Makale

Hoşgörü ile umursamazlık arasındaki KALIN ÇİZGİLER

Hoşgörü ile umursamazlık arasındaki KALIN ÇİZGİLER

Kuddûsi Doğan

İslam’ın hayat tasavvurunda müsamaha veya hoşgörü ilkesine büyük ölçüde yer ve önem verildiği bilinen bir gerçektir. Fakat zamanımızda içi en fazla boşaltılmış ve aşındırılmış kavramlardan biri de belki yine hoşgörü kavramıdır.

Hiç şüphe yok ki, İslam’ın hoşgörü telakkisi doğrudan doğruya peygamberlerin tutum ve davranışlarına dayanır ve Yüce Yaratıcı’nın esma ve sıfatlarından beslenir. Allah’ın isimlerinin yarıya yakınında O’nun sonsuz kerem ve ihsanı, bağışlayıcılığı, karşılıksız nimetler vermesi, ayıp ve günahları örtücülüğü, kullarına olan şefkat ve merhameti vurgulanır. (Örneğin Rahmân, Rahîm, Raûf, Rezzâk, Afüvv, Vehhâb, Tevvâb, Latîf, Kerîm, Vedûd, Berr, Settâr gibi doğrudan doğruya Allah’ın kullarına olan sevgi, rahmet ve esirgeyiciliğini ifade eden isimlerinin yanı sıra dolaylı olarak bu manaları ihtiva eden birçok ismi de vardır.) O’nun gözetimi altında yetişmiş olan peygamberlerin tutum ve davranışları tarihte eşine rastlanmayan müsamaha örnekleriyle doludur.

Hz. Yusuf (a.s.)’un, kendisini kuyuya atan kardeşlerini yıllar sonra nasıl karşıladığı, onlara ikram ve lütufta bulunması ve neticede onları affetmesi (Yusuf, 91-92.) dillere destan bir geniş yüreklilik örneğidir. Hz. Musa’nın, İsrailoğullarının bitmek bilmeyen isyan ve nankörlükleri karşısında nasıl bir sabır ve metanet gösterdiği malumdur. (Bu husus Bakara, A’raf, Tâhâ, Kasas gibi birçok surede dile getirilir.) Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Medine’ye hicret ettikten sonra şehirde ve civarda yaşayan gayrimüslimlerle başlattığı birlikte yaşama projesinin temelleri de hiç şüphesiz günün şartlarının yanı sıra ilahî vahyin yönlendirmesiyle olmuştur. O’nun müminlere olan düşkünlüğü Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın da isimlerinden olan “Raûf” (çok esirgeyici, müşfik) ve “Rahîm” (daima merhametle muamele edici) kavramlarıyla ifade edilmiştir. (Tevbe, 128.) Kendisini ve müminleri doğup büyüdükleri ve kuşkusuz çok sevdikleri baba ocağından çıkaran, bütün mal varlıklarına el koyan ve Medine’yi dahi istilaya yeltenen müşriklere Mekke’nin Fethi sırasında, o günün geçerli harp hukuku konseptine göre her türlü muameleyi yapabilir (Prof. Dr. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 268.) olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi bağışlayıp evlerine göndermesi gibi bir alicenaplık acaba tarihte zafer kazanmış kaç hükümdara nasip olmuştur?

Örnekleri çoğaltmak mümkün ise de bu hususta Kur’an’da yer alan sayısız ayetler, tarihte yaşanmış ibretamiz olaylar müminlere geniş bir ufuk açmıştır. Dinde zorlamanın yasaklanması, gayrimüslimlerin hak ve kutsallarına saygı, insanların tümünün topraktan yaratıldığı ve etnik açıdan eşit olduğu inancı, daima sulhun tercih ve tavsiye edilmesi, başkasının ayıplarının araştırılmaması (Bakara, 256; Hucurât, 12-13; A’raf, 199; Mümtahine, 8; Hac, 40; En’am, 108.) gibi temel ilkeler İslam coğrafyasında komplekssiz bir anlayışı var etmiştir. Mevlana, Yunus ve Hacı Bektaş Veli gibi uluların etraflarına yaydıkları hoşgörü ışığı da aslında peygamberane bir anlayışın dışavurumudur. Haddizatında dinimizin bizzat adı, yani “İslam” kavramı müsamaha, barış ve hoşgörü fikrini zaten kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bu bakımdan hoşgörü İslam’ın tabiatındadır, ona eklemlenmiş veya giydirilmiş değildir.

Fakat yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere, son yıllarda hemen her hatibin ölçüsüzce ve her platformda hoşgörüden bahsetmesi, onu anlatırken insanı bütün kayıt ve sorumluluklarından azat eden bir söylem tercih edilmesi geniş halk kitleleri nazarında bu kavram etrafında bazı yanlış anlama ve davranışlara da yol açıyor gibidir. Sırf bu yüzden değil belki ama, gerçekten olması gereken, “yaratılanı yaratandan ötürü sevme” gibi çok yüce bir mefkûreye dayanan hoşgörünün yerini sokaktaki insanın zihninde bir nevi tepkisizlik, umursamazlık, nemelazımcılık ve lakaytlık gibi, İslam ahlakının hiç de tasvip etmediği samimiyetten uzak huylar ve alışkanlıklar alıyor sanki.

