Makale

PEYGAMBERİMİZ VE SÜNNETİNİN TEŞRÎÎ DEĞERİ

PEYGAMBERİMİZ VE SÜNNETİNİN TEŞRÎÎ DEĞERİ*

Lütfi ŞENTÜRK**

Özet:
Kur’an-ı Kerim’de: “...İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik” (Nahl 44) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de; “Bana kitap ve bir de onunla birlikte onun gibisi verildi” buyurmuştur. Kur’an ve Hadis’ten verilen bu deliller, Sünnet’in İslam dinindeki yerini ve değerini açıkça ortaya koymaktadır. Bu gerçek İslam tarihi boyunca böyle kabul edilmiş ve Sünnet, Kur’an’la birlikte İslam dininde hüküm konulan ana kaynaklardan birisi olarak kabul edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kur’an, Sünnet, Hadis.
Prophet Muhammad and His Sunnah’s Judgement Asset
Abstract:
In Qur’an: “To you We have revealed the Admonition, so that you may proclaim to men what was sent dawn for them, and that they may give thought” (Nahl -The Bee- 44) ordered. Prophet Muhammad (Pbuh) said; “A book and with it its alike is given to me”. These arguments given from Qur’an and Hadith display the place and asset of the Hadith in Islam Religion bluntly. This truth is accepted like this throughout the Islam History and Hadith is accepted as a main source of judgment together with Qur’an
Key Words: Qur’an, Sunnah, Hadith.
Giriş:
Tabiî zenginlik kaynaklarından mahrum olan, geçimlerini temin edecek ziraî imkânları da bulunmayan ülkeler milletlerinin, hayatlarını çok defa göçebelikle idâme ittirdikleri, tarihte örneğine pek çok rastlanan olaylardandır. Suyun azlığı, geçim yollarının temininde karşılaştıkları çeşitli sıkıntıların başlıca kaynağını teşkil eder. Böyle durumlarda, halkın okuma ve yazmaya karşı ilgisiz kalması, yâhut mâişet darlığında kültürel faâliyetlere zaman ayırmamaması gâyet tabiîdir. Bunun neticesi olarak halka ârız olan kültür azlığı, yâhut daha açık ifade ile cehâlet, açlık mücâdelesinde onun rehberi olursa, gayr-i meşrû kazanç yolları revaç bulur; yağma ve çapulculuk, hırsızlık ve gasb ile birlikte her türlü ahlâk dışı davranış, cemiyetin günlük yaşayışı içinde meşrûiyet kazanır.
Yüzbinlerce kilometre karelik kum çölü üzerinde gözçebe hayâtı yaşayan, her biri müstakil bir reislik altında yüzlerce kabîleden teşekkül eden Arabların, İslâm’a tekaddüm eden devirlerde sürdürmeye çalıştıkları hayat tarzı bunun tipik örneklerinden birini teşkil eder. Çölün sert ve şiddetli iklimine göğüs germek zorunda kalan fakir bâdiye Arabının sadece karın doyurmak endişesi içinde bulunuşu, bütün düşünce ve davranışlarını bu gâyenin tahakkuku yönünde tanzimine sebep olmuş, bunun dışında hiçbir değer onun zihnini meşgûl etmemiştir.
Kabîleler arasındaki devamlı baskınlar, yağmalar, birbirlerinin ticaret kervanlarını vurmalar, açlık mücâdelesinde tabiî görülen hâdiselerden sayılmış; bunlara muvazî olarak değerini kaybeden ahlâk mefhûmu, her şeye rağmen tefahuru elden bırakmayan İslâm önceyi bâdiye Arabına câhilî damgasının vurulmasında başlıca âmil olmuştur.
Bu yaşayış içerisinde hayâtını idâme ettirmeye çalışan bâdiye Arabı, belirli bir disiplin altında kendisini terbiye edecek, hayâtına belirli bir nizam verecek dinî bir sistemden de mahrumdu. Zaten bu devirde Arabistan, müşrik Arablarla Mecûsîlerin, Sâbîîlerin, Yahûdî ve Hıristiyanların meskûn bulunduğu, çeşitli inanç ve i’tikadların birbirleriyle şiddetli mücâdeleye giriştiği bir ülke idi; fakat bu çeşit mücâdeleler, bâdiye Arabını kendi aralarında açlığın tevlid ettiği mücâdele kadar ilgilendirmiyordu.
