Makale

SÜNNETTE İŞÇİ-İŞVEREN MÜNASEBETLERİNDE HAK VE SORUMLULUK

SÜNNETTE
İŞÇİ-İŞVEREN MÜNASEBETLERİNDE
HAK VE SORUMLULUK

Dr. M. Selim Arık
Bursa Merkez Vaizi

Hakka ve adalete riayet her yerde kolayca yaşanabilir; insani bir haslet, Kur’anî bir terbiye, Peygamberi bir yoldur. Dolayısıyla hakka ve ihsana uymak, işini sağlam yapmak, kişiyi dünya ve ahiret saadetine ulaştırır.

Kur’an-ı Kerim’in üzerinde durduğu konulardan biri, ahlâkî kaidelerden olan hak ve adalettir. Ahlâk ise, insanın fizikî yapısını içine alan "halk" (yaratılış) ile manevî yapısını içine alan "hulk" (iyi ve kötü, fazilet ve rezilet) kelimesinden türemektedir. Böylece ahlâkî konu içinde yer alan hak ve adalet, kişinin vazife ve sorumluluğunu belirler. Bu da işçi ve işveren açısından hak ve ihsan kavramlarını ortaya çıkarır. Bu kavramlar da emekte kalite ve verimliliğin, toplumda da huzur ve güvenin artmasına vesiledir. Günümüzde işçi ve işverenin hak ve sorumluluklarının hakkaniyet ve adalet çizgisinde belirlenmesi, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, işçilerin de ehil olması ve mesuliyet duygusu içinde çalışması, toplumun ilerlemesi ve yapılan işin kalitesinde en büyük etkendir. İşin mahiyeti sebebiyle âlimler, işçiyi ecir-i has ve ecir-i müşterek diye iki gruba ayırmışlardır. Yapılan iş sözleşmesi, işçinin belli bir zaman biriminde hâsıl edeceği emeğini işverenin emrine tahsis etmesini gerektiriyorsa, bu duruma "ecir-i has" denilir. Günümüzdeki devlet memurları, sanayi ve tarım kesimi işçileri ile günlük işçiler bu kapsama girmektedir. Buna karşılık sözleşme, işçinin belli bir iş görmesini konu alıyorsa, o takdirde bu işçiye de "ecir-i müşterek" denir. Bu kapsamda da ücret karşılığı bir işi takip eden avukatlar ile doktorlar ve sanatkârlar sayılmaktadır. (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, VII, 61) Hak, sözlükte ve fıkıh literatüründe, "gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş, olması gereken yetki ve imtiyaz" (Ragıb el-lsfehani, el-Müfredât, "hak" md; Barda- koğlu, Ali, "hak" d.I.a. xv, 139) anlamındadır. Haklar, "hukukullah" (Allah hakları) ve "hukuku’l-ibad" (kul hakları) şeklinde iki kısma ayrılır. Şüphesiz en büyük hak, Allah hakkıdır. Allah, kendi hakkını gerektiğinde affedebilirken; kul hakkının kulların kendi aralarında helâlleşmediği müddetçe affedilemeyeceğini haber vermektedir. (Buhari, Mezalim, 10) İslâm nazarında her insan mü- kerremdir, kıymetlidir. Hepsi aynı haklara sahiptir. Bütün insanlar bir ailenin fertleri gibidirler. Hangi ırka, hangi sınıfa, hangi mesleğe, hangi rütbeye mensup olursa olsun her insan eşit haklara sahiptir. Hiçbir fert, mensup olduğu sınıf, meslek, ırk veya cinsiyet dolayısıyla tabii haklarının hiçbirinden mahrum edilemez.
