Makale

Prof. Dr. F. Çiçek Derman "Başı edep, sonu edep, illâ edep”

Söyleşi: Ayfer Balaban

Prof. Dr. F. Çiçek Derman
"Başı edep, sonu edep, illâ edep”
Müslüman sanatkâr için estetik ne ifade eder?

Estetik Yunanca bir kelime, Osmanlıca’daki karşılığı bediiyat, sanattaki güzelliğin mahiyetini anlatan bir ilim dalı. Bir insan estetik bilimini öğrenerek sanatkâr olamaz; ama, doğuştan sanatkâr olan bir insana, estetik ilmi, muhakkak ki, çok güzellikler katar, zevk katar ve farklı bir görüş kazandırır. Bu bakımdan sanatkâr için estetik çok önemlidir.
Ben hep derslerimde de söylerim; meselâ, bir Süleymaniye, bir Selimiye, ibadet maksadıyla yapılmış bir binadır; ama, oradaki güzelliği, pek çok farklı dinlerdeki insanlar da büyük bir hayranlıkla seyrediyorlar. Ama, hakikî ve samimî bir Müslüman, o hayranlığı başka türlü görüyor, işte, estetiği ben burada hissediyorum. Onun tattığı bediî his, farklı dinlerden olanlarda mevcut değil. Bu şekilde ayırt ediyorum.
Müslüman sanatkâr için edep ön plânda gelir. Tabiî, estetik de bunun içinde. O yaptığı eserlerde daima Yaratan’a ulaşmak gayesiyle, yaratılmışları vasıta kabul etmiştir ve eserlerinde hiçbir zaman bire bir kopyaya başvurmamış, tabiatın ölçülerinin dışına çıkmadan, üslûplaştırarak motiflerini kullanmıştır. Bu edeben tabiatla yarış etmemek içindir. Sanatkâr tabiatta var olan güzelliği, en güzel şekliyle eserleriyle insanlara sunmak gayesiyle sanatını icra eder.
Sanatta estetiği yakalayabilmek için, eğitim kadar kabiliyet de ön plânda lüzumlu olan şeylerden biridir. Yalnız bilgi yetmiyor, bilgi muhakkak kabiliyetle birleşirse, o zaman estetik açıdan da mükemmeli yakalamış oluyoruz.
Üslûplaştırma da edebin bir gereği mi?
Üslûplaştırmada bire bir kopya yok. Sanatkâr edeben bunu yapmamış, bire bir kopyadan kaçınmış, tabiatla yarışa mı giriyorum düşüncesiyle; ama, tamamen dışına da çıkmamış, komik şeyler de yapmamış. Mesleklerde, ölçülerde sadık kalmış; ama teferruatta kendi zevk ve görüşünü katmış. Dolayısıyla çıkan eserde, hem tabiat hem sanatkâr ikisi de bir arada mevcut ve artık o bir imza oluyor. Biz, hocalarımızın pek çok eserini fırçasından, motifinden, o kendinden kattığı ufak noktalarından fark edebiliriz imzası olmasa da.
İslâm sanatlarında aşırı bir üslûplaştırmadan söz edenler var.
Aşırı değil; kararınca ve bence üslûplaştırma bire bir kopyadan çok daha kıymetli, çok daha zordur.
’Müslüman sanatkârın en bariz vasfı; kalbiyle, aklıyla, eliyle ve ruhuyla bir bütün olarak çalışmasıdır’ diye bir yaklaşımda bulunmak haklı olur o halde.
Tabiî. Bir de, benim için Müslüman sanatkârın en büyük özelliği, yaratan değil, yansıtan olduğunun idrakinde olmasıdır. Yaratmak Allah’a mahsustur. Bütün yaratılmışları görerek, sanatkâr kendini bir ayna olarak kabul eder ve o kendine yansıyan güzellikleri, görmek isteyenlere, sanatıyla görünür hâle getirir, aksettirir. Ayna olmak da çok zordur, kolay bir şey değildir. O güzellikleri alıp, onları daha güzel aksettirebilmek, herkese nasip olmaz ve sanatkâr daima bu şuurdadır; yani, yarattım kelimesini hiçbir zaman kullanmaz. Yaratmak, sani-i hakiki olan Allah’a mahsustur. Sanatkâr yaratan değil keşfedendir. Var olan, ezelden var olan fakat herkes tarafından görülmeyen güzellikleri, sanatıyla görünür hâle getiren kişidir sanatkâr.