Şuna da işâret etmek gerekir ki, İslâmiyet’in zuhur ettiği asırlarda bütün dünya fesad içerisinde yüzüyordu. Romalıların hâkim olduğu Hiristiyan dünyâsında, kiliseye kadar yayılmış olan rüşvet, mefsedet ve her türlü rezilet, fıtratan bazı ahlâk ve fâzilet üstünlüklerine sâhip olan ve onları hayat mücâdelesinde muhafaza etmeye çalışan Arablarla kıyas edilemeyecek bir derecede idi. Büyük bir devlete sahip olan Mecûsî Fürslerin durumları da Hıristiyanlardan farklı değildi. Bu durum, Alemlerin Rabbı olan Allahu Teâlâ’nın Âdem oğullarını yeniden terbiye etmek için va’dettiği bir peygamberin gönderilmesini zarûrî kılacak bir manzara arzediyordu. Bu peygamber, “Onlara iyiliği emredip kötülükten nehyedecekti; temiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve çirkin olan şeyleri de haram kılacaktı.”1 ”Onlara doğru yolu gösteren bir şâhid ve bir müjdeci; kötü ve eğri yolun encâmından korkutucu ve netice itibariyle dalâlet içerisinde yüzen insanlığı Allah’ın yoluna dâvet eden ışık saçıcı bir güneş”2 ve “Bütün âlemlere bir rahmet olacaktı.”3
Va’dedilen bu Peygamber, Mîlâdî 6’ıncı asrın ikinci yarısında vilâdetiyle dünyayı nura garketti. Allahu Teâlâ O’nu bazı örf ve âdetleri, putlara tapmaları ve taşları takdîs etmeleri yönünde sâir Arab kabîleleri gibi müşrik atalarının yolundan giden ve dalâlet içinde bulunan, buna rağmen Arab kavminin mürüvvet, şecâat, kerem ve vefa gibi üstün ahlâk ve fazîlet vasıflarıyla şöhret kazanan Kureyş kabîlesi içinden seçmiştir. Allahu Teâlâ O’nu kâmilen ahlâk olan İslâm’ın tebliğine memur etmiş, mahlukatı arasında en büyük şeref bahşettiği insanın dalâlet içerisinde sürünmesine rıza göstermeyerek, rahmet kapılarını, o yüce varlığın şerefine bir kere daha açmıştır.
Hazret-i Peygamber’in teblîği ile memur edildiği İslâmiyet, Hak Dînin bir ve Allahu Teâlâ’nın vahyinden ibaret olduğunu beyan ederek geldi. Yirmi iki sene ve birkaç ay devam eden bu vahiy neticesinde, insanlara hidâyet yolunu gösteren, onları zulmetten nûra çıkaran, mislini getirmekten insanoğlunu âciz bırakan ve getirdiği hükümlerle İslâmiyet’in ilk mühim kaynağını teşkil eden Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü tamamlanmış ve din ikmâl edilmiş oluyordu.