Adalet ise, "davranış ve hükümde doğru olmak, dengeli davranmak ve eşit kılmak" manalarına gelmektedir. (Ragıb el-lsfehani, el-Müfredât, "adi" md; Çağrıcı, Mustafa, "adalet" D.I.A. l, 341) Müfessirler Kur’an-ı Ke- rim’deki, "Muhakkak ki Allah, adaleti ve ihsanı emreder." (Nahl, 90) ayetindeki adaleti, üç kısımda mütalâa etmişlerdir: 1. Kulun Allah’a karşı adaleti: Allah’ın emirlerini eksiksiz yerine getirmektir. 2. Kulun nefsi ile cismi arasındaki (kendisine karşı) adaleti: Kendini mahvedecek maddî ve manevî felâketlerden uzak durmasıdır. 3. Kullar (insanlar) arasında adalet: Mahlukata insaflı davranma, başkasının hakkına riayet ederek, hıyaneti terk ile sözlü ve fiili olarak hiç kimseye kötü bir harekette bulunmamadır. (IbnüVArabi, Ahkâmü’l-Kur’arı, III, 1172)
İhsan, "başkasına iyilik etmek" ve "yaptığı işi güzel yapmak" anlamına gelen bir isimdir. (Çağrıcı, Mustafa, "ihsan" d.İ.a, xxı, 544) Bu açıdan bazı âlimler ihsanı, adaletin üstünde bir derece daha fazla olarak görmüşlerdir. Çünkü adalet, borcunu vermek, alacağını almak iken, İhsan ise üstüne düşenden daha fazlasını vermek, alması gerekenden daha azını almaktır. Bundan dolayı adaleti gözetmek vacip, ihsanı gözetmek mendup ve müstehap kabul edilmiştir. Cibril hadisi diye bilinen rivayette Hz. Peygamber iman, İslâm ve ihsanı tarif etmiş; ihsanı, "Allah’ı görür gibi ibadet ve kulluk vazifesini (verilen işleri) yerine getirme" (Buhari, İman, 37) olarak belirtmiştir.
Kur’an-ı Kerim, insan hak ve vazifeleriye ilgili konuları mücmel (kısa) olarak anlatırken, Hz. Peygamber de uygulamalarıyla bu konuları açıklamış ve bunların aynı zamanda Allah hakkı olduğunu belirterek, dikkat edilmesi mevzuunda ümmetini uyarmıştır. Meselâ Hz. Peygamber bir defasında: "Bir kimse, yemin ederek bir Müslümanın hakkını gasbederse, Allah o kimseye cehennemi vacip kılar ve cenneti haram eder" buyurunca, bir kişi, "ey Allah’ın Rasûlü! Eğer o hak, değersiz bir şey ise ne dersiniz?" demiş ve Peygamberimiz de: "isterse misvak ağacından bir dal parçası olsun" (Müslim, iman, 218) buyurarak konunun önemine dikkat çekmiştir.
İşverenin hakkı ve sorumlulukları
İslâm’da işçinin hak ve vazifeleri olduğu gibi, işverenin de hak ve sorumlulukları vardır. Öncelikle işveren ve işçinin uyması gerekli ilk şart; doğruluk, verdiği sözde durma ve her işin hakkını vermek olmalıdır. Sahabiden Sufyan b. Abdullah es- Sekafi bir defasında Hz. Peygamber’e, İslâm’ın kısa ve özlü bir tavsiyesi olsa ne olur? demiş, O da: "Allah’a iman ettim dedikten sonra tüm işlerinde dosdoğru ol" (Müslim, iman, 62) buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de haber verilen "Yeryüzüne ancak salih kullarım mirasçı olur." (Enbiya, 105) ayetindeki varislik, dürüst olma prensibine dayanır. Çünkü ayetteki "salâh=dürüstlük" dünyevi işleri en güzel yapmadır. Bu, bilimde, sanatta ve teknikte en mükemmeli uygulama olabileceği gibi, ahirete yönelik ibadetleri de zamanında eda etme anlamı da taşımaktadır. Buna riayet edildiği zaman, "Hak üstündür" (Buhari, Cenaiz, 80) düsturu ortaya çıkacaktır. Bu da "her işin hakkını vermek" prensibini meydana getirir. Bu kaideden hareketle, genel olarak işverenin hak ve sorumluluklarını şöyle sıralayabiliriz:
Helâl kazanç: işçinin çalıştırılmasıyla ilgili olarak önemli bir şart, yapılacak işin ifasının dinen haram ve hukuken yasak olmamasıdır. Meselâ zina, kumar, cinayet, hırsızlık gibi dinen günah sayılan işlerin işlenmesini konu alan bir sözleşme ve bundan elde edilen ücret caiz değildir. Hatta masiye- tin öğrenimi veya masiyetin işlenmesine yol açan akitler de aynıdır. Çoğu fakihler, yapılan iş dolaylı da olsa haram bir fiili içeriyorsa zaruret yoksa, Müslüman bu tür işlerden uzak durmalıdır, demişlerdir. Meselâ bunun için bir Müslümanın, domuz çiftliğinde çalışmasını doğru bulmamışlardır. (Veh- be Zühayli, Islâm Fıkhı Ansiklopedisi, Ter. Heyet, VI, 33)
Ücreti belirleme: İşverenin verebileceği ücreti önceden belirtmesi sonradan olacak anlaşmazlıkları ve kırgınlıkları ortadan kaldıracaktır. Bazı işverenlerin, işe başla da sonradan düşünürüz veya kolay ederiz gibi sözleri doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber bu konuya açıklık getirmiş ve "Kim bir işçi çalıştırırsa, ona ücretini bildirsin" (Beyhâki, Sünen, iv, 120) buyurmuşlardır.
