34,35.) ayetinden sonra söz konusu inkârcıların inançlarının yanlışlığını şöyle ifade etmektedir: "De ki: Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ne mallarınız ne de çocuklarınız, sizi bizim katımıza daha çok yaklaştıran şeylerdir! Ancak iman edip salih amel işleyenler başka." (Sebe, 34/36-37.) Bu ve benzeri ayetlerde söz konusu inanç sahipleri sadece tehdit edilmeyip sözlerinin yanlışlığını gösteren ifadelere de yer verilmesi onların böyle bir inanç taşıdığı anlamına gelmektedir.
Söz konusu inancın altında yatan düşünceyi daha ayrıntılı olarak ifade etmek gerekirse; bu inanç sahiplerine göre, Allah hâllerinden razı olmasaydı onlara mal ve evlat vermez, rızıklarını bollaştırmazdı. Bu mal ve evladı, sadece amellerinden razı olduğu ve onları başkasına tercih ettiği, faziletleri ve katındaki yakınlıkları için verdi. (Taberi, Camiu’l-Beyan, Kahire 1422, XIX, 294.) Onların bu ‘kötü itikatları’, dünya hâllerini ahiretteki hâllerine mukayese etmelerinin sonucudur. Yani zayıf bir ihtimalle de olsa kıyamet kopsa, onlar Allah katında güzel muamele göreceklerdir; çünkü dünyada servet ve refah sahibi olduklarına göre, kıyamet gününde de öyle olacaklardır. Üstelik mal ve evlat çokluğunu Allah katındaki değerlerine delil saymakla onlar, aynı zamanda Müslümanların durumunun aksi olduğuna da işaret etmektedirler. Yani Müslümanların zayıflığı, sayılarının azlığı, hayatlarındaki zorluk ve darlık, onların Allah katında pay sahibi olmadığına delildir. (Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus 1984, XXV, 12; XXII, 213.)
Servet ve refahın Allah katında değer ölçüsü olduğu inancı, Kehf suresinin 32-44. ayetlerinde zikredilen iki adam meselinde de vurgulanmaktadır. Yüce Allah iki adamdan birine etrafı hurma ağaçlarıyla çevrili, cennet gibi, yani ağaç gölgeleriyle örtülmüş iki üzüm bağı vermişti. Bahçelerin içinde son derece verimli ekinler ve ağaçlar vardı. Bir ucundan diğer ucuna oldukça geniş olan bu bahçede bütün gıdalar ve meyveler mevcuttu. Üstelik bu toprak, her mevsim başka bir ürün vermekte, verdiği ürünlerde bir eksilme ve azalma söz konusu olmamaktaydı. İki bahçe arasında bir nehir akmaktaydı. Adam sadece bu bahçelere değil, onlardan başka da birçok dünyalığa sahip idi. Bu olağanüstü güzellik ve zenginlikten etkilenen adam, onların yok olmayacağını düşündü. Bu ruh hâlinin etkisiyle mal, evlat ve hizmetçilerinin çokluğu ile övünüp üstünlük taslamaya başladı. Bu güzellik onun o kadar başını döndürdü ki, kıyametin kopmayacağını bile düşünmeye başladı. Her nasılsa kıyamet kopar ve Allah’a döndürülürse bu nimetlerden daha iyisine nail olacaktı. Adamı bu düşünceye sevk eden şey, Allah’ın bu imkânları kendisine hak ettiği için verdiğini zannetmesiydi. Arkadaşı ise onun aklına ve gönlüne hitap ederek düşüncesinin yanlışlığını ifade etti; bu düşüncede olan birinin düşebileceği hayal kırıklığını ortaya koyarak kendisine doğru olan düşünce ve tavrı telkin etti. Bu yanlış inanç ve tutumdan vazgeçmediği anlaşılan adam, sahip olduğu bütün malının tamamen helak olması gibi kötü bir akıbetle karşı karşıya geldi. Ortaya çıkan bu durum karşısında pişmanlık ve hasretini ifade için iki elinden biriyle diğerini vurmaya veya -Türkçedeki karşılığı ile eliyle dizlerini dövmeye- "Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım." demeye başladı. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Beyrut 1401, XXI, 125-129.)