Hazret-i Peygamber’in, kendisine gönderilen vahiyler karşısındaki başlıca görevi, bu vahiylerin insanlara teblîği olmuştur; çünkü tebliğ, risâletin başta gelen şartlarındandır:
“Ey Peygamber, Rabbın tarafından sana inzâl olunanı tebliğ et; eğer bunu yapmazsan risâletini îfâ etmemiş olursun.”4
Bununla beraber, Hazret-i Peygamber’in görevi, yalnız kendisine inzâl olunanı tebliğ etmekten ibaret kalmamış, Allahu Teâlâ O’na, Kitâb-ı, Kerîm’i beyan etme görevini de in’âm etmiştir:
“Sana Zikr (Kur’ân) i inzâl ettik ki, insanlara, kendilerine ne indirildiğini beyan edesin ve ola ki onlar da düşünürler.”5
“Biz sana Kitâb’ı, ancak insanların ihtilâf ettikleri şeyleri onlara beyan etmek ve inanan kimselere de hidâyet ve rahmet olmak üzere gönderdik.”6
Şüphe yoktur ki Kur’ân-ı Kerîm, Allah indinden gelmiş olması ve delâletinin kat’î bulunması dolayısıyle ittiba’ı herkese vâcib olan bir kitaptır. Bununla beraber, getirmiş olduğu hükümlerin çoğu cüz’î değil küllîdir; tafsîlî değil icmâlîdir. Bâzısı muhtasar, bâzısı da müşkildir. Halbuki ittiba, Allahu Teâlâ’nın, kitabında murâd ettiği mânânın iyice anlaşılması ve bilinmesiyle mümkün olur. Bu ise, mücmel ve muhtasarının tafsîl, müşkilinin beyan edilmesine bağlıdır. Bu sebeple Allahu Teâlâ tebliğe memur ettiği peygamberine Kur’ân-ı Kerîm’i beyan etmesini buyurmuş ve yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde görüldüğü gibi, “Sana Kur’ân’ı, insanlara beyan edesin diye gönderdik.” demiştir.
O halde, Hazret-i Peygamber’in Kur’an âyetlerini beyan etmesi, O’nun Peygamberlik görevlerinden biri ve Rabbından gelen açık bir emre istinad etmesi dolayısıyle de en mühimidir.
Hazret-i Peygamber, bu açık emre istinaden Kur’an-ı Kerim’i beyan etmiş, lüzumlu görülen her meseleyi Müslümanlara açıklamıştır.
Hazret-i Peygamber’in Kur’an âyetlerini beyan, bazan kitabın nassına uygun olarak tezahür etmiş ve bu sûretle Kur’an nassı beyan ile te’yid ve takviye olunmuştur.
Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de abdestle ilgili olarak;
“Ey îman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınızı meshedin; ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın” 7 buyurmuştur.
Bu âyet, abdestsiz olan bir kimsenin, abdest almadıkça namaz kılmaması lâzım geldiğini ortaya koymuştur. Hazret-i Peygamber’den Ebû Hureyre târikıyla rivayet edilen bir hâdis ise, zikrettiğimiz bu âyeti te’yid mahiyetinde beyan etmiştir:
“Abdestini bozan kimse (yeniden) abdest almadıkça namazı kabûl olunmaz.” 8
Keza Kur’ân-ı Kerîm’de;
“Mü’minler, o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne îman ettiler; sonra şüpheye de düşmediler.” 9
“Namazı kılın ve zekâtı verin.”10
“Ey îman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; ola ki ittika edesiniz.”11
Oraya yol bulabilen insanın Kâbe’yi haccetmesi, onun üzerinde Allah için borçtur”12 buyrulmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif sûrelerinde yer alan bu âyetlerle İslâm Dîni’nin esası vaz’olunmuştur. Hazret-i Peygamber ise, bu Kur’ân naslarını şu hadîsiyle beyan buyurmuştur.
“İslâm beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek; namaz kılmak; zekât vermek; haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” 13
Hazret-i Peygamber, Kur’ân naslarını te’yid ve takviye eder mâhiyetteki bu beyânı yanında, Kur’ân-ı Kerîm’in mücmel ve gayr-i mufassal olan âyetlerini de beyan, tafsîl ve tavzih etmiştir.