Ücreti zamanında ödeme: İşverenin en önemli sorumluluğundan biri de, akitte kararlaştırılan şekilde işçiye ücretini zamanında ödemesidir. Çünkü Hz. Peygamber’in, "İşçiye ücretini, teri kurumadan önce veriniz" (İbn-Mace, Ruhûn, 4) tavsiyesi, bir nevi emir hükmündedir. Kudsi bir hadiste de Hz. Peygamber, Allah Tealâ’dan rivayetle şöyle buyurmaktadır: "Üç sınıf insan vardır ki, kıyamet günü ben onların hasmıyım: 1.Benim ismimle yemin edip, sonra ahdini bozan. 2. Hür bir kimseyi köle olarak satan ve parasını yiyen. 3. Bir işçi tutup çalıştırıp sonra ücretini vermeyenler." (Buhari, Icârat, 10) Bu hadisten de anlaşılıyor ki işveren işçisine ücretini zamanında ve eksiksiz ödemesi gerekmektedir. Zira bu rivayet aynı zamanda haksız kazanç sağlayanlara ve kul hakkını ihlâl edenlere en büyük tehdittir!
İşi ehil olana verme: "işler ehil kişilere verilmediği zaman kıyameti bekleyiniz" (Buhari, İlim, 2) rivayeti yalnız büyük kıyameti değil, küçük kıyamet denilen "dünyevi belâlar" anlamında da anlaşılmalıdır. Zira ehil olmayan bir insanın yapacağı bina, kullanacağı vasıta kendisine mezar olabilecek veya ömür boyu sakat kalabilecektir. Bunun için Hz. Peygamber, "Daha ehil ve liyakatlisi varken, yakınlık sebebiyle bir işe, bir başkasını tercih ve istihdam eden kişi Allah’a, Rasülü’ne ve bütün Müslümanla- ra karşı hainlik etmiş olur." (ibn Hacer, el-Metâlibü’i-Âli- ye, ıı, 233) buyurarak bu konuya işaret etmiştir. Ebu Musa el-Eşari de şöyle bir olay anlatır: Bir gün Eşa- ri kabilesinden iki kişiyle beraber Hz. Peygamber’in huzuruna vardık. Bunlar Resülullah’tan iş ve vazife istediler. Ben sıkılarak ya Resûlallah, "Ben bunların gönüllerinde memuriyet talebi bulunduğunu bilmiyordum" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "İş dileyen kimseyi, biz işimiz üzerinde kullanmayız" buyurmuşlardır. (Buhari, Icârat, 1) Özellikle devlet işlerine ehil olunmadığı müddetçe personel alınmaması gereği, bu rivayetten çok net anlaşılmaktadır. Tarihçiler, Hz. Osman dönemindeki fitnenin bir sebebini de devlet işlerine ehil olmayan ve kabile taassubundan kaynaklanan tayinler olduğunu sebep gösterirler. (Bkz. Doğrul, Ömer Rıza, Asr-ı Saadet, v, 22) Bu konu da çok dikkat çekicidir.
