Makale

Mütebessim İnsanların Ülkesi Endonezya

Mütebessim İnsanların Ülkesi Endonezya

İbrahim Arpacı

İçimizde bu mütebessim yüzlü insanların şehirlerinde dolaşmanın, onları tanımanın hazzı yer ediyor. Razılıkla ayrılıyoruz her ayrıldığımız yerden. Razılıkla ayrılıyoruz bu şehirden ve bu ülkeden.

Çoğumuz onlarla, muhtemel ki, Kâbe’de tavafın en yoğun olduğu zamanlarda, yanımızda mütebessim bir çehreyle ibadet ederken, karşılaşmışızdır. Gayet hoşgörülü, nezaketli ve sakin tavırları ile o kadar kalabalığın içerisinde Türkiye’den giden hemen her hacının dikkatini çekmişlerdir.
İşte bu mütebessim yüzlü insanların nasıl bir coğrafyada yaşadıkları, ne yedikleri ne içtikleri, nasıl bir yaşam sürdükleri, ibadetlerine olan hassasiyetleri, insan ilişkileri tüm bunları merak eden bir ruh hâliyle iniyoruz, Endonezya’nın başkentinde bulunan Jakarta havaalanına…
Aynı coğrafyadan olmayan ama inançlarından ötürü, Allah ve Rasulü tarafından sizin kardeşiniz olarak ilan edilen bir milletle karşılaşmak, onların kültürlerini görmek, hepimizde farklı bir heyecan olarak kendini gösteriyor. Uçaktan indiğimizde kimi görsek selamlaşıp el sıkışıyor, çat pat İngilizcemizle Endonezyalılarla iletişim kurmaya çalışıyoruz.
Rehberimizin eşliğinde giriş işlemlerimizi yaptıktan sonra havaalanının hemen önünde ihtişamlı bir yapı bizi karşılıyor: El Sundra Camii. Modern mimarinin tüm imkânları kullanılarak yapılmış olan bu cami, yarım küre şeklinde; tıpkı yarım bir hilali andırıyor. Bir süre bu camiyi gezip namazlarımızı kıldıktan sonra kalacağımız otele gitmek için, bizi almaya gelen minibüs ile harekete geçiyoruz. Otele giden bu kısa yolculuğumuzda başkent Jakarta ile ilgili birçok bilgi ediniyoruz. Geldiğimiz bu şehir 235 milyonluk Endonezya’nın en büyük ve en kalabalık şehri. Burada 12 milyon insan yaşıyormuş.
Yol güzergâhımız her ne kadar şehrin içinden devam etse de İstanbul’a nispeten şehrin kalabalığı yok denecek kadar az. Şehirdeki tarihî yapılar daha çok Hint mimarisinden etkilenerek yapılmış, yeni yapılar ise genellikle gökdelen şeklinde inşa edilmiş. Minibüsle giderken dikkatimizi çeken bir husus; bazı sokak başlarındaki çelikten yapılmış büyük sadaka kutuları… Bu kutulara “sakahana” kutuları deniliyormuş. Allah’tan bir muradı olup da bu muradına erenlerin, mutluluklarını ifade etmek için infakta bulundukları sadaka kutularıymış. Bu kutuya sadece Müslümanlar değil; Hristiyanlar da para atıyorlarmış. Endonezya’da bu, tüm halkın uyguladığı yaygın bir sadaka kültürüymüş. Bu kutularda toplanan parayı Endonezya yerel belediyesi uygun gördüğü ihtiyaç sahiplerine nakdi yardım olarak veriyormuş.
Kalacağımız otele giderken yolda rehberimiz gezeceğimiz yerlerle ilgili kısa bilgiler veriyor. O günü kısa bir şehir turu ile tamamlayıp istirahat etmek için otel odalarımıza çekiliyoruz.
Endonezya’ya gelişimizin ikinci günü ilk durağımız Büyük Endonezya Müzesi oluyor. Müze iki kat ve her katı yaklaşık yarım futbol sahası büyüklüğünde. Endonezya’nın tüm tarihi bu müzede dersek mübalağa etmiş olmayız sanırım; çünkü bu müzede küçüklü büyüklü sergilenmekte olan 1740 tarihî eser mevcut. Pek çoğu Antik Çağ’dan kalma bu eserler; Endonezya tarihinde önemli yer etmiş devlet adamlarının mumyaları, yazma eserler, bu ülkenin tarihine ve dünya tarihine ait birçok eseri bu müzede bulmanız mümkün. Ve hepsi büyük bir titizlikle korunuyor. Müze de rastladığımız İslami figürlerin çokluğu, Endonezya’da ne kadar köklü bir İslam medeniyeti olduğunu ortaya koyuyor diyebiliriz. Ülke her ne kadar 350 yıl Hollanda sömürgesinde kalsa da, diğer sömürge ülkelerinin başına gelen tahribata uğradığını da söyleyemeyiz. Ülkedeki Müslüman nüfustan da bunu anlayabiliriz. 235 milyon nüfusa sahip ülkede Müslümanların oranı öğrendiğimize göre %90 civarında. Diğer kalanlar ise Konfüçyanizm, Budizm, Putperestlik ve Hristiyanlık dinî inançlarına sahipler.