Sanatkâr farklı duyuyor, farklı görüyor, farklı hissediyor.
Meselâ bir büyük mermer blok düşünelim, bunun içinde harikulâde bir sanat eseri gizli. Ama, onu herkes göremez. İşte sanatkârın farkı, fazlalıkları yontarak onu görünür hâle getirmektir; yoksa, yoktan var etmek değildir. Ben buna yürekten inanıyorum ve bu edep içinde yapılan sanatın da yerini bulacağına inanıyorum.
Siz, ’illâ edep illâ edep’ diyorsunuz.
İllâ edep diyorum. Bugün, çok ihtiyacımız olan bir yitiğimizdir edep. Maalesef, gençliğin içinde de -ben bunu üzülerek yaşıyorum- en çok kaybettiğimizi düşündüğüm tavır, edeptir; her şeyin de başı o.
Başı edep, sonu edep... Zaten, bir büyüğümüz öyle derdi, ’edep tacını başınıza koyduktan sonra istediğiniz yere girin, sizden artık bir endişe duyulmaz, yeter ki o taç başınızda olsun.’
Talebelerinize bu ruhu mutlaka veriyorsunuzdur.
Çalışıyorum; ama, ne kadar verdiğimi zaman gösterecektir. Bir kere, kendilerinde bir varlık olduğunu kabul etmesinler, imza peşine düşmesinler, kendilerinin bir vasıta olduğunu hiçbir zaman unutmasınlar istiyorum. Çünkü, Allah’ın yardımıyla yapılıyor bu işler, biz bir parmağımızı bile oynatamayız O’nun izni olmadan. O zaman, nasıl "ben" diyebiliriz? Bu işe vasıta olduğumuz için bunun şükrü içinde olmamız lâzım. Çünkü, bu bize bir emanet. Sanat bir emanettir ve ne zaman geri alınacağını sadece Allah bilir. Bunu bilmediğimiz için, bu emanete sahipken, onu en güzel şekilde, hizmet yolunda kullanmamız lazım. Bir müddet için bize lütfedilmiştir bu kabiliyet, hayat boyu değil. Bunu bilirsek eğer, çok daha dikkatli, çok daha şuurlu ve -yine söyleyeceğim- edepli oluyoruz.
Ele çizme, göze görme gücünü, kalbe hissetmeyi veren bilinir o zaman.
Tabiî. Bir lütuftur o.
Nokta, çizgi ilk ve en mühim konulardan. Öncelikle nokta koymayı, bilâhare çizgi çizmeyi öğretmekle başlıyorsunuz değil mi?
Nokta çok mühim; çünkü, her şeyin başlangıcıdır. Başlangıç da o noktaya bağlıdır.
Çizginin de başı noktadır. Her şey noktadan baş ladığı için, noktayı güzel koymak çok mühim bizler için. Noktayla başlamak ve bitirmek çok mühim. Onun için her şey noktanın içinde gizli.
Sanatkâr için asıl olan şekilden mânâya gitmektir.
Sanat gaye değil, amaçtır, hizmet etmektir ve mühim olan Allah’ı bilmektir, Allah’a varmaktır. Sanat yoluyla varmaktır. Tabiî, o güzel eserlerle meydana geliyor, güzel eserler yardımıyla oluyor.
Hakikaten sanatı görüp büyük sanatkârın farkına varmamak, çok esef edilecek bir durum. Eseri görür de nasıl sanatkârı bilmezsiniz, kabul etmezsiniz, düşünmezsiniz? O eseriyle ortada zaten.
Hazret-i Mevlânâ’dan bir söz, çok hoşuma gider:
"Her sanat, Allah’ın tecellisinden bir görünüştür." Ne kadar güzel anlatıyor bugünkü düşüncelerimizi. Sanattan da maksat bu bence. İslâm sanatlarından, gelenekli sanatlardan... Bu düşüncelerle yola çıkınca, zaten hedefe varmamak için bir sebep yok diye görüyorum ben.