İnsan haklarına riayet: İnsan hakları ve özgür- lükleriye ilgili konulara riayet etmek, işçişine yaşanabilir bir hayat ortamı hazırlama ve dini yükümlülüklerini yerine getirmede (meselâ farz namaz ve cuma namazları gibi) imkân hazırlama da işverenin görevleri arasındadır. Hz. Peygamber, "Kim bize âmil (işçi, memur) olursa, ücretiyle hanım alsın (evlenebilsin). Eğer hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun. Eğer evi yoksa ev kazansın." Hz. Ebubekir bundan sonra Hz. Peygamber’den şöyle işittiğini nakleder: "Bundan başka servet edinenler ya hıyanet edicidir veya hırsızdır." (Ebu Davud, Haraç, 10) Bu da bize gösteriyor ki, bir işte çalışan kişilerin bu insani eksiklikleri giderilirse, vazifelerini daha rahat ve düzgün yaparlar. Bu sorumlulukları yerine getiren işverenin bundan sonra kaliteli iş istemeye de hakkı olur. Dolayısıyla işçi-memur olarak çalıştırılan kişilere, lojman ve servis (araç) tahsis edilmesi gerektiği de bu hadisten anlaşılmaktadır.
İhsankâr davranmak: İhsan, Allah’ın murakabe ettiğini unutmama, bundan dolayı onun rızası istikametinde bulunma, aynı zamanda yaptığını güzel ve sağlam işleme anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Tealâ, "Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsanda (iyilikte) bulun." (Kasas, 77) buyurmaktadır. Dolayısıyla Allah, insanı nasıl mükemmel ve karşılıksız yaratmışsa, insan da tüm mahlukata karşı aynı şekilde ihsankâr davranmak mecburiyetindedir. Hatta hadiste, köle veya işçi olarak çalışan kimseler için, "Onlar sizin kardeşleriniz olup, Allah onları sizin sorumluluğunuz altında kılmıştır. Böyle bir din kardeşi eli altında bulunan kimse, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, onlara gücü yetmediği şeyleri yüklemesin. Şayet yüklerse onlara yardımcı olsun." (Buhari, ıtk, 16) şeklinde belirtilmiştir. Abdullah b. Ömer de Hz. Peygamber’den şöyle bir haber nakleder: "Sizden önceki milletlerde üç kişilik cemaat sefere gitmişler ve dağda bir mağaraya sığınmışlardı. Mağaraya girdikleri zaman dağdan bir kaya parçası aşağı düşüp bunların üzerine mağarayı kapadı. Bunlar l<endi aralarında bîzT buradan ancak salih amelimiz kurtarır diyerek, herkes yapmış oldukları ameli zikrederek, Allah’a dua etmeye başladılar. İki kişi dualarını bitirdikten sonra kaya biraz açılır fakat çıkamazlar. Bunlardan üçüncüsü de şöyle devam ediyor: Allah’ım sen de biliyorsun ki, ben bir kere birtakım işçiler tutmuştum. İşçilerden biri müstesna hepsinin ücretlerini verdim. Fakat diğer işçi ücretini bırakıp gitti. Bunun ücretini ticaretle nemalandırdım. Hatta bunun bu ücretinden hayli servet meydana geldi. Bir zaman sonra bu işçi bana geldi, ey Allah’ın kulu ücretimi bana ver dedi. Ben de ona şu gördüğün deve, sığır, koyun hep senin ücretinden meydana gelmiş bir servettir. Götür bunları dedim. O da ey Allah’ın kulu benimle alay etme dedi. Ben de ona: Hayır, bu hakikattir, malını al götür! dedim. O da bunların hepsini sürüp götürdü. Rabbim! Bu hayır ve sadakatimi, senin rıza ve muhabbetin için yapmışsam şu kaya parçasını buradan kaldır dedi ve kaya tamamen