Makale

Şehit Mektuplarındaki CANLI DUYGULAR

Şehit mektuplarındaki CANLI DUYGULAR

Musa Tektaş


Tarihe ismini altın harflerle yazdıran şanlı şehitlerimizden bizlere yadigâr kalan künyeleri, elbiseleri, kurşuna kalkan olmuş saatleri gibi mektupları da çok değerlidir. Şehitlerin mektuplarında ebedileşen destansı duygular, tarifi imkânsız hasretler ve tertemiz gönüllerin terennümleri vardır.

Cesurca düşmana karşı savaşırken canını feda eden vatan evlatlarının kalemlerinden süzülen her harf bir altın nakış gibi değerlidir. Onların ebedî hatırları olan mektuplarında sevda vardır, teslimiyet vardır.

Hiç şüphesiz şehitlerimizin olağanüstü kahramanlıkları, vatanımızın tapu senetleri ve aziz varlıklarının nişanesi hükmündeki kabirleri yanında, en az bunlar kadar kıymetli olan bir “ebedî hatıraları” da, tarihimizi taçlandıran “mektupları”dır.

Mehmetçiğin harp esnasında yakınlarına yazıp da gönderdiği veya gönderemediği öylesine numune mektuplar var ki, gerçekten insanın kalbini, hissiyatını, millî/tarihî ve manevi duygularını galeyana getirecek cinstendir. Harbin acımasızlığına inat, cehennemi ateş ortasında cepheden yazılan ve çoğu adresine ulaşamayan, belki de kendinden önce şehadet haberinin gittiği; kan, gözyaşı, ateş ve barut kokusuna bulanmış, sevgi, aşk, hasret, ideal, vazife şuuru, asalet ve duygu yüklü mektupları anlatmaya, hak ettiği edebî değere uygun hangi seçkin kelimeleri kullanırsak kullanalım yetersiz kalır.

Şehit mektupları, hiçbir maddi kıymetle ölçülemeyecek kadar paha biçilmez değerini, “gönüllerde saklanarak” ve hatırasına ve özündeki mana ve ideale sadık kalınarak ancak bulabilir ve koruyabilir. (İsmail Çolak, Ölümsüz Şehit Mektupları, Akis Kitap, s. 10, İst., 2006.)

Selamım emanettir

Mehmet Niyazi’nin Çanakkale Mahşeri adlı eserinden okuyalım:

“Askerler, “Sai geldi! Sai geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.

-Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.

Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
Mehmet oğlu Kara Ali!...
Değişik yerlerden sesler yükseldi:
-Cennet-i A’lâ’da!..
-Mertebesine erdi!...
Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:
-Alsancak’tan Hayati oğlu Salim!
Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:
-Ver! Buradayım!...
Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu:
-Kimden geliyor?!...
-Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.
Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:
-Kadir oğlu Hüseyin!...
Değişik yerlerden cevap geldi:
-Şehit!...
-Şehit!...
Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:
-Hasan oğlu Rafet!...
-?!..
Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
-Hasan oğlu Rafet!?...

Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargâha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı:
-Musa oğlu Muharrem!...” (Bkz: Mehmet Niyazi, Çanakkale Mahşeri, Ötüken Yay., İst.,1999)
Muallim Hasan Ethem’in duası

Tarihini bilen bir milletin fertleri olarak ölümsüz hatıralarla yüce şehitlerimizi anmak bizler için hüzünlü de olsa, bir gurur vesilesidir.

Çanakkale cephesine gönüllü katılmış yedek subay Muallim Hasan Ethem’in şehitlik mertebesine ermeden az evvel anasına yazdığı ve oradaki askerlerin manevi iklimini aksettiren mektubunun bir parçası:
“Valideciğim!

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihatamiz mektubunu Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının gölgesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha güçlendirdi. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim. Güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sada ile beni müjdeliyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim; çağıl çağıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu.

Şu anda bu güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Davudi sesli yiğit bir ezan okuyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti, o dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık.

‘-Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halıkı! Sen, bütün bu Müslüman Türk milletine verdin. Yine onlarda bırak! Çünkü böyle güzel yerler ve şu nimetler, seni takdis ve senin yüceliğini tasdik eden bu millete mahsustur.

Ey benim Rabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, senin ism-i celalini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek böyle güzel ve sakin yerde sana dua eden bu askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!...’ diyerek dua ettim ve kalktım.. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar bahtiyar kimse tasavvur edilemezdi...

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor.” (Çolak, age., s. 69-71.)
Şehitlik rütbesi
2 Haziran 1916 tarihinde Yüzbaşı (Kolağası) Mehmet Tevfik, Çanakkale harbinde bir İngiliz mermisiyle yaralanmış ve şehit olmadan önce şu mektubu yazmıştır:
“Sebeb-i Hayatım, Sevgili Babacığım ve Valideciğim!

Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan müthiş bir İngiliz kurşunu geçti. Hamdolsun kurtuldum. Fakat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu satırları yazıyorum.

Hamd-ü senalar olsun Cenab-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderat-ı ilahiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lazımsa öyle yetiştirdiniz… Sizlere çok teşekkür ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Vatanıma olan mukaddes vazifemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehitlik rütbesine kavuşursam, Cenab-ı Hakk’ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman bana pek yakındır. Sevgili babacığım ve valideciğim, göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezihciğim önce Cenab-ı Hakk’ın sonra sizin himayenize bırakıyorum… Bana hakkınızı helal ediniz. Ruhumu şad ediniz. Refikama yardımcı olunuz.

Hepiniz her gün beş vakit kılınız… Ruhuma fatiha okuyarak beni sevindiriniz…

Elveda, elveda, cümlenizi Cenab-ı Hakk’a tevdi ve emanet ediyorum. Ebediyen Allah’a ısmarladık. Sevgili babacığım ve valideciğim.”
Oğlunuz
Mehmet Tevfik
19 Mayıs 1331 (1915) (Çolak, age.,s.35-39.)

Onlar şehitlerimizdir, vatanımızı müdafaa etmek için canından geçen askerlerimizdir. Büyüklerimizin yurdumuzu gözü arkada kalmadan emanet ettiği neferlerimizdir. İşte onlar başımızın tacı kınalı kuzularımız… Onlar bizim her şeyimiz, bitmeyen hazinemiz en kıymetli elmaslarımız… Onlar ölümsüzlük sırrına eren gönüllerde yaşayan kahramanlarımız… Onlar şehadet şerbetini içince, kendileri cennet-i a’laya göçünce, “Vatan Sağolsun” nidasını yankılandıran ulu canlarımız…