Makale

DAĞLAR İLE TAŞLAR İLE ÇAĞIRAYIM MEVLAM SENİ

DAĞLAR İLE TAŞLAR İLE ÇAĞIRAYIM MEVLAM SENİ

Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

“Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.” (Nahl, 16/49)

Deprem, tusunami derken, arkasından bir de nükleer santral felaketi geldi. Mart ayı içerisinde Japonya’nın yaşadığı bu korkunç felaketler, bütün dünyanın ibret ve dehşetle izlediği gelişmeler oldu. Bu sefer ki tabii afeti öncekilerden ayıran, bir de nükleer santral faciasının patlak vermesiydi. Bütün dünya nefesini tutarak bu olayı takip etti. Son elli yıldır insanı iyice meşgul eden çevre tahribatı, böylece bir kere daha insanın gündemine girdi.

Acaba gezegenin sonu mu yaklaşmakta idi? İnsanoğlu eliyle yeryüzü bir felâkete mi sürüklenmekte idi? Radyasyon sızıntısı, bu sefer insan ve diğer canlılarla ilgili acaba hangi vahim sonuçları doğuracaktı? Bu sorular zihinlerde geldi gitti ve gezegenin geleceğine dair kaygılar yeniden tazelendi.

İnsanoğlu, elbette ki, bu hale durup dururken gelmedi. Önce Batı medeniyeti rehberliğinde köklü bir zihniyet değişimi yaşandı. Manevi değerler hafife alındı, ikinci plana itildi. Kalkınma, gelişme ve ilerleme kavramları nerdeyse kutsandı. Bu, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talan edilmesi sonucunu doğurdu. Zaten günümüzde yaşanan çatışma ve savaşlar da, enerji kaynaklarını ele geçirme mücadelesi değil miydi?


Sanayileşmedeki hızlı gelişme, doğal yapının çok yönlü tahribatına yol açtı. Hava ve su kaynakları kirletildi, deniz sularına zehir atıklar karıştı, birçok ormanlık alan çöl haline geldi, bazı bitki ve canlı türleri yok oldu. İnsanlık tarihinde ilk defa tabiattaki denge bu denli bir tehlike ile karşılaştı.

İnsanın çevre krizini en az zararla atlatabilmesi için, her şeyden önce bir zihniyet değişikliğine ihtiyacı vardır. Allah-insan-tabiat ilişkisi yeniden kurulmalıdır. İnsan, kendisini yeryüzünün asıl sahibi ve maliki olarak görmemelidir. Tabiatın kendisine Allah’ın bir emaneti olduğunu unutmamalıdır. Dolayısıyla bencil arzularını ve doymak bilmez ihtiraslarını dizginlemelidir. Burada müslüman toplumlara önemli bir görev düşmektedir. Çünkü onlar, doğal çevrenin korunması noktasında önemi günümüzde daha iyi anlaşılan köklü bir geleneğe sahiptir.

Şöyle ki, Kur’an’ın nazarında taşından toprağına, kuşundan ağacına bütün doğal varlıklar, değersiz, ruhsuz nesneler değildir. Aksine mahlûkatın hepsi, bizimle beraber Yaratıcı’yı tespih ve takdis etmekte, O’nun şanını her daim yüceltmektedir. Kur’an’ın tasvirinde tabiat canlanmakta, adeta ibadete düşkün bir insan gibi karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Allah’ın doğal varlıklara vahyinden (Fussilet, 12; Nahl, 68.), doğal varlıkların da ilâhî buyruklara teslimiyetinde söz edilmektedir. (Âl-i İmrân, 83; Fussılet, 11.) Yine doğal varlıkların hamd, haşyet ve tespihlerinden bahsedilmektedir. Hatta bu açıdan onlar, Allah’a itaat ve bağlanmanın sembolü meleklerle beraber zikredilmektedir. (Rad, 13.) Dolayısıyla melekler, canlı cansız-bütün varlıklar ve müminler aynı ortak payda da buluşmaktadır. O da, Allah’ı tespih ve tazimdir.

Bahsedilen bütün bu sebeplerle biz, doğal varlıkları sadece istifade edilecek, kullanılacak nesneler olarak görmeyiz. Onların önemi, sadece işimize yaramalarından ileri gelmiyor. Bunun ötesinde ayrı bir anlamları vardır; çünkü bizim gibi kulluk etmektedirler. Bu anlamda ay, güneş, çiçek, böcek, su, deniz, sırtlan, kaplan bize hiç de yabancı değildir. Ortak noktalarımız bulunmaktadır. Yüce Allah, hepimizin yaratan yaşatan ve gerçek sahibidir. Onlar da bizim gibi her an Allah’tan istemekte ve O’na yönelmektedirler. (Rahman, 29.)