Müzeden çıktıktan sonra ikinci durağımız da dünyanın en büyük camilerinden biri olan İstiklal Camii var. Beş bin metre kare üzerine yapılan cami aynı zamanda bir imarethane görevi de görüyor. Camiye girdiğimizde henüz öğlen ezanına bir saat kadar olmasına rağmen caminin doluluk oranı dikkate değerdi. Herkes bir köşede zikir ve ibadetle meşgul oluyordu. Anladığımız o ki, burada cami hayatın kendisi. Hayatın içinde hayatla iç içe.
Aslında Endonezya’nın Müslüman olma serüveni de hayli nasihatkâr ve örnek alınası.
Burada bize rehberimizin anlattığına göre Endonezya’nın Müslüman olma serüveni bu ülkeye ticaret maksadı ile gelen Müslüman tüccarlar tarafından olduğu belirtiliyor. Hikâye şöyle: Müslüman bir tüccar gelip bir süre buraya yerleşir ve kumaş satmaya başlar. İşlerini ilerletince kendisine bir işçi tutar. O gün satıştan geç dönen işçisine neden geç geldiğini soran Müslüman tüccar, işçisinin malları bedellerinden daha çok bir kazançla sattığını anlar. “Aman evladım kimlere fazlaya satmışsan gel gidip bulalım” der. Ve Müslüman tüccar sattığı kişileri bularak paralarının üzerini onlara iade eder. Kısa sürede bu olay bütün bir şehre yayılır; kralın kulağına kadar gider. Kral merakla bu Müslüman tüccarı yanına çağırarak bunu neden yaptığını sorar. Müslüman tüccar da kendi inancının bir gereği olarak böyle yapmak durumunda olduğunu, bunu yapmasının inandığı din olan İslam dininin bir vecibesi olduğunu söyler. Bunun üzerine Kral halka bu dini öğrenmelerini ve bu şekilde yaşamalarını tavsiye eder.
Endonezya’da darbımesel gibi anlatılan bu olay, dinleyince bizi de çok etkiledi. 235 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sırrın bir kumaş tüccarının örnek davranışı olması, iman ettiğimiz dinin ne kadar cihanşümul bir din olduğuna hepimizi bir kez daha damarlarımıza kadar iman ettirdi. Efendimizin hadis-i şeriflerinde buyurduğu gibi "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hâl diliydi. Ve o tüccar dinlediğimiz kadarı ile bunu yapmıştı.
Bir süre sokakları yürüyerek gezmeye başlıyoruz. Sokaklar çok temiz. Her öğrenci ilkokulda bir sorumluluk projesi kapsamında seçtiği bir sokağın temizliğinden sorumlu oluyormuş. Bu ülkede eğitim ücretsizmiş. Bir yurttaş eğitim hayatı boyunca herhangi bir yere bir para yatırmıyormuş.
Gezimizin ikinci gününde tüm bu edindiğimiz bilgilerin ardından gezimizin son gününü geçirmek için bir başka şehir olan Jayapura’ya deniz yoluyla gidiyoruz. Kendi tahayyülümüzle bir cennet tasavvur etseydik eğer, o tahayyül ettiğimiz yer ancak bu kadar güzel olabilirdi dediğimiz tropikal bir şehir burası… Gece geldiğimiz bu şehri üçüncü günümüzün sabahında gezmeye başlıyoruz. Öncelikle Dünyanın en büyük ikinci biyoçeşitliliğine (canlı türü sayısı) sahip denizinde bir gezinti yapıyoruz. Denizin ortasında ufacık ufacık adalar var. Bu adaların hepsinde küçük de olsa, adanın en dikkat çekici mimarisiyle yapılmış camiler var. Tüm bu ada gezintisinden sonra koruma altında bulunan, dünyada az sayıda yaşayan hayvanların olduğu ormanı, görevliler eşliğinde bir araba üzerinde geziyoruz.
Akşamın karanlığı çökmek üzere... Bu karanlık bize aynı zamanda üç günlük Endonezya gezimizin de sonuna geldiğimizi haber veriyor. İçimizde bu mütebessim yüzlü insanların şehirlerinde dolaşmanın, onları tanımanın hazzı yer ediyor. Razılıkla ayrılıyoruz her ayrıldığımız yerden. Razılıkla ayrılıyoruz bu şehirden ve bu ülkeden. Şimdi artık uçağımız tekrar bir iniş yapıyor, memnuniyetle ayrıldığımız şehirden kader yazgılarımızın çizildiği ülkeye, Türkiye’ye iniyoruz.