Makale

Modern Zamanlarda Tüketilen Gençlik

Modern Zamanlarda Tüketilen Gençlik
Doç. Dr. İhsan Çapcıoğlu
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Modern zamanların en önemli toplumsal işlevleri araçsallaştırma, metalaştırma ve meşrulaştırmadır. Öyle ki; günümüzde bu üç sürecin işlemediği bir bireysel ve toplumsal yaşam alanından söz etmek neredeyse imkânsızdır. Modern öncesi zamanların kendi varlığı ve yetkinliği üzerinde derin düşünceler üreten insanı, artık yerini; kadim düşünceleri hızla ve hazla tüketen bir ekonomik insana bırakma eğilimindedir. Oysa insanın kendisi başta olmak üzere kendi dışındaki varlıklarla ve evrenle kurduğu ilişkinin doğasında, asla basit araçsallaştırmalara kurban edilmemesi gereken ve sadece kendisine özgü olan yetenekleri yer alır. Bu nedenle insan, söz konusu potansiyel yeteneklerinin oluşturduğu özünü (fıtratını) harekete geçirip geliştirdiği ve bu özü kendisine bahşedenle iletişime geçirip hayatına kattığı ölçüde insanlığını gerçekleştirme imkânı bulur. Bu yolla o, sadece kendisini değil, aynı zamanda bütün evreni ve Yüce Yaratıcısını tanımaya aracılık eden bir kemalat sürecine de girmiş olur.
Modern zamanların araçsallaştırma işlevinden en çok etkilenen toplumsal kategorilerin başında, çocukluk ve gençlik gelir. Bireyin kimlik ve kişiliğinin şekillenmesinde en önemli iki dönemi oluşturan çocukluk ve gençlik yılları, onun sonraki yaşamı üzerinde kalıcı izler bırakan dönüm noktaları ile doludur. Bu yıllarda öğrenilen her bilgi, edinilen her tecrübe ve tecrübe edilen her yaşantı sonraki yıllara olumlu ya da olumsuz transferler olarak aktarılır. Bireyin kişiliği büyük oranda ilk altı yılda şekillenir ve yaşamın sonraki yıllarına yön verecek sosyal etkiler bu dönemde bireyin kişiliğine âdeta nakşedilir. Çünkü bu yıllar, bireyin tutum ve davranışları üzerinde anne baba etkisinin en yoğun, çevresel yönlendirmelere en açık ve bu nedenle de itaate en çok eğilimli olduğu dönemi oluşturur. Ön ergenlik, ergenlik ya da gençlik yılları ise fiziksel, duygusal ve ruhsal değişimlerin eş zamanlı ve sancılı süreçler olarak ortaya çıktığı, dolayısıyla bireyin kimlik ve kişiliğinde gelgitlerin ve krizlerin en yoğun yaşandığı kararsızlık dönemleridir. Çocukluk ve gençlik yılları, bireyin genel olarak “tüketici” durumunda olduğu yıllardır. Başka bir ifadeyle birey, henüz “üretici” durumuna erişecek yetkinlikte değildir. O, içinde bulunduğu dönemin doğası gereği sosyal etki ve desteklerle hayatını sürdürmek ve geleceğini planlayıp yönlendirmek durumundadır. Esasen modern zamanlarda bireyin, hayatının sonraki yıllarında da yaratılışta kendisine sunulan potansiyel yeteneklerini keşfedip yeniden üretebilmesinin önünde sayısız engellerin bulunduğu görülmektedir. Öyle ki birey, her ne kadar biyolojik olarak olgunlaşmış görünse de, duygusal ve ruhsal olarak yaşamı boyunca “kâmil/erişkin” olamamanın zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Başka bir ifadeyle modern zamanlar, bireyi; çocukluk ve özellikle gençlik yıllarında sabitlemek, hatta hapsetmek istemektedir. Böylece madde kadar mana ya da beden kadar ruh, nefis, akıl, zihin, kalp, gönül, ahlak ve değer zenginliğine sahip çok-boyutlu bir varlık olarak insan, sadece bedensel boyuta sıkıştırılmış tek boyutlu basit bir canlıya indirgenmiş olmaktadır.