Biz, doğal varlıklarla görülmeyen ama hissedilen bir beraberliği yaşarız; onlarla aynı yolun yolcularıyız. Çünkü aramızda var oluşun anlamıyla ilgili çok önemli bir rabıta vardır. Onlar, yaratılıştan müslüman, biz ise kendi irademizle müslümanız. Onları gördükçe kulluk yolculuğunda yalnız olmadığımızı düşünürüz ve Allah’a yönelmede külli bir şuur kazanırız. Bu sebeple onlara karşı bir ülfetimiz ve muhabbetimiz vardır. Canlısıyla cansızıyla bütün doğal varlıklar ve biz müminler hep beraber aynı ilâhî koronun mensuplarıyız. Nitekim bu duygular, Allah aşığı Yunus Emre’ye şu dizeleri söyletmemiş midir?

“Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm Seni,
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâm Seni,
Sular dibinde mahî ile sahralarda ahû ile,
Abdal olup, ya hû ile çağırayım Mevlâm Seni.”

Yunus Emre’deki bu duygu derinliği Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur’an, dağlar ve kuşların zikrine iştirak ettiği bir peygamberden bizlere bahseder; o da Hz. Davut’tur. Tabiat bizzat onun tespihine iştirak eder, tevhidi beraber terennüm ederlerdi. Tabiatla insanın tevhitte “birleşme”si onun şahsında bizlere şöyle anlatılır: “Biz, sabah akşam kendisiyle zikir ve ibadet etmeleri için dağları, toplu haldeki kuşları onun hizmetine vermiştik. Her biri onun ahengine katılır, beraber zikrederlerdi.” (Sâd, 18-19.)

Kur’an’ın dikkat çeken en önemli özelliklerinden bir de, doğal varlıkları “ayet” olarak isimlendirmesidir. Meselâ şu ilâhî beyanı buna örnek verebiliriz. “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği ve kendisiyle ölümden sonra yeryüzüne hayat verdiği suda, orada yaydığı her türlü canlıda, rüzgârları ve gök ile arz arasında emre amade bekleyen bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için ayetler (işaretler) vardır.” (Bakara, 164.)

Mahlûkatın ayet olarak isimlendirilmesi, doğal çevrenin manevi bir anlam kazanmasına sebep olmaktadır. Çünkü Kur’an ayetleri nasıl Allah Teala’ya götürmekte ise, doğal varlıklar da O’nun nihayetsiz kudret ve ihtişamına işaret etmektedir. Bu anlamda mümin, gördüğü her şeye ibret nazarıyla bakar. Böylece onun iman hayatında, duygu ve düşünce dünyasında mahlûkatın ayrı bir yeri olur. Yaratıklara bakınca Yüce Mevla’nın eşsiz ilim ve kudretini hatırlar, onlar adeta bir köprü vazifesi görür. Göze takılan her güzellik, kulağa ulaşan her nağme ötelere açılan bir penceredir. Onun yaratma sıfatı söz konusu olunca da, bin bir çeşitliliği ile doğal varlıklar insanın aklına gelir. Tabii çevreyi zihinsel süreçlerden çekip aldığınızda, insanın işi zorlaşacaktır; gayba ve Allah’a olan imanı delil ve dayanaktan yoksun kalacaktır. İman ilkeleri, insanın aklına ve gönlüne yatan müşahhas değerler olmaktan çıkıp mücerret bir hale dönüşecektir.

Bütün bunlar, müslüman hafızada tabii olgu ve süreçlerin işgal ettiği müstesna yeri ortaya koymaktadır. Bu şuura sahip bir zihnin, tabiat karşısındaki pratik tavrı da elbette ki farklı olacaktır. Tabii çevreyi iman dünyasının bir parçası görenle, onu manevi değerlerden soyutlayan bir zihnin çevreye karşı olan tutumu farklı olacaktır. Birincisi çevreyi, adeta Yüce Yaratıcı’ya taşıyan her türlü güzellik ve yaratılış sırlarının sergilendiği bir müze olarak görürken, diğeri, böyle bir bilinçten yoksun olacaktır. Dolayısıyla birincisi doğal çevreyi, özenle korunması gereken bir imkân olarak görürken, diğeri bu sorumluluğu gösteremeyecektir.