Makale

Yoklukla Gelip Varlık Bulanların Beldesi: Mekke-Medine

Yoklukla Gelip Varlık Bulanların Beldesi: Mekke-Medine

Belgin Konarlı
Başkanlık Müşaviri

Bu şehirde hiç şirk yok. Buraya gelirken hiçbir hacı: “Gelmişken bir de kaplıcalara girelim; bir de şöyle bir dağ havası alalım; bir şelale kenarında oturalım ya da denize girelim.” demez. Buranın heybetli dağları da yok. Hacılar bu kadar uzun yolculuğa ve yorgunluğa şehrin mimarisini seyretmek için de katlanmıyorlar. Hatta bu şehirde Kâbe hariç etraftaki yapılar binalar sıradan ve oldukça basit... Bu şehirde lokantalarda özel yemek de yok. Bu şehirde tropik meyveler de yetişmez; hurmadan başka bir şey de yok. Ama burası Mekke; emin belde!
Müminler sadece Allah’ın emri olduğu için buraya gelir. Bu şehre hayran, bu şehrin her taşına, toprağına, kayasına âşık olur mümin. Bu şehir sadece aşktır. Kâbe, dört duvar. Kâbe aşk. Allah aşkı Kâbe’nin etrafında pervaneler gibi döndürür Müslümanları. Çöl sıcağında, ateşe yanan pervaneler gibi Kâbe etrafında Allah aşkıyla dönerler. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir sevgi bu ne büyük bir aşk... Bu kupkuru şehirde sadece Allah aşkı hissediyor insan. Ve “sadece Allah için buradayız.” diyor mümin. Bu şehirde şirk yok. Sadece Allah ve Kâbe aşkı var.
Kâbe’de namaz
Tavaftayız; Kâbe’ye bakmaya doyamıyor insan… O kadar güzel ki… Sanki kâinatın bir prototipi güneş sisteminin ya da galaksinin sürekli hareketi gibi, atomun yapısı gibi. Hücre yapısı gibi çekirdek gibi hiçbir durağanlık yok. Aslında her baktığımızda manzara aynı: Kâbe ortada, etrafta insanlar kum taneleri gibi, ama her an hareket var, hiç durmuyor. Üstelik Kâbe ilk insan ilk peygamber Hz. Âdem’den bu yana hep var. Tavaf hep devam ediyor. Gece gündüz yaz kış bir an bile etrafında tavaf durmuyor.
Kâbe’de namaz zaman üstü. Başka bir dünya başka bir âlem... Namaz en büyük miraç... Burada namaz zaman içinde zaman…
İkinci durağımız Ensar şehri Medine’deyiz: Şöyle bir baktığınızda, “Bu insanlar nereye koşuyor?” diyorsunuz. Mescid-i Nebevi’ye namaz kılmaya gidiyorum, “Biraz erken gideyim de rahat rahat namaza hazırlanayım.” dedim. Son anlara doğru herkes koşuşturmaya başladı. Mescidin etrafındaki her sokaktan insanlar koşa koşa geliyor. Öyle müthiş bir şey ki herkes namaza yetişmeye, bir safta yer almaya çalışıyor. İmam “Allahü ekber” diyor, yine de geliyorlar, geliyorlar, geliyorlar. Tıpkı karıncaların bir nimete koşturmaları, kuşların yem alanına inmeleri gibi hepsi bir nimet almaya koşuyor. Bunlar niye koşuyorlar nereye koşuyorlar? Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadisinde, “Benim mescidimde kılınan namaz diğer mescitlerde kılınan namazdan bin kat daha sevaptır.” buyurdukları için mi? Evet. Başka bir hadisinde, “Cemaatle kılınan namaz yalnız kılınan namazdan 27 kat daha sevaptır.” buyurduğu için mi? Evet. Öyleyse cemaat olmak için Mescid-i Nebevi’de namaz kılmak için koşulmaz mı?
İste insanlar Allah’ın rahmetine koşuyorlar, merhametine, ebedî saadetine, cennetine koşuyorlar.
Karşımda Ravza… Bütün müminler ona koşuyorlar. Nebi’nin mescidinde namaz kılmaya, onun ümmeti olmaya, onun bayrağı altında toplanmaya koşuyorlar. Neredeyse namazın sonuna kadar, son rekâta bile dâhil olabilmek için koşuşturuyorlar. Ardı arkası kesilmiyor. Bu ne merhamet, bu ne şefkat, bu ne güzellik… Hepsi gül kokusuna hepsi muhabbete ve birliğe koşuyor.
