Makale

Nefeslenecek Menzillere İhtiyaç Duymak Ya'da Kaybolan Adalar'ımız!

Nefeslenecek
Menzillere
İhtiyaç
Duymak
Ya da “Kaybolan Adalar’ımız!

Dr. Hatice Kelpetin Arpaguş

Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu’nun ıssız bir yerinde, milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. Kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgaları arasına kendilerini atarak intihar etmektedirler!
Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. Kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda, göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler, ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler. Yıllar süren araştırmalar sonucunda, bu trajik olayın yaşandığı yerde önceleri bir ada olduğunu; kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın, bir deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar.
İnsanların yokluğunu bile fark etmedikleri ada, kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez bir durağıdır. Kuşlar binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler; uzun ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler.
Hayatın uzun göç yollarında kendimizi toparlamak, soluk almak ve dinlenmek için bir ada arama gerçeği, sadece kuşlar için geçerli bir ihtiyaç olmasa gerek.
Bugün çeşitli şekillerde hayatla bağlantısını koparmaya çalışan bizler de sanki -ister manevi, ister maddi açıdan değerlendirilsin- göçmen kuşlar gibi adalarımızı kaybederek, okyanusun ortasında kalmış gibiyiz.
Kuşlar, kaybolan adalarından dolayı intiharı seçerken; bizler de -adalarımız sayılabilecek- kendimizi, çevremizi, maddî-mânevi değerlerimizi ve en önemlisi de Yaratıcımızla olan irtibatımızı kaybetmeye başladık. Şüphesiz bu da, hayatımızda telafisi imkansız büyük boşluklar oluşturmaktadır. İçinde bulunduğumuz bu durumun karşılığı ise bilimsel olarak "yabancılaşma" adı altında İncelenmektedir.
O halde nedir bu "yabancılaşma"?...
Yabancılaşmayı on sekizinci yüzyıldan itibaren başlayan teknoloji devrimi sonrasında yaşanan ilerleme ve gelişmelere ters orantılı bir şekilde, insanda gözlemlenen uyumsuzluk ve açmazlara verilen genel bir isim olarak tanımlamak mümkündür. Yapılan bunca yatırım ve yeni teknolojiler, insanın rahat ve huzuruna hizmeti amaçlamakla birlikte, bu süreçte yaşanan gelişme ve ilerlemelerin başka bir yönü de, insanların gittikçe yalnızlığa sürüklendiği gerçeğidir. Kendisinden, çevresinden, değerlerinden ve hepsinden de öte Yaratıcısından uzaklaşan günümüz insanı, bu yorucu yolculuğunda soluklanacak bir adası bulunmaz hâle gelmiştir.
Gelinen bu noktanın tahlilinden önce şunu ifade etmemiz gerekir ki, insanın yapısını göz önüne aldığımızda, onun görünen maddi yönünün dışında bir de manevî yönü vardır. Maddî yönünü bedeni, manevî yönünü de ruhu karşılamaktadır. O aynı zamanda çevresiyle birlikte yaşayabilen toplumsal bir varlıktır. Ancak bütün bunların ötesinde, insan için kaçınılmaz bir olgu vardır ki o da dindir. Nitekim tarihin tüm evrelerinde ve toplumların tamamında, din denilen bu olguyla karşılaşılmaktadır. Bu dinî yapı da insanı hem içten hem de dıştan kuşatan, düşünce ve davranışlarının belli bir düzen içinde şekillenmesine sebep olan, kısacası maddî ve manevî tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir gerçekliktir. Yine insanın metafizik ihtiyaçlarının bulunduğu da sosyal ve tarihî bir realitedir. İnsanın kendisini aşan yüce kudrete gönülden bağlanması, dua, niyaz ve iltica edebilecek bir Yaratıcısının varlığına inanarak yaşaması, (bir adaya ihtiyaç duyması) ona hayatında kolaylık sağlaması yanında, kuvvetli bir irade ve sağlam bîr karakter sahibi olmasını “der sağlar, işte insanın yaşamı boyunca bütün bu yönlerinin karşılık bulması hatta doyuma ulaşması, sağlıklı bir şahsiyetin teşekkülünde vazgeçilmez unsurlar arasında yer almaktadır. Nitekim değişik araştırmalar da bu yönlerin herhangi birinde tatminsizliği veya açmazı bulunan insanların, hayatının veya davranışlarının bir cephesinde, bazı aksaklık ve açmazların kaçınılmaz olduğuna işaret etmektedir.