Benliği aradan çıkarıp vasıta olduğumuzu unutmadan, edeple bu sanatı, bize tanınan müddet zarfında, güzel temsil eder ve öğretirsek ne mutlu bizlere.
Neden ’gelenekli sanatlar’ diyorsunuz?
’Gelenekli sanatlar’ tanımlamasını ilk ortaya çıkaran Uğur Derman Bey’dir. Biz de gönülden katıldık ona. Çünkü, geleneksel deyince, bitmiş...
Saray etrafında büyüyen ama bugün Anadolu’ya doğru hızla yol alan gelenekli sanatlarımızın bu yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı devleti döneminde, bu sanatlarımızın dejenere olmaması için, yani aslını kaybetmemesi için çok muazzam bir teşkilât kurulmuş. Bir kere, bu sanatlar saray bünyesinde, saraya bağlı bir nakkaşhanede uygulanıyor. Orada desenler çiziliyor ve oradan çinide, maden üzerinde, tekstilde nerede kullanılacaksa, ilk önce nakkaşhaneden sernakkaşın onayıyla, izniyle çıkıyor, herkes istediği gibi rasgele desen çizemiyor. Yine bu desenler, imparatorluğun en ücra köşelerinde bile uygulanacaksa, oraya soruyorlar, bu desenleri bozmadan yapacak bir usta eğer mevcut değilse, saray desenlerle beraber ustasını da gönderiyor. Bu muazzam bir teşkilât. Bozulmadan, aslını kaybetmeden imparatorluğun her tarafından aynı titizlikle uygulanması, bu nakkaşhane geleneğiyle sağlanmıştır.
Şu anda durum tabii çok farklı. Nakkaşhanenin kalkmasıyla, artık ferdî bir çalışma söz konusu. Usta çırak ilişkisi de pek kalmadı. ’Ben çizdim oldu, benim yaptığım en güzelidir’ demekle olmuyor doğrusu. Bunu zaman değerlendirecek.
Gelenekli sanatlarımızla ilgili olarak, ’bu sanatlarla uğraşanlar geçmişi kopya ediyorlar veya tekrar ediyorlar’ gibi eleştiriler de yapılıyor. Bu, bakanın görememe kusuru mu? Yoksa gerçekten orijinal eserler veriliyor mu?
Ben buna katılmıyorum tabii. Bu düşüncede olanların, bu sanatın inceliklerinden, marifetlerinden uzak olmalarına bağlıyorum. Asla tekrar yoktur bizde, asla kopya yoktur. Ana kaideler öğretilir öğrenciye. Ben, 25 seneye yaklaşan hocalık hayatımda, bir eseri verip de öğrenciye bire bir kopyasını istemedim. Anlatıp, gösterip, tanıtıp, bugünün anlayışıyla orijinal eserler talep ediyoruz; ama, eskiyi bilmeyen bunu yapamaz, esas kaideleri bilmeden bunu öğrenemez.
Temelin sağlam olması lazım. O temelin üzerine, tabii ki günün anlayışıyla orijinal eserler yapılacak. Asla kopyayı kabul etmem ve tasarım çok mühimdir benim için, işçilikten daha mühimdir tasarım; çünkü, tasarımda öğrenci kendi kabiliyetini ortaya koyuyor. İşçilik bir yerde zanaatkârın işi ama, tasarım artı işçilik oldu mu, sanat ortaya çıkıyor.
Bir de, kaideleri bozmak yenilik değildir. Bunu da çok inanarak söylüyorum, benim için çok mühimdir bu. Kaideleri koruyarak yapılan yeniliktir sanatın devamını sağlayan özellik. Yoksa, ben bütün geçmiştekilerin hepsini yok edeyim, bugün yenilik yaptım diye ortaya çıkayım; bana gülerler. Sanatın özünü kaybederiz o zaman. Temeli koruyup, üzerine güzel binalar yapmamız lazım. Bu da kaidelere bağlı.
Gençlerimizin gelenekli sanatlarımıza teveccühlerini nasıl buluyorsunuz?
Ben daima ümitle bakmaktan yanayım, hep güzel ve iyi görmekten yanayım, kendimi bunun için bazen çok zorluyorum samimi söyleyeyim; ama, inşallah diyorum, inşallah bugünden daha güzel gelecekler sanatımızda da bizleri karşılasın.
I