Yukarıda abdestle ilgili olarak zikrettiğimiz âyet-i kerîmeyi burada da misâl olarak zikredebiliriz. Ayette “Ellerinizi dirseklere kadar yıkayın ve Ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın” ibareleri yer almıştır. Ancak bu ibarelerdeki “ilâ” harfi, Arapçada hududa, gâye ve intihaya delâlet eden bir mânada kullanıldığı gibi “ma’a” yani “ile beraber” mânâsında da kullanılmıştır. Buna göre “ellerinizi dirseklerinize kadar yâhut “ayaklarınızı topuklarınıza kadar yıkayın” denildiği zaman, abdest alırken yıkanması îcâbeden uzuvlara dirsek ve topuklar dâhil midir, yoksa bunlar hariç, oralara kadar olan kısımların mı yıkanması lâzımdır? Hazret-i Peygamber, her iki mânâya gelmesi muhtemel olan bu husûsu “Vay (şu abdest sırasında yıkanmayan) ayak arkalarının ateşten hâline.”14 buyurmak sûretiyle müşkili beyan etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, namaz, zekât, hac gibi ibâdâta, muâmelâtâ, ukûbâta, şahsî ve medenî ahvâle âit bir çok mücmel âyet vârid olmuştur. Meselâ:
“Namaz, muayyen vakitlerde olmak üzere mü’minlere farz kılınmıştır.” 15
“Namazı kılın ve zekâtı verin.” 16
‘Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.” 17
Ancak bu âyetlerde namazın adedleri, rik’atleri, vakitleri, farz ve sünnetleri; zekâtın miktarı, cinsi, zamanı; haccın ve umrenin erkânı, şekli kısacası, nasıl hac yapılacağı açıklanmamıştır. Fakat Hazret-i Peygamber, tereddüde mahal kalmayacak bir şekilde bunların hepsini beyan etmiştir.
Hazret-i Peygamber’in Kur’ân-ı Kerîm’i beyanlarının diğer bir yönü de, Kur’ân’da nassı bulunmayan meselelerde hüküm vaz’etmesi ve bu hükümlerin Kitap üzerinde zâid bir mâhiyet arzetmesidir. Meselâ Allahu Teâlâ, yukarıda zikrettiğimiz abdest âyetiyle bütün uzuvların yıkanmasını emretmiş, keza Hazret-i Peygamber, aynı husûsu te’yîden beyan buyurmuştur. Bununla beraber Kur’ân-ı Kerîm’de nassı bulunmayan mes üzerine mesh, yine Hazret-i Peygamber’in bu konu ile ilgili beyanları arasında yer almıştır.
Şâfiî’nin İbn-i Ömer tarîkı ile rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber, erkek veya kadın, hür veya köle, bütün Müslümanlara Ramazan ayında fıtr olarak bir ölçü hurma veya arpa tasadduk etmeyi farz kılmıştır.18 Kur’ân-ı Kerîm’de sadaka-i fıtr (fitre) ile ilgili herhangi bir nass vârid olmamıştır.
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu bir kaç misâl açıkça göstermiştir ki, Hazret-i Peygamber, Rabbından gelen emre ittiba ederek Kur’an-ı Kerim’i beyan buyurmuş ve onun beyanlarıyla din tamam olmuştur.
Hazret-i Peygamber’in Kur’ân âyetlerini beyânı, tavzih veya tafsîli, ya sözle, ya fiille, yâhut da her ikisi ile birlikte olmuş, meselâ namazla ilgili “Benim namaz kıldığım gibi kılın.” buyurmuştur. Eğer O’nun söz ve fiillerinin hepsine birden Sünnet lâfzını ıtlak edecek olursak, Kur’an-ı Kerim’in, Hazret-i Peygamber’in sünnetiyle beyan, tavzih veya tafsil olunduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Peygamber’in sünneti, İslâm dininin Kur’an-ı Kerim’den sonra yer alan, fakat getirdiği emir ve nehiylere ittiba ve itâat yönünden Kur’an-ı Kerim’le aynı seviyede bulunan temel kaynağı olmuştur. Hazret-i Peygamber’in sünneti, İslâm teşrîinin aslıdır. Bu aslı merci olarak kabûl etmeyen veya yalnız Kur’an-ı Kerim’i dinin aslı olarak gören ve onunla iktifa edilmesi lazım geldiğini ileri süren kimse mü’min vasfını kaybeder; çünkü Sünnete ittiba ve itâat, Allahu Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekerrür eden ve Rasûlu’llah (s.a.s.)’a ittiba ve itâatla ilgili olarak gelen emirleri içinde mündemiçtir:
“Allah’a ve Rasûl’e itâat edin; eğer yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez.”19
“Allah’a ve Rasûl’e itâat edin ki rahmet olunasınız.” 20
“Allah’a itâat edin; Rasûl’e ve sizden olan emir sâhiplerine de itâat edin. Eğer bir şeyde ihtilâfa düşerseniz ihtilâfınızı Allah’a ve Rasûl’e döndürün (onların hakemliğine başvurun). Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız.”21
Allah’a ve Hazret-i Peygamber’e itaat, onların emir ve nehiylerine ittiba, ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmekle mümkündür. İtâatın husûlü, imanın vücûduna bağlıdır. İman yoksa itâat da yoktur.