açıldı, bunlar da mağaradan çıkıp gittiler." (Buhari, Enbiya, 52) Bu hadisten de işçinin hakkını vermek, hatta ihsankâr davranarak onun gönlünü almak, işveren için dünyevî ve uhrevî mükâfata nailiyet olacağı anlaşılmaktadır. Kur’an- ı Kerim’de de Allah, "ihsankâr davranan=muhsinleri çok sevdiğini" çeşitli ayetlerde beyan eder. İşçinin vazifesi, hakkı ve sorumluluğu işverenin hakkı, ihsanı ve sorumlulukları olduğu gibi, işçinin de vazifesi, ihsanı, hakkı ve sorumluluğu vardır, işçinin ilk görevi sağlam ve kaliteli iş üretmesidir. İhsanı ise, isteyerek ve karşılıksız olarak fazla mesai yapmasıdır. Bununla birlikte ayrıca vazife ve sorumlulukları şunlardır:
Güvenilir ve ehil olma: Yapılacak iş, işveren tarafından işçiye emanet edileceği için işçi açısından en önemli sorumluluk, önce emniyet ve liyakattir. Hz. Musa Mısır’da bir Kıbti’yi kazaen öldürmeşinden sonra Mısır’ı terk etmiş, Medyen’e doğru gitmişti. O esnada kuyu başında bir grup insan bulmuş hayvanlarını suluyorlardı. Bunların gerisinde de iki kız vardı. Bunlar da izdihamdan sakınıp duruyorlardı. Hz. Musa bunlara:
-Siz niye kenarda bekliyorsunuz? diye sorunca onlar da:
-Bu çobanlar çekilip gitmedikçe, bunların arasına sokulup da biz hayvanlarımızı sulayamayız. Biz zayıf kimseleriz. Babamız da koca bir ihtiyardır (Şuayb) dediler. Bunun üzerine Hz. Musa, bu kızcağızların koyunlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi. İstirahat ettiği sırada bu iki kızdan birisi utanarak Musa’ya geldi. Babam seni davet ediyor. Bize su çekiverdiğin ücreti sana ödemek istiyor" dedi. Bunun üzerine Musa (a.s.), Şuayb (a.s.)’a geldi. Bu kızlardan birisi (Safura) babasına, "Babacığım bu adamı ücretli tut. Bu, tuttuğun ecirlerin en hayırlısıdır; kuvvetli, emin bir kimsedir" dedi. Şuayb (a.s) da, "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birini (Safura) sana nikâhlamak istiyorum. Eğer hizmetini on yıla tamamlarsan, artık o da kendinden (ihsan) olur. Ben seni zahmete sokmak istemem" dedi. (Kasas, 26-27)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılan husus; kendisine iş tevdi edilecek işçinin ifasına memur edileceği işi başarabilecek kudret ve kabiliyeti haiz bulunması ile emin olmasıdır. Peygamberimiz, işçinin güvencesini kaybetmesi ve emanete riayet etmemesinin bir nevi hırsızlık olacağını şöyle haber vermişlerdir: "Biz kimi bir vazifeye tayin eder ve ona geçimi için maaş bağlarsak; maaşından sonra onun aldığı şey, ganimet malından çalmak gibidir" (Ebu Davud, Haraç, 10) buyurmuşlardır. Bir başka rivayette de şöyle nakledilir: Hz. Peygamber devrinde el emeği ile geçinen "Kerkire" adlı bir adam vardı. Bu adam öldü. Hz. Peygamber, "O adam cehennemdedir" dedi. Bunun üzerine gidip eşyasını karıştırdılar; gördüler ki ganimetten bir aba çalmış. (Buhari, Cihad, 190) Ganimet amme hukukudur. Böy- lece tüm insanların hakkına tecavüz olmuştur, bundan dolayı cezası da elbette ağır olacaktır. Özellikle devlet ihalesine girenlerin bu konuda çok dikkatli olmaları gereklidir. Çünkü sözleşmeye riayet edilmediği takdirde, tüm milletin hakkı kendi üzerine geçmiş olur.
