Makale

EDİTÖRDEN

Editörden

Son yüzyılda bilim ve teknoloji alanında kaydedilen hızlı gelişmeler ve iletişim teknolojisindeki baş döndürücü yükseliş insanlığa yepyeni imkânlar sunmaktadır. Hızlı iletişim sayesinde artık kıtalararası ekonomik, finansal, kültürel, sosyal, bilişsel vb. alışverişler yapılabilmekte, dünyayı dört bir yandan ağ gibi saran erişim vasıtalarıyla devasa bilgi terminallerine girip ihtiyaç duyulan bilgiye rahatça ulaşılabilmektedir. Pek çok açıdan dünyaya açılmayı ve dünya ile bütünleşmeyi sağlayan, sosyo-ekonomik ve kültürel yapıların birbirine kenetlenip ortak iş görmesine imkân veren bu yeni sürecin adı küreselleşmedir. Dünya genelinde bilim adamları ve uzmanların kendisinden sıkça söz ettiği globalizm, diğer bir ifadeyle küreselleşme fenomeni, gezegenimizin hangi bölgesinde yaşarsak yaşayalım hepimizi etkilemektedir. Bu yeni olgunun, toplumlara sağladığı fırsatlar ve yararlar yanında, yerel/ulusal ve moral değerlerde yol açtığı tahribat sebebiyle insanlığı endişelendirdiği hususu yüksek sesle dillendirilmektedir. Zengin, köklü ve dinamik bir kültür-medeniyet mirasına sahip milletlerin dahi bu yeni durum karşısında ulusal aidiyetlerini yaşatmakta güçlükler çektiği gözlemlenmektedir.
Küreselleşme genel anlamda dünyanın bir bütün olarak küçülmesi sürecidir. Oldukça karmaşık ve çok boyutlu olan bu süreç, dünya genelinde düşünürler ve bilim adamlarınca çeşitli açılardan değerlendirilmekte; süreçle ilgili lehte-aleyhte analizler yapılmakta ve pek çok tez ortaya konmaktadır.
İnsanlığın yararına olan her yeni bilimsel gelişme övgüye değer kabul edilmiştir. Bu noktada ulaşılan gerçekler muhtemeldir ki insanı, Sonsuz Kudrete imana ve O’nun tanzim ettiği muhteşem kâinat düzeni içerisindeki sonsuz varlıklar üzerine tefekküre sevk edecektir. Ancak sadece maddi sahada kaydedilen ilerlemeler, eğer evrensel insanlık değerleriyle örtüşmüyor, tarihin her döneminde varlığını sürdüren aşkın değerlerle uyumluluk göstermiyorsa, bir dizi sorunu beraberinde getirmektedir. Neticede ortaya çıkan bunalım ve buhranlardan kurtulmanın çareleri aranmakta, çare olarak gösterilen salt maddi yönelimler de çözüm olamamaktadır. Esasen çözüm, insan yaratılışıyla, evrenin bütünlüğüyle çelişmeyen, bütün varlıkları Yaratıcının birer emaneti bilen ve hepsini sevgiyle kucaklayan yaklaşımda aranmalıdır. Bu bağlamda Kur’anî ilkelerin yeniden okunması ve anlaşılması icap etmektedir. Her türlü aşırı tutum ve davranıştan uzak durmayı, orta yolu izlemeyi öneren (2/143) Yüce Kur’an doğru anlaşılıp, ilkeleri ahlâkî erdemler olarak bireyler üzerinde hayata yansıtıldığında, özlemi çekilen ortamın tesis edilmesine büyük katkı yapacağı muhakkaktır.
Herkesin bilgiye kolayca ulaşabildiği çağımızda, birey ve toplumların ‘doğru bilgi’yle buluşması önemlidir. Yeterli ve doğru bilgi için en küçük bir çaba göstermeden, dinleri yalnızca önyargıyla, haksız şekilde nitelemek asla doğru bir yaklaşım değildir. Bu nitelemeler hayali korkulara dayandırılarak -son zamanlarda bazı dünya ülkelerinde olduğu gibi- İslâm için yapılıyor, yüce dinimiz korkularla yan yana zikrediliyorsa ortada maksatlı bir saptırma var demektir. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Eğer bu yakıştırmayı yapanlar, tarihte Müslümanlık temelinde yeşerip gelişen, kültür ve medeniyetlerin nadide örnekleri olarak insanlığa sunulan kazanımları görselerdi, her halde ‘korku’ sözcüğüyle birlikte zikrettikleri İslâm’a büyük haksızlık ettiklerini anlamış olurlardı.
İslâm dininin en temel konularından olan inanç ve akaid konuları (nebi ve resul kavramları da dahil) İslâm düşünce ekollerine mensup alimler tarafından çeşitli asırlarda detaylı olarak ele alınmış, bu konuda hacimli eserler verilmiştir. Günümüzde de baş vurulup kendilerinden istifade edilen bu kıymetli kaynaklar bireyin kuvvetli bir inanca sahip olmasında, sağlam dini pratikler üzerine dindarlığını ikame etmesinde büyük fayda sağlamaktadır. Bilinçli bir Müslüman birey, inançla ilgili bilgilerini zaman zaman yenilemeli, hatta şüpheye hiç mahal bırakmayacak şekilde kuvvetlendirmelidir.
Allah’ın birliği esasına dayanan İslâm dini, Yüce yaratıcının zatında, sıfatlarında, fiillerinde birliğine, O’nun ibadete layık yegâne mabudu mutlak olduğuna iman edilmesini gerekli görür. Bu temel prensiplerde bütün Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olması zaruridir. Bununla beraber dinimizin getirdiği fikir ve vicdan hürriyetinin tabii neticesi olarak tarihi süreç içerisinde çeşitli adlar altında itikadi mezheplerin ortaya çıkmış olması da normal kabul edilmelidir.
Toplumu din konusunda aydınlatmakla yükümlü bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, yürüttüğü hizmetlerin daha etkin, yaygın ve kaliteli olması için ‘Diyanet-İlahiyat’ birikim ve tecrübesinden azami düzeyde faydalanmayı önemsemektedir. Bu maksatla zaman zaman toplantılar düzenlemekte, akademisyenlerin ve alan uzmanlarının düşünce ve önerilerini alarak hizmetlerine yeni boyutlar katmaktadır.
Bu sayıda yer verdiğimiz; ‘Ejder Okumuş’un, Küresel Durum Problemi, Evrensel Barış ve İslâm; Hakan Olgun’un Tarihsel Bir Kurgu Ürünü Olarak İslamofobia; Zülfikar Durmuş’un, İslâm Düşüncesinde Resul-Nebi Ayrımı; Şaban Öz’ün, Şii İnançlarının Zuhur ve Şekillenmesinde Tarihi Hadiselerin Rolü; Ali Akdoğan’ın, Dini Hayat Açısından İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet Teşkilatının Fonksiyonu; Mehmet Sait Çalka’nın, Safi Mustafa Efendinin Gülşen-i Pend Mesnevisinde Din Görevlilerine Nasihatleri ve Osman Şahin’in, Fetva Emini Mehmet Fıkhi Efendinin Hayatı ve Eserleri’ adlı makalelerinin bilgilerimize zenginlik katmasını ümit ediyor, gelecek sayıda buluşmayı diliyorum.

Dr. Yüksel Salman