Bu âyet-i kerîmelerde Hazret-i Peygamber’e itâatın vücûbu, Allalu Teâlâ’ya itâatın vücûbu ile birlikte zikredilmiş, her iki vücub arasında derece yönünden herhangi bir tefrik yapılmamıştır. Bununla beraber, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve Rasûlü’dür.
Hazret-i Peygamber’e itâat, O’nun emir ve nehiylerine tabi’ olmayı gerektirir. Allahu Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’inde bu husûsu da şu açık emirle beyan buyurmuştur:
“Peygamber size her ne getirmişse alın; neden nehyetmişse sakının.” 22
Hazret-i Peygamber’in emir ve nehiylerine ittibada insanlar için mutlak bir kurtuluş vardır. Çünkü O, Kur’an-ı Kerim’in de şehâdet ettiği gibi:
“İnsanlara ma’rûfu emreder, münkerden nehyeyler.” 23 Çünkü:
“O, her neyi haram kılmışsa, tıpkı Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.” 24
İşte bu hasletleri dolayısıyledir ki Allahu Teâlâ O’nun hakkında,
“Muhakkak sen (insanları) dosdoğru yola, Allah’ın yoluna yöneltirsin” 25 buyurmuştur.
Öyle zannediyoruz ki, akıl ve insaf sahibi insan, Allahu Teâlâ’nın Hazret-i Peygamber hakkındaki bu açık ve kesin şehadeti içerisinde Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Şerîfe’nin de mündemiç bulunduğunu ve Hazret-i Peygamber’in ancak bunlar vasıtasiyle insanları dosdoğru yola, Allah’ın yoluna yönelttiğini anlamış olacaktır. İttiba ve itâat yönünden Sünnetin Kur’an-ı Kerim’in yanında yer aldığı ve Allahu Teâlâ’nın yine Hazret-i Peygamber hakkında;
“O kendi heva ve hevesinden konuşmaz. (Ondan her ne sâdır olmuşsa) bu, kendisine vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir” 26 kavl-i şerîfi ile şehâdette bulunduğu nazar-ı dikkate alınacak olursa Sünnetin de vahiy mahsûlü olduğu kolayca anlaşılır.
Kur’an-ı Kerim’de ve Hazret-i Peygamber’in hadîsleri arasında bu husûsu te’yîd eden başka deliller de vardır. Meselâ Allahu Teâlâ, Kitâb-ı Mübîninde, dinlerin ahkâmını halka öğretmesi için Hazret-i Peygamber’e Kitab ve Hikmet verildiğini beyan ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah, onların içinden kendilerine âyetlerini okur, onları tertemiz yapar, onlara Kitab ve Hikmet’i öğretir bir Peygamber göndermekle mü’minlere in’âmda bulundu. Halbuki onlar daha önce apaçık bir dalâlet içinde idiler.” 27
Bütün bu ulemâ ve muhakkıklar, hikmetin Kur’an-ı Kerim’den başka bir şey olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu, Allahu Teâlâ’nın Hazret-i Peygamber’e in’âm ettiği din esrârı ve şeriat ahkâmı ile ilgili bir ilimdir ki, ulemâya göre Sünnet’ten başka birşey değildir.
