Makale

Nesebin Dolduramadığı Boşluk

Nesebin Dolduramadığı Boşluk

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim bir fakiri rahatlatırsa, Allah da onu dünya ve ahirette rahatlatır. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter. Kişi kardeşine yardım ettiği sürece, Allah da ona yardım eder. Kim ilim elde etmek için bir yo- la girerse, Allah ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Allah’ın evlerinden birinde toplanıp da Allah’ın kitabını okuyan ve aralarında müzakere eden kimselerin üzerine huzur iner, onları rahmet kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah kendi yanındaki(melek)lerin içinde onları anar. Ameli kendisini geri bırakan kimseyi nesebi ilerletmez.” (Müslim, Zikr, H. No: 38)

Hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığına inanan mümin için paha biçilmez ödülleri içeren bu hadis, “İyilik yapan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğini” (Tevbe, 120) beyan eden Cenab-ı Hakk’ın va’dinin bir açılımı mahiyetindedir. Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi sevgili Peygamberimizin birçok hadislerinde de iman edip salih amel işleyenlerin mükâfatlarının cennet ve oradaki sonsuz nimetler olduğu açıklanmıştır. Onun için Yüce Allah, müminlerin, Allah yolunda feda ettikleri canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığını ve yaptıkları bu alışverişten dolayı sevinmeleri gerektiğini (Tevbe, 111) bildirmiştir.

Açıklamaya çalıştığımız hadiste yer alan iyiliklerin bir kısmının sadece uhrevî mükâfatı zikredilirken, bazılarının hem dünyevî hem de uhrevî mükâfatından bahsedilmesi, yaptığımız bazı iyiliklerin bu dünyada karşılıksız kalacağı anlamına gel- memelidir. Çünkü yapılan iyiliklerin bu dünyadaki karşılığı en azından manevî huzur, ruhsal dinginlik ve psikolojik tatmindir. Muhtaç insanlara yardım etmenin, zorda kalan kimseleri sıkıntıdan kurtarmanın, insanlık için yararlı bir iş yapmanın kişiye verdiği manevî huzur, hiçbir maddî bedelle elde edilemez ve ölçülemez. Ayrıca, kardeşine yardım ettiği sürece Allah’ın yardımına nail olacak müminin, bu yardımdan her iki âlemde de nasibdar olacağı açıktır.

Müminin ayıbını örtmek, onun kişisel kusurlarını ve günahlarını ifşa edip başkalarına yaymamayı ifade eder. Bir müminin insan olarak maruz kaldığı, fakat başkalarına zararı dokunmayan ayıp ve kusurlarına muttali olduğumuzda onu kimseye duyurmamak, gerekirse uygun bir ortamda, “iyiliği tavsiye, kötülükten sakındırma” prensibi doğrultusunda samimi uyarılarda bulunmak dinî görevimizdir. Ancak bir kimsenin yaptığı hata ve işlediği suç kamuyu ilgilendiriyor, yani zararı başkalarına dokunuyorsa, yine “iyiliği tavsiye…” ilkesi gereğince önce engel olmak, gücümüz yetmiyorsa