Makale

Bir Bilinç Uyanıklığına Sahip miyiz?

Bir Bilinç
Uyanıklığına Sahip miyiz?

Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

““Ey inananlar, sizler kendinizi düzeltmeye bakın, doğru yolda
olduğunuz müddetçe hakikatten sapanlar size zarar veremezler.”
(Mâide, 105)”

Şüphesiz çağdaş medeniyetin en bariz özelliklerinden birisi, insanı benlik şuurundan uzaklaştırması ve harici âlemi bilgi ve ilgisinin odağına yerleştirmesidir. Günümüz insanı, şu veya bu amaçla, tabiat, eşya, kısaca algılanabilen maddi varlıklar konusunda azımsanamayacak bir bilgi birikimine sahip olmuştur. Ancak bu bilgi, bir bütünlük içerisinde varlığı anlamlandırmaya, nihai gerçekliği kavramaya yaramayan şeklî ve zahirî bir bilgidir. Yine bu bilgi hakikat karşısında izafi bir değere sahip olan hatta zandan öteye geçmeyen bir bilgidir. (Necm, 28) Nitekim şu Kur’anî beyanın, bahsettiğimiz türden bir bilgiye dikkat çektiği anlaşılmaktadır: “Onlar bu dünya hayatının yalnız görünen yüzünü tanırlar; ahiretten ise tamamen habersizdirler. Onlar kendi iç dünyalarında bir muhasebe yapmayı hiç düşünmezler mi?”
Pozitif bilgi birikimi, bu özelliği sebebiyle, içsel boyutta insanın önüne gerçekçi bir hedef koyamamış; dolayısıyla onun kendini aşması ve yücelere tırmanmasına zemin hazırlayamamıştır. Aksine, ruhsal bakımdan insanın fakirleşmesine, neticede asalet ve değerini kaybetmesine sebep olmuştur. Kutsal gelenek ise, seküler medeniyetten farklı olarak insanın bütün anlama çabalarının önüne içsel boyutta kıvama ermeyi ve böylece kendini aşmayı koymuştur. Dolayısıyla bu anlamda insan, kendi deruni dünyasında amaçsız ve davasız bir şekilde dolaşan avare bir gezgin değildir. Aksine o, attığı her adımda, yaşadığı her lâhzada, Allah’a kavuşma arzusu ve yakınlaşma iştiyakını soluklayan bir tavır adamıdır. Yine o, şeytani güçlerin önüne çıkardığı her engeli aşmaya, her tuzağı geçmeye taahhüt etmiş bir “ihsan” fedaisidir. Bu bağlamda kutsal geleneğin, bir ömür boyu, insanı zirvelere doğru tırmandırdığı, nefes nefese “ihsan” boyutuna onu taşımaya çalıştığını görüyoruz. Çünkü inanan insan, her nerede olursa olsun, O’nunla beraber olma sırrını yaşayan kimsedir. Böylece her ânını ve kımıldanışını ilahî renge boyayan kısaca kutsal aşı ile hayatını aşılayan bir hakikat eridir. “Biz Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz (deyin).” (Bakara 138) Bu yönüyle o, ilahî huzurda ve teftişte oluş keyfiyetini, âdeta tabiatının bir parçası hâline getirmiştir.

İlahî dinler, insanın içsel serüvenine daima ayrı bir önem vermişlerdir. Kalp, her zaman onların vurgu yaptıkları odağı oluşturmuştur. Çünkü kalbine itina göstermeyen bir medeniyetin, insana vadedeceği herhangi bir değer, ona katettireceği bir mesafe yoktur. Bu sebeple benliğin inşa ve ihyası için, insanın önce kendi içsel denetimini ve disiplinini sağlaması gerekmektedir. Nitekim konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Ey inananlar, sizler kendinizi düzeltmeye bakın, doğru yolda olduğunuz müddetçe hakikatten sapanlar size zarar veremezler.” (Mâide, 105) Dolayısıyla bu medeniyetin insanı, kalbî hayatının topoğrafyasını karış karış dolaşan, oradaki inişleri, çıkışları, yalçın kayalıkları ve engebeleri yakından bilen bir kimsedir. O, iç dünyasından geçenleri teste tâbi tutar. Böylece şeytani yönlendirme ve ayartmalar karşısında derin bir bilinç uyanıklığı ve berraklığına kavuşur. Nitekim A’râf 201’de bu konuya temas edilir: “Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman hemen akıllarını başlarına toplar ve hemen (olup biteni) açık bir biçimde kavramaya başlarlar.” Ayetin bahsettiği takva donanımlı kimseler, o derece içsel bir bilince sahip bulunmaktadırlar ki, düşlerde olduğu gibi yakalanamaz, ele geçmez, hayalimsi görüntü, imaj ve tasavvurları dahi fark eder; böylece şeytani ayartmalar karşısında soylu bir duruş sergilerler.
Bu kimseler, olanca dikkatleriyle, tökezlemeden, yara bere almadan, manevi oluşumlarını kesintisiz bir şekilde sürdürme mücadelesini verirler. Ancak insan olmalarının bir neticesi olarak, zaman zaman negatif kutba savrulmaktan kendilerini kurtaramazlarsa da bu savrulmalar, onların sarkacın karşı tarafında tövbe iştiyakıyla daha hızlı vurmalarına sebep olur.