Allah’ım bu bahçeden hiç ayrılmasam, burada dervişler gibi bir hırka bir lokma yaşasam. Rasulün çekim gücündeyim ve hiç ayrılmak istemiyorum. Hani Mehmet Akif Ersoy’un meşhur dizelerindeki “Ağuşunu açmış duruyor peygamber!” sözüne muhatabım âdeta. Güney cephesinden Mescid-i Nebevi’nin avlusuna girer girmez karşımda Ravza’yı görünce ona doğru kollarımı açıp koşup kucaklamak istiyorum. Lise yıllarımda bu şiiri her okuduğumda “Ağuşunu açmış duruyor peygamber” sözü beni çok etkilerdi. Şimdi sanki beni kucaklayacak, ben de yıllardır rasulün özlemiyle ona koşacağım, ağlayacağım, koklayacağım. “Yıllardır neredeydin?” diyecek bana. Boğazım düğümlenerek yutkunacağım.
Şimdi hiçbir şey diyemiyorum. Sadece ağlıyorum ve öylece duruyorum, kelimeler yetersiz. Sadece, “Seni seviyorum ya Nebi” diyebiliyorum.
Ravza’da cennet bahçesinde namaz kılmak kadınlar için çok zor. İki üç saat bekleyip en fazla beş dakikalık bir namaz vaktin olabiliyor. Uzun bir bekleyiş ve büyük bir mücadele sonunda cennet bahçesine ulaşmak ve orada namaz kılmak hacıları çok heyecanlandırıyor. Cenab-ı Allah Hucurat suresinde “Rasulün huzurunda seslerinizi yükseltmeyin” diyor. Bunun için Ravza’da sakin huzurlu ve saygılı olmak gerekiyor. Dünyanın her yerinden gelen çeşit çeşit kültürde, heyecanda, coşkuda kadınlar var burada. Ben de onlardan biriyim. Bu hengâme içinde susun bile diyemiyorum, utanıyorum. Çünkü herkes çok heyecanla rasulün huzurunda Allah’ın müjdesine mazhar olmak istiyor. Ben de namaz kılacak bir yer arıyorum. Ama bulamıyorum. Tam bir yer bulup namaza duracağım anda birisi itiyor ve ben oradan uzaklaşmak durumunda kalıyorum. “Şurası daha sakin orada kılayım.” derken başkası geçiveriyor. Ancak iki ayağımın sığabileceği bir yer bulabiliyorum. Bu sefer de birileri tarafından itiliyorum. “Olsun” diyorum. Artık kararlıyım, burada duracağım. Bu cennet bahçesinde ben de iki rekât namaz kılacağım. Namaza başlıyorum. Önümde Hintli bir kadın var. Onların kokuları, kıyafetleri, kültürleri bizimkilerden çok farklı. Hintli, Azeri, İranlı, Afrikalı, Avrupalı, Çinli, Malezyalı, Endonezyalı. Her milletten insanla yan yana birlikte. Kimsenin kimseden üstünlüğü yok. Orada ve her yerde. Üstünlük sadece takvada. Bunu bir kez daha anlıyorum. Hatta daha iyi anlıyorum demem gerekir. Secde edebilecek küçücük bir yer buluyorum. Önümde ufak tefek oldukça esmer bir Hintli kadın. İlginç kınaları olan, üstü başı buruşuk, tütsü kokan bir kadın. Kına yaktığı ayakları buruşuk. Kadın secdeye kapandığında ayaklarını dikiyordu. Ayaklarını kaldırdığında önümde ayaklarından boşalan yere secde edebilecektim. Diz çöktüğüm yerde epey bekledim. Secdeye gidecektim ama yer bulamıyordum. Ta ki o kadın secdeye varana kadar. Onun ayağının altından boş kalan yere alnımı ve yüzümü koyabildim.
Bugün ilk Ravza günümde, ilk namazımda ilk kez cennet bahçesindeydim. Bir Hintlinin ayağının bastığı yere yüz sürebildim. Bir Hintlinin ayağının bastığı yere secde edebildim. Benim için layık olan yer ve benim için mübarek olan yer ve benim için cennet olan yer burasıymış...
Ağladım… Ağladım...