Bu amaçla Yüce Yaratıcı, insanın ister yabancılaşması, ister göçmen kuşlar misali adaşız kalması şeklinde ifade edilen durumundan kurtulmasının yollarını gösterdikten sonra engin rahmeti, Hz. Peygamberin yol göstericiliği ile, sonsuz nur ve ışık kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim’in rehberliğine işaret etmiştir. Hatta kendinden bahsederken de, "Rahmeti kendime farz kıldım." (En’am, 12,54) şeklindeki vasfına işaret etmiştir. Bu da din veya Allah inancı şeklindeki tanımlamamızın, Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim’den bağımsız olamayacağını gündeme getirmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de Hz. Peygamber’i, üstlendiği misyondan hareketle "müjdeci", "uyarıcı" ve "hatırlatıcı" (A’râf, 2; Enbiyâ, 107) olarak vasıflandırmıştır. Yine o, Kur’an-ı Kerim’in başka bir ifadesine göre de, "Mü’minlere son derece düşkün" (Tevbe, 128) bir rahmet peygamberidir. Çünkü insanlık tarihine göz attığımızda Yüce Allah’ın, ümmetlerinin en buhranlı dönemlerinde çaresiz, ümitsiz, kurtarıcıya hasret kaldığı zamanlarda; hakkı hak, batılı batıl olarak öğretecek, gaflete gömülmüş kalpleri uyandıracak, vicdanları silkeleyecek rehberler ve önderler gönderdiğini görmekteyiz. işte bu peygamberler, İlâhî kaynaklı hidayetleriyle, insanların fıtratlarında mevcut olan hakikat duygusunu inkişaf ettirerek, ruh ve beden bütünlüğünde onları kemale erdirmeye vesile olmuş mümtaz şahsiyetlerdir. Yani bizim dini adacıklarımızdan biridirler.
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki dertlere bir şifa ve inananlar için bir hidayet ve" rahmet otan Kür’an geîdî." (Yûnus, 57) "Sizi, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna açık ayetler indiren O’dur. Muhakkak ki Allah, size çok şefkatli, çok esirgeyicidir." (Hadîd, 9) gibi, Kur’an-ı Kerim’in vasıflarından bahseden bu ayet-i kerimelerde Allah, insanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek rahmet, öğüt, hidayet, furkan ve şifa kaynağı olan kitapları beşerin; şirk, küfür ve dalâlet karanlıklarından, iman nuruna çıkması ve gerçekleri apaçık bir şekilde görmesi için indirmiştir. Kur’an da Hz. Peygamber gibi iyilikleri, büyük mükafatlarla ve cennetle müjdelemekte, doğru yoldan sapan- lara da akıbetlerinin korkunçluğunu anlatarak, Allah’a dönmeleri için çeşitli ifade şekilleri, tebliğin esaslarına uygun nasihatler ve bilinmesi imkansız gerçeklerle açıklamaktadır. Böylece o, kendine has üslup ve belagatıyla bir yandan erişilmez bir seviyeyi yakalarken, diğer yandan da bizlere dünya ve ahirette ulaşabileceğimiz mutluluk yollarını göstermektedir.
İşte bütün bunlar insana, okyanus ortasında nefes aldıracak ve ona sığınak olabilecek adacıklarıdır. Bu adalar sayesinde insan, dur durak bilmeyen hayatına anlam katma imkan ve avantajına sahiptir.
Nitekim Hz. Peygamber de bizlerin, yukarıda zikredilen göçmen kuşlar misali adalarımızı kaybetmek üzere olduğumuzu bildirerek, bu ateşten kurtulmamızı, kendisinden ve bize sunduğu hayat düsturlarından uzaklaşmamızı istemektedir: "Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervâneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz." (Müslim, Fezâil, 19; Buharî, Rikâk, 26; Tirmizî, Edeb, 82)
Şüphesiz insanın sığınarak huzura ereceği birçok adacıktan bahsetmek mümkündür. İnsanoğlunun yaratılışını ve yapısını göz önüne aldığımızda, varlık olarak ondaki mevcut durumlar kadar adacıklar olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunlar içinde telafi edilemeyecek olan ve ilk sıralarda yer alanı ise, dinî boyut veya başka bir ifadeyle metafizik alandır. Tüm bu hususlar da insan gerçeğini dikkate alan, onun maddî ve manevî tüm yönlerine cevap veren din gerçeğinden uzaklaşılamayacağı realitesini gündeme getirmektedir. İnsanoğlunun varlık amacına ve yaratılış gerçeğine ulaşabilmesi için bir dine ve özellikle Allah inancına sahip olması, olmazsa olmazlar arasındadır. Aksi takdirde göçmen kuşlar misali maalesef adaşız kalma akıbetinden bahsetmek durumundayız.
İnsan, sonsuz evrende sosyal çevre açısından doygunluğa ulaşsa da onun kendi iç dünyasında yalnız olduğu bilinmektedir. İşte bu yalnızlıkta her zaman sığınabileceği, dua ve yakarışta bulunacağı ve içini dökebileceği tek varlık, rahmet ve affı sonsuz Yaratıcısıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın bizzat kendisi de, "Kullarım sana beni sorduklarında, benim kendilerine yakın olduğumu söyle. Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasını kabul ederim, dilediğini yerine getiririm..." (Bakara, 186) ifadeleriyle, insanın yalnızlığını karşılayabileceğine işaret etmektedir. Yine O bize, "...şah damarımızdan daha yakın.." (Kâf, 16) olduğunu da bildirmektedir. Zaten her iki âlemde de mutluluk, O’nun bu yakınlığına erenlerin olacaktır. O’ndan başka bir iltica makamı ve sığınılacak bir varlık bulunmamaktır.