Nitekim Şâfiî, bu ayet-i kerîme hakkında şu açıklamayı yapmıştır:
“Allahu Teâlâ önce Kitâb’ı zikretti; bu Kur’ân’dır. Sonra da Hikmet’i zikretti; bu da, Kur’ân ilmine vâkıf kimselerden öğrendiğime göre Rasûlullah (s.a.s.) ın Sünnetidir. Bu beyan, Allahu Teâlâ’nın murad ettiği mânâya uygundur. Çünkü önce Kur’an zikredilmiş, onu hikmet takibetmiştir. Burada hikmetin, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın Sünnet’inden başka birşey olmadığı âşikârdır. Zira kitabın yanında ve onunla birlikte zikredilmiştir. Allahu Teâlâ Peygamber’e itâatı ve O’nun emirlerine ittibaı farz kılmıştır. Bu farziyyet, yalnız Hazret-i Peygamber’in tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim için değil, fakat hem Kur’ân hem de Sünnet içindir. Allah’u Teâlâ’nın, Hazret-i Peygamber’e imanı, kendisine imana makrûn olarak beyan buyurması dolayısıyle bunun böyle olması zarûrîdir.” 28
Şâfiî’nin bu açıklamasından anlaşılıyor ki, Hazret-i Peygamber’in Kur’an-ı Kerim yanında Müslümanlara ta’lîm ettiği hikmet, Sünnet’ten başka bir şey değildir ve kelimenin kitap lâfzına affedilmesi de bunun böyle olmasını iktiza eder.
Ebû Dâvud tarafından rivâyet edilen bir hadîs de, bu mânâyı te’yîd eder mâhiyettedir. Hazret-i Peygamber, bu hadîsinde şöyle buyurmuştur:
“Bana, Kitab ve bir de onunla birlikte onun gibisi verildi.” 29
Hassân İbn-i Atıyye’den rivâyet edilmiştir:
“Hazret-i Peygamber’e vahiy gelirken, Cibrîl (a.s.), onu tefsir eden Sünnet’i de getirirdi.”30
Zikrettiğimiz bütün bu deliller, Sünnet’in İslâm Dîni’ndeki yerini ve değerini açık bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değer, Sahâbe devrinden itibaren asırlar boyunca Müslümanlar tarafından gerektiği şekilde takdir olunmuş ve Sünnet, hüküm istimdad ve istinbatlarında, Kur’an-ı Kerim’le birlikte, İslâm teşrîinin daima müracaat olunan kaynaklarından biri sayılmıştır.


* Bu makale daha önce Diyanet İlmi Dergi’nin 32. cilt, 1. sayısında yayınlanmıştır.
** DİB Emekli Başkan Yardımcısı

1 A’râf Sûresi, Âyet: 156.
2 Ahzâb Sûresi, Âyet: 46.
3 Enbiyâ Sûresi, Âyet: 107.
4 Mâide Sûresi, Âyet: 70.
5 Nahl Sûresi, Âyet: 44.
6 Nahl Sûresi, Âyet: 64.
7 Maide Sûresi, Âyet: 46.
8 Buhârî, Sahîh, I. 43.
9 Hucurât Sûresi, Âyet: 15.
10 Nûr Sûresi, Âyet: 56.
11 Bakara Sûresi, Âyet: 182.
12 Âl-i İmrân Sûresi, Âyet: 97.
13 Buhârî, Sahîh, I. 8.
14 Müslim, Sahîh, Kitâbu’t-Tahâra, Hadîs No.25.
15 Nisâ Sûresi, Âyet: 103.
16 Bakara Sûresi, Âyet: 43.
17 Bakara Sûresi, Âyet: 196.
18 Şâfiî, Kitâbu’l-Umm, II. 55.
19 Âl-i İmrân Sûresi, Âyet: 32.
20 Nisâ Sûresi, Âyet: 69.
21 Nisâ Sûresi, Âyet: 59.
22 Haşr Sûresi, Âyet: 7.
23 A’râf Sûresi, Âyet: 156.
24 İbn-i Abdi’l-Berr, Câmi Beyâni’l-lim, II. 190.
25 Şûrâ Sûresi, Âyet: 52-53.
26 Necm Sûresi, Âyet: 3.
27 Âl-i İmrân Sûresi, Âyet: 164.
28 Şâfiî, Risâle, s. 78.
29 Ebû Dâvud, Sünen, II. 505 (Sünnetin lüzûmu bâbı).
30 İbn-i Abdi’l-Berr-Câmi Beyâni’l-lim, II. 191.