Makale

Mehmet Akif El-Muazzama Tren İstasyonunda...

Mehmet Akif El-Muazzama Tren İstasyonunda...

Canlıların hayatında olduğu gibi toplumların da ‘eceli’ vardır. Kur’an’da “Her toplum için bir ecel vardır” buyrulur. (Yunus, 49) En uzun süren imparatorluklar arasında yer alan Osmanlı da bu eceli yaşamıştır. Elbette yıkılış sebepleri değişik açılardan tartışılabilir. Makalemizin konusu bu değil.

Yıl, 1915...
Bu tarihten yaklaşık bir buçuk sene önce Balkanlar’ı kaybetmişiz. Koskoca imparatorluk Yemen’den Balkanlar’a, Irak’tan Galiçya’ya kaynıyor. Büyük güçler Osmanlı’yı parçalama sevdasına düşmüşler. Bu amaçla yedi düvele mensup ordular Çanakkale önlerine gelmiş, demirden zırhlarını bir duvar gibi örmüş, modern silahlarıyla ateş kusuyorlar. Çanakkale’de Müslüman Türk’ün var gücüyle ateşle imtihanı sürüyor. Türk ordusu Allah’a olan imanıyla akıl almaz derecede direniş gösteriyor.

Bir tarafta şâir-i meçhûlün, “giden gelmiyor, acep ne iştir” dediği Yemen’de Zeydi imamların önderliğindeki güçlerin vurkaç taktiklerine karşı Anadolu evlâtları direniyor. Çünkü Anadolu’nun güvenliği Yemen’den başlar. Yemen dramı, ayrı bir sayfa tarihimizde.

Hicaz...
Osmanlı’nın 1514’ten 1918’e kadar, 414 yıl yönettiği bir coğrafyanın adı. Yıllarca İstanbul’da beslenen şerif Hüseyin İngilizlerle işbirliği halinde. Bazı Arap kabileleri para, makam karşılığında kışkırtılarak Osmanlı yönetimine karşı isyan ettirilmek üzere. İşte böyle bir atmosfer içerisinde şâir Mehmet Âkif başkanlığında bir heyet Hicaz’a, Necid ve Yemen’e kadar gidecekleri uzun bir yolculuğa çıkıyorlar. Amaç, bölge insanlarına güven vermek, emperyalizmin oyununa gelmemeleri konusunda onları uyarmak. Bu bölgede olup bitenleri payitahta rapor etmek vb. gibi özel görevleri yerine getirmek...

Sultan II. Abdülhamid Han İstanbul’dan Medine’ye kadar raylar döşeterek demiryolu yaptırmış. Yemen’e kadar uzatmak istiyor, ama başarılı olunamıyor. Demiryolu ağı şam, Bağdat, Medine üçgeninde uzayıp gidiyor. Mehmet Âkif ve arkadaşları İstanbul’dan Medine’ye giden trene biniyorlar. Şam-ı şerîf’i geçip Tihame çölünde bulunan el- Muazzam’a tren istasyonunda duruyorlar. Burası, Mehmet Âkif’in ‘Necid Çölleri’nden Me- dine’ye’ şiirinde “üç ay Tihâme deyip çiğnedim beyâbânı” dediği yakıcı çöl ortası...