İşini sevme ve işverene saygı: işini sevme hatta işine âşık olma, verimliliğin artmasında en önemli etkenlerden biridir. Zira hayatın her alanında yanlış, eksik, çürük, hileli ve kalitesiz mal üretimi, bilgisiz ve ilgisiz kişilerden kaynaklanmaktadır. Bu konuda da Peygamberimiz: "Muhakkak ki Allah, sizden birinizin yaptığı işi sağlam ve güzel yapmasından hoşnut olur" (Suyûtî, Fet- hu’l-Kebir, 1, 354) buyurmuşlardır. Zira işini seven ve sahip çıkan kişiler, kendilerini kaliteli iş yapmak mecburiyetinde hissederler. İşverene saygılı olmak ise, onu görünce selâma durmak değildir. Onun yokluğunda haklarını gözetmek, malına sahip çıkmak, zarar vermemek, tahrip etmemek ve buna izin vermemektir. Dolayısıyla işçi, iş sahibine gıyabında saygılı olsun ki, işveren de işçiye karşı şefkatli davranabilsin. Zira, "insan kendisi için istediğini başkaları için de istemedikçe, kâmil mü’min olamaz." (Bkz. Müslim, İman, 71) hadisi, kişinin tüm işlerinde devamlı rehberi olmalıdır. İşçi de, işveren gibi bu konuda hakkaniyet esaslarına uygun olarak ve karşılıklı rıza ile düzenlenmiş sözleşme esaslarına ve şartlarına uymalıdır. Hz. Peygamber, "Müslümanlar, kabul ettikleri şartlara uymak zorundadırlar." (Buhari, karat, 14) buyurmuş ve sözleşme yaptığı hâlde buna uymamayı münafıklık alâmeti olarak nitelemiştir. (Bkz. Buhari, İman, 24) İşçinin taahhütlerine uyarak işini belirtildiği şekilde yapması yalnız kendi ahlâkı şahsiyetine ve işverene karşı bir görev değil, aynı zamanda topluma ve devletine karşı da bir borcudur. Örnek olarak bir inşaat sektörünü ele alırsak, buradaki bir işçi, kalfa veya mühendisin, projeye uymadan ucuz ve daha kısa zamanda yaptığı işin bedelini, telâfisi mümkün olmayan acılarla ödeyebilmektedir. Nitekim 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde 20 bin kişiyi kaybetmemiz bunun en acı faturasıdır. Peygamberimiz. "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İman, 164) buyurmuşlardır. Bu da, "bizim yolumuz ve sünnetimiz üzere değildir" demektir. Hz. Peygamber’in yolunda olmama ise bir mü’min için en büyük bedbahtlıktır.
Sonuç
İşçi-işveren ilişkileri, insan ilişkilerini, insan ilişkileri de insan haklarını oluşturur. İslâm’ın hedefi, belli bir kesimin refah veya sıkıntı içinde olmasını değil, toplumsal gelir ve sıkıntının birlikte ve âdil bir şekilde paylaşılmasıdır. Böyle olunca hem objektif ve âdil ölçülerin hâkim olduğu hukuki düzenlemelere hem de yetişkin, inançlı, eğitilmiş, sorumluluk duyan, fedakâr insanların çoğalmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple İslâm’ın hayata ve insan ilişkilerine yön ve anlam veren ilkelerinin özümsenip, dinin bir bütün hâlinde bireyin vicdanını, kişisel ve toplumsal hayatını kuşatması, işçi-işveren, amir- memur ilişkisinin karşılıklı saygı, sevgi ve hakkaniyete dayalı sağlam bir yapıya kavuşması gerekmektedir. Bu konudaki ölçü ise Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in yaşadığı ve miras bıraktığı sünnettir. Böyle bir mirasa sahip çıkan toplumda üretim, kalite ve iş ahlâkı kişisel menfaate değil, toplum yararına dönüşecektir. Dinimiz sadece işçiyi korumaya yönelik değil, ak- din iki tarafını da korumayı hedefleyen tedbirler almıştır. Bu yüzden İslâm, işçi sınıfının haksız olarak örgütlenip güç birliği ederek grev tehdidi ile işvereni baskı altına alarak, hak etmedikleri bir ücreti zorla elde etmelerini doğru bulmadığı gibi, işverenin de işçiye haksızlık yapmasını hoş karşılamaz. Netice olarak hak, adalet ve ihsana riayet sadece Allah’ın veli kullarına, sahabilere has olan bir hal değildir. Hakka ve adalete riayet her yerde kolayca yaşanabilir; insani bir haslet, Kur’anî bir terbiye, Peygamber? bir yoldur. Dolayısıyla hakka ve ihsana uymak, işini sağlam yapmak, kişiyi dünya ve ahiret saadetine ulaştırır. Bunun zıddı olan haksızlık, hırsızlık ve zulüm ise, Allah’ın lütfundan mahrumiyet ve insanların sevgisinden uzak kalmak ile dünyada yaptığının karşılığını ceza olarak bulmaktır.