Onlar her an bir imtihana tabi tutulabilecekleri ürpertisi içerisindedirler. Çünkü hayatın onlara sunduğu bütün imkân ve fırsatlar, yine karşılaştıkları her sıkıntı ve musibet, evet bütün bunlar birer sınanma vesilesidir. Şu veya bu şekilde denenebilecekleri ve kaybedebilecekleri endişesini her dem yaşarlar. Ancak bu onların manevi olgunlaşmalarının da temel dinamosunu oluşturur. Onlar bu sayede zorlukları aşar yücelere tırmanma fırsatını elde ederler. Tıpkı Hz. Süleyman misalinde olduğu gibi. O, Allah’ın özel lütfuna ve çeşitli mucizelere mazhar olmuş, güç ve kuvvet verilmiş bir peygamberdi. (Neml, 15-17) Ancak onlarca belki yüzlerce kilometre uzakta bulunan Belkıs’ın tahtı, göz açıp kapamaya fırsat bulamadan kendisine getirilince, ilahî bir lütfa mazhar olduğunu hemen fark etmiş ve şu sözler lisanından dökülüvermiştir: “... Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur... ” (Neml, 40)

Onlar yüzleştikleri her türlü bela ve mahrumiyet karşısında, ümitsizliğe ve karamsarlığa kendilerini kaptırmanın, bir tükeniş ve yok oluş olduğunun da çok iyi farkındadırlar. Böyle anlarda onlar olanca dikkatlerini toplar, zorluğun, meşakkatin bunalttığı, şeytani ayartmaların bastırdığı demlerde, iç dünyalarını kaplamaya yüz tutan ümitsizlik dalgaları ve karamsarlık kasırgalarına karşı dimdik ayakta durmayı başarırlar. Çünkü onlar bilirler ki, dünyada ümitsizlik girdabına kendilerini kaptıracak, yeis dalgaları arasında kaybolup gidecek birileri varsa, en son sırada kendileridir. Bu halleriyle onlar bütün ümitlerin tükendiği, çarelerin son bulduğu zamanlarda dahi rahmeti sonsuz olana sığınma ve bağlanmanın rahatlığını ve imtiyazını yaşarlar. İç dünyalarını kaplamaya yüz tutan keder dalgalarına karşı, bütün benliklerini saran huzuru ve gönüllerinde parıldayan güven ışıltılarını derinden hissederler.

Bu oluş sürecinde inanan insan, sürekli olarak yaptıklarını ölçer biçer ve kritiğe tabi tutar; dış dünyada yaşanan oluşumların içteki yansımalarını tahlil eder. Deruni hayatındaki gelgitleri ve kasırgaları yakın takibe alır; telkin ve yönlendirmeleri denetim ve vizeye tabi tutar. En ince ayrıntısına varıncaya kadar, içsel oluşumları süzgeçten geçirir. Olumlu ışıltılarla olumsuz karaltıları birbirinden ayırır. Hatalardan uzak olduğu yanılgısına ve nefsini tezkiye etme hastalığına kendisini asla kaptırmaz. Kısaca o, hayatı, bir oluş, yüceliş ve olgunlaşma fırsatı olarak kabul eder. Bu fırsatı kaçırmamak için de elinden gelen olanca gayreti ortaya koyar.