18 Mart 1915...
el-Muazzama tren istasyonu. Dışarıda kavurucu sıcakla birlikte kum fırtınası var. el-Muazzama, Medine tren istasyonundan bir önceki istasyondur. Tren mola verir. Bu istasyonda inen Mehmet Âkif ve arkadaşları sadece İstanbul, şam ve Medine ile görüşme imkanı olan telefon kulübesine koşarlar. Akılları, fikirleri geride bütün hızıyla devam eden Çanakkale savaşındadır. Epey bir uğraşıdan sonra İstan- bul’la bağlantı kurulur. Karşıda Enver Paşa’nın gür sesi: “Müjde! Müjde! Kahraman Mehmetçiklerimiz Çanakkale’nin geçilmez olduğunu yedi düvele gösterdi.” Başta Mehmet Âkif ve arkadaşları büyük bir sevinç çığlıklarına karışan tekbir ve gözyaşlarıyla kızgın kumların üzerinde şükür secdesine kapanırlar. Çoktan beri, zafer kavramına hasret kalmıştı Anadolu insanı. Çanakkale zaferi, Kurtuluş Savaşımızın bir mukaddimesiydi, bir provasıydı, bir motivasyonuydu. Küffâr, Çanakkale’yi geçemediğine göre, Anadolu hiç geçilemezdi. Hiç kimse durduramazdı artık Türk milletini. Çünkü o Çanakkale’de henüz bıyığı bile çıkmamış, onbeşliler, liseliler, tıbbiyeliler, harbiyeliler ve muallimler cihad ederek şehadet şerbetini içmiştiler. Büyük bir entelektüel kitleydi bunlar. Osmanlı hinterlandına bağlı bölgelerden mücahitler vardı bu şehitler arasında. Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan, Azerbaycan’dan, İran’dan, Turan’dan, Anadolu’dan, Afrika’dan vb.

el-Muazzama tren istasyonu...
Dile gelse de bir konuşsa, nelere şâhit olmuştu ya Rabbi! Medine sevdalıları buraya geldiğinde Peygamber kokusunu duyar duymaz heyecana kapılırdı. İstanbul Haydarpaşa’dan kalkan tren, tarihimize Sürre alayları olarak geçen Hicaz ahâlisine karşılıksız dağıtılmak üzere katar katar yiyecek, giyecek gibi ihtiyaç maddeleri taşırdı Medine’ye, oradan sevkedilmek için Mekke’ye... Osmanlı’nın yiğit evlatları, Medine tren istasyonunun bulunduğu Anbariye’de ki bugünkü mahallenin adıdırdepolanan şeker, un çuvallarını sırtlandıkları gibi kapı kapı ihtiyaç sahiplerine dağıtırlardı. Peygamberimizin soyundandır diye Mehmetçik, ahâliyi işçi ve hizmetli olarak asla kullanmamıştır. Gerçekten Hâdimu’l-Harameyn olmuştur Türk milleti yüzyıllar boyunca. Medine’de evinde Osmanlı âşığı allâme Prof.Dr. Muhammed Avvâme’yi ziyaret ettiğimizde, “İslâm âleminin başına gelen felâketler, Osmanlı’ya yaptıkları ihanetlerden dolayıdır” diyor ve gözleri buğu- lanıyordu.

el-Muazzama tren istasyonu...
Mehmet Âkif, çok dolu, âdeta şiire hâmile. İstasyon binâsından biraz uzaklaşmış, bir kum tepeciğinin ardında ağlıyor ve önündeki çöl kumları yağmur yağmış gibi ıslak. Bir elinde kâğıt, bir elinde kalem. Yönünü Medine’ye Ravzâ-i Mutahhara’ya çevirmiş, Efendimize müjde verir gibi, gözyaşları içerisin- de Çanakkale Destanı’nı yazmaya başlamıştı. O, aslında Boğaz Harbi şiirinde, “Ey şehîd oğlu şehîd! İsteme benden mak- ber/Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber” derken, manen Resûl-i Ekrem’i görür gibiydi. Evet, Çanakkale ya da Boğaz harbi şiiri İstanbul’da değil, Hicaz’da el-Muazzama tren istasyonunda yazılmıştı.

Şehâdet ve şehitliğin ne anlama geldiğini genç nesillerimize kavratmak için gelin “Boğaz Harbi” şiirini bir defa daha okuyalım:
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya.
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil.


Bugün bu şiiri okumaya ve muhtevasını kavramaya çok ihtiyacımız var. Çanakkale’de destanlar yazdıran kahramanlarımızın güç ve destek aldıkları maneviyat kaynağını bir ke- re daha hatırlayalım. O rûha, o irfâna, o maneviyata ve o medeniyete yeniden şuurlu bir şekilde sahip çıkalım. Rûhunuz şâd olsun ölümsüz şehitler, cennet kuşları. Senin de rûhun şâdolsun nur sakallı Âkif’imiz. Dünya durdukça yaşayacağına imanımız tamdır.