Söz konusu meselin verdiği mesajlardan biri de servet ve refahın Allah katında değer ölçüsü olduğu düşüncesinin yanlışlığıdır. Buna göre Allah’ın insanlara bol bol nimetler vermesi, onların daha faziletli, hayırlı olduğundan, O’nun katındaki değerlerinden dolayı değildir. Aynı şekilde Allah, nimeti kıstığı kişiye bunu öfkesinden dolayı yapmaz; O, bunu kullarını denemek ve imtihan etmek için yapar. Ancak insanların çoğu bu nimetlerin deneme amaçlı olduğunu bilmediğinden, nimeti bol verdiğine muhabbetinden dolayı bunu verdiğini, nimeti kıstığına da öfkesinden dolayı kıstığını zannederler. (Taberi, Camiu’l-Beyan, XIX, 294.) Bu yüzden servet ve refahın insanların Allah katındaki durumlarıyla ilişkilendirilmesi sağlıklı bir istidlal değildir. Çünkü bu dünyada Allah’tan alıkoymuş, O’ndan uzaklaştırmış mal ve evlat nasıl ahirette ona yaklaşma vesilesi olur? Bütün bunlardan dolayı servet ve refahla övünmek gereksiz ve yanlış bir tutumdur. Her zaman zenginin fakir, fakirin zengin olma ihtimali vardır. İtibar edilmesi gereken şey, Allah’a taat ve ibadettir ki; mezkûr darbımesel ile de bu açıklanmaktadır. (Razi, Mefatihu’l Ğayb, XXV, 263; XXI, 124.)
Bu ve benzeri içerikteki ayetlerde yer verilen yanlış düşünce tarzının, sadece inkârcılarla ilgili olduğunu söyleyebilir miyiz? Kur’an, muhataplarının çoğunun müşriklerden oluştuğu bir ortamda bu gibi ayetlerle müşrikler içinde yaygın olan bir inançtan bahsetmektedir. Ancak müşrikler kadar olmasa da bu ve benzeri düşünceler müminlerin de zihnini kurcalayabilir. İnsanlar aldanma konusunda birbirlerinden farklı durumlardadırlar ve Yüce Allah bu gibi ayetlerle müşrikleri zemmederken, müminlere de öğüt vermektedir. (Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXV, 13.) Çünkü Kur’an kötü haslet ve karakter örneklerini kâfirlerden seçmektedir ki bunun sebeplerinden biri, bu tür işleri bir Müslümanın işlememesi gerektiğini vurgulamaktır. (Y. Işıcık, Kur’an’ı Anlamada Temel İlkeler, Ankara 1997, s. 90, 91.) Nitekim ilk Müslümanların kâfirlere yapılan uyarıları kendilerine yapılmış gibi dikkate aldıkları görülmektedir: Hz. Ömer helal ve temiz nimetlerden uzak durmasının sebebini kıyamet günü kâfirlere yapılacak şu uyarı ile açıklamaktadır: "Ben Allah’ın kendilerine ‘Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz.’ (Ahkâf, 46/20.) dediği ve azarladığı kimseler gibi olmaktan korkarım." (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, XIII, 22.)
Netice olarak Kur’an’da servet ve refahın Allah katında değer ölçüsü olduğu inancının yanlışlığı müteaddit defalar vurgulanmaktadır. Bunu inkârcılara özgü bir durum değil; genel olarak insanoğlunun bir yanılgısı olarak görmek gerekir. Nitekim Allah Rasulü, Kur’an’ın bu mesajını veciz bir cümle ile Medine’de muhatabı olan Müslümanlara şöyle ifade etmiştir: "Allah Teala sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr, 34.)