Toplumumuzda son yıllarda yaşanan değişim artık gözle görülür hâle gelmiştir. Fakat bu değişimin rotası daha iyiye doğru değil, daha fazla dünyevileşme, daha fazla ben-merkezci ve bireyci bir telakkiye doğru yol almaktadır. Hatta bu klasik anlamda bireyselcilikten daha öte bir durumdur. Kısacası, Kur’an’ın “hevâ” (Furkan, 43; Ra’d, 37; En’am, 150; Maide, 48-49.) dediği, insanı peşinden sürükleyen keyif ve arzuları, onu sınır tanımaz bir varlık haline getirirken, kendi çarkı döndüğü sürece etrafında olup-biten bir dizi menfi gidişe de gözü kör, kulağı sağır bir benliğe dönüştürmektedir.

Örneğin, bizim ilkokulda veya ortadereceli okullarda okuyan bir çocuğumuz yoksa, uyuşturucu satıcılarının ilkokulların kapısına kadar dayanmış olmaları bizi çok fazla ilgilendirmemektedir. Engelli bir çocuğumuz veya yakınımız yoksa kaldırımların yüksek yapılması fazla problem edecek bir konu değildir. Bize henüz bir zarar vermemişse trafikte hız tutkunlarının, alkollü sürücülerin ve kırmızı ışıkta geçenlerin çoğalması çok da oralı olacak bir konu değildir. Hatta evimizin kapısı sağlamsa, hırsızlık haberlerini eğlenceli bulabiliriz. Bize laf gelmiyorsa sokakta nara atan, yerlere tüküren ve edep dışı bağırıp çağıran şehir kabadayılarına ve sarhoşlara diyecek bir sözümüz yoktur. Sokakları ve çevreyi istediği gibi kirleten, çöpünü oraya buraya atan, arabada yediği meyvenin kabuğunu, içtiği kolanın kutusunu camdan yola bırakıveren insanımızla ağız kavgası yapıp huzurumuzu kaçırmaktansa, boşver, böyle gelmiş böyle gider deyip işimize bakmak çoğumuz için en akıllıca iştir.

Bu gibi durumlarda hoşgörülü olmanın bütün cemiyetin ve gelecek nesillerin hukukunu çiğnemek anlamına geleceğini bilmem ifade etmeye gerek var mı? Bu tavrın gerçekte hoşgörü ile bir alakası yoktur ama; acaba diyorum, bütün bu olumsuzluklara toplumun sessiz ve tepkisiz kalmasında ölçüsüzce anlatılan hoşgörü hikâyelerinin, insana mes’uliyetini unutturan söylemlerin de bir rolü yok mudur? Bu tavır biraz da, Müslüman ne yaparsa yapsın, tevbe ettiği zaman nasıl olsa Allah bağışlar şeklindeki yaygın ve yanlış kanaatten, biraz da dozu ayarlanamamış hoşgörü söylemlerinden doğmaz mı? Böyle düşünenlere, Allah bağışlasa bile cemiyetin aldığı yaranın da telafi edilmesi gerektiği hatırlatmalı ve insanımızı da bu yönde eğitmeliyiz.

O halde, kimseyle kavga etmeme pahasına bu gibi durumları hoş görmek yerine şikâyet mercilerine başvurmaktan üşenmemeli, toplum olarak bu gibi konulara hassasiyetle ve ciddiyetle eğilmeli ve çözüm üretmeliyiz. Şikâyet mekanizması da bizi, şikâyet ettiğimiz kişiyle baş başa bırakmamalı, şikâyet ettiğimize pişman etmemeli, aksine kötülüklerin kısmen de olsa ortadan kalkması adına teşekkür etmelidir. İşte bunlar yapılmayınca, sokağımızda sahte bir hoşgörü yahut hoşgörü kılıfına bürünmüş bir umursamazlık, ikiyüzlülük, tepkisizlik, vurdumduymazlık ve nemelazımcılık yayılıp gitmektedir.

Oysa biz biliyoruz ki, Kur’an’ın en temel toplumsal ve ahlaki ilkelerinden biri emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münkerdir, yani cemiyette kötülüğün mümkün olduğunca azaltılması ve iyiliğin öne çıkarılması ödevi. (Âl-i İmran, 104,114; Tevbe, 71, 112; Lokman, 17.) Bunun tersini isteyenlerin ise kimler olduğu gayet açık olarak ifade edilmiştir. (Tevbe, 67.) Ve tabii ki bunun için ehil olmak, yol ve yordam bilmek gibi kurallar, metotlar var.

Yine biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz rahmet peygamberi olmakla beraber toplumda adam kayırmaya ve merhamet duygularının ileri sürülerek hukukun altının oyulmasına, böylece aynı zamanda ahlaki bir yozlaşmaya kapı aralanmasına asla müsamaha göstermemiş, milletleri yıkan hastalığın da bu tür uygulamalar olduğunu kesin bir dille ifade etmiştir. (Buhari, Hudûd, 12.)

Demek oluyor ki, İslam’ın ilkesel olarak kabul ve tavsiye ettiği hoşgörü, kötülüklerin aleni veya gizliden gizliye toplumu sarmasına göz yummak değildir.