Modern zamanlarda gençlik, insanın kendisini bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal anlamda enerjik ve güçlü hissettiği bir dönem olduğu için, tüketim kültürünün en önemli hedef kitlesini oluşturur. Bu nedenle tüketim kültürü tarafından tasarlanan hemen her ürün ya da meta öncelikle gençlerin beğenisine sunulur. Gençler tarafından beğenilen ürünlerin piyasa koşullarında dolaşımını sürdürebilme ve dolayısıyla yeniden üretilip geniş kitleler tarafından tüketilebilme şansının artacağı düşünülür. Böylece gençler, tüketim kültürünün araçsallaştırdığı metaları tüketen basit alıcılara dönüşmüş olur. Reklam endüstrisinin imkânlarını kullanan büyük şirketler de, ürünlerini albenisine sundukları kitleyi ellerinde tutmanın yeni yollarını arayarak, gençlerin beğenisini satın alarak marka değerlerini korumayı ve dolayısıyla eski ve yeni potansiyel müşterilerinin gözünde “ürünlerini meşrulaştırmayı” sürdürürler. Bu meşruiyet süreci, satın alma güdüsünü sürekli yeni yollar deneyerek canlı tutma ve varlığını güçlendirme şeklinde işlemeye devam eder. Aslında bu süreçte gençler, beğenileri üzerinden sadece herhangi bir ürünü değil, aynı zamanda o ürünün sunduğu yaşam biçimini de satın almaya özendirilir. Böylece pasif alıcılar olarak gördüğü gençlerin tüketim arzularını kamçılamaya yönelik mesajlar gönderen reklam endüstrisi, onları bitmez-tükenmez istekler dünyasının bağımlı müşterilerine dönüştürür. Elbette her türlü bağımlılığın birey üzerinde tahrip edici etkilerinden söz edilebilir. Ancak kişinin doğuştan zaafları arasında yer alan ve bu özelliğiyle bütün din ve ahlak sistemlerinin kontrol altına almayı hedeflediği sınırsız istekler alanı, insan açısından belki de en tehlikeli bağımlılık potansiyeline sahiptir.
Modern insanın, özellikle de gençlerin içine düştüğü her türden tüketim bağımlılığı bunun en bariz örneklerinden biridir. Elbette, insanın hayatını mutlu ve huzurlu bir biçimde sürdürebilmesi, yeme-içme, giyinme, barınma, üreme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Ancak burada, insanın ihtiyaçlarının sınırlı, isteklerinin ise sınırsız olduğu unutulmamalıdır. Başka bir ifadeyle insan, ihtiyaçları ile istekleri arasındaki ayrımı fark edip, onları karşılama konusunda dengeli bir tutum içinde olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in ifadesiyle insana “bir vadi dolusu mal verilse ikincisini, ikincisi verilse üçüncüsünü isteyecek ve nihayet onun gözünü toprak dolduracaktır.” Burada insanın temel ihtiyaçlarıyla ilişkisini gemi ile suyun ilişkisine benzeten Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin örneğini hatırlatmakta yarar vardır. Mevlana’ya göre, gemi nasıl suya muhtaçsa, insan da temel ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlara muhtaçtır. Ancak denizde yol almayı sağlayan suyun sızıntısının gemiyi batırması gibi, ihtiyaç boyutunu aşan sınırsız istekleri de insanı kontrol altına alıp onun zarar görmesine yol açabilir. Sonuçta; Psikolog Eric Fromm’un ifadesiyle modern zamanlarda “sahip olmak ya da olmak” arasında sıkışıp kalan insan, gerçek anlamda “olma”nın ancak “sahip olmak”la mümkün olduğuna gittikçe daha çok inanmaya başlar. Bu durumda, bireyin hayatına yön veren değerlerin hiyerarşik yapısı değişmiş olur. Çünkü birey açısından sadece birer araç olması gereken teknoloji, para, çıkar ve kazanç elde etme gibi teknik değerler; sevgi, inanma, çalışkanlık, dürüstlük, dostluk, vefa, güven ve saygı gibi yüksek insani değerlerle yer değiştirmiş olur. Böylece birey, hayatın amacını “her şeye rağmen –meşru ya da gayrimeşru- sahip olmak”ta ve hayatın zevklerini sınırsızca elde etmeye çalışmakta görmeye başlar. Aslında bu bir kısır döngüdür ve bu durumdaki birey, sınırsız isteklerinin peşinden koşup tükettikçe “olma”ya değil, aksine “tükenme”ye ya da “tüketilme”ye mahkûm olur. Çünkü insanın “sahip olma” güdüsü ve sınırsız istekleri, din ve ahlak sistemlerinin öğretileri tarafından dengelenmediğinde, paylaşımcı/diğerkâm değil, aksine hedonist/hazcı tutum ve davranışlar üzerine kurulu bir tüketim ahlakına yol verir. İşte günümüz insanının ve özelde gençlerin karşı karşıya bulunduğu temel sorun da böylece ortaya çıkmış olur.
Peki, bu sorunun çözümü için neler yapılmalıdır? Elbette böylesine temel bir sorunun tek bir çözüm yolu olduğu söylenemez. Esasen bu sadece bizim toplumumuza özgü bir sorun da değildir. Günümüzde tüketim kültürünün işlerliğini koruduğu bütün toplumlar benzer problemlerle yüzleşmek zorundadır. Söz konusu kültürün kodladığı mesajlarla büyük oranda bedensel varoluşu üzerinde odaklanan genç, ruhunun/manevi ihtiyaçlarının varlığını ya çok az hissetmekte ya da neredeyse hiç hissetmemektedir. Böyle olunca, bütün yatırımını bedensel varlığına yapmaya özendirilmekte, onu olabildiğince genç/fit tutmanın ve onun her türlü isteğini sınırsızca karşılamanın yollarını aramaktadır. Sonuçta onun dünyasında dolaşan imaj ve imgeler; gençlik, yakışıklılık, güzellik, cinsellik ve haz gibi duyguların bedene hapsedildiği tek boyutlu bir gerçeklik alanının güçlenmesine, manevi/ruhsal ihtiyaçlar alanının ise gittikçe zayıflamasına katkıda bulunmaktadır. Oysa insanın bedensel varoluşu, dolayısıyla ona yapılan tüm yatırımlar, bu dünyadaki yaşantısıyla birlikte sona erecek ve geriye o zamana kadar varlığı çok az hissedilen ruhu, yani asıl varoluş enerjisi kalacaktır. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi insanı varoluşun kaynağına bağlayan kalıcı özü, onun ruhsal/manevi boyutudur. O zaman yapılması gereken, insanın geçici olana değil, kalıcı olana yatırım yapması ve kendisini bedensel olduğu kadar ruhsal olarak da diri tutacak alanlara yönelmesidir. Bu da ancak ona bedeninin ihtiyaçları kadar ruhunun ihtiyaçlarını da hatırlatan bir yaklaşımla mümkündür. Esasen İslam’ın insana kazandırmaya çalıştığı bilinç tam da bu noktada devreye girmekte, ona yaşamın geçiciliğini, Yüce Yaratıcı dışında her şeyin bir gün yok olacağını ve insanın bir sonsuzluk yolcusu olduğunu hatırlatmaktadır. Yolcu olanın ise daima yolda olduğunu bilmesi ve hazırlığını ona göre yapması gerekir. Sonuçta; çözüme giden yoldaki en temel adım, gençlerin potansiyel enerjilerinin bedensel, zihinsel, duygusal ve ruhsal boyutlarına ilişkin duyarlılıklarını ve farkındalıklarını yükseltecek bir yaklaşımla harekete geçirilmesidir. Çünkü gençlerin tüketilen enerjilerinin geri kazanımı, ancak onlara geleceklerine ilişkin doğru yönlendirmeler yapıldığında ve insani yüksek değerler üzerine kurulu özlerini (fıtratlarını) fark ettirip geliştirebilecekleri imkânlar sunulduğunda mümkün olabilir. Bu durumun geleceğimiz adına verimli, üretken ve umutlu bir sürecin başlangıcını oluşturacağında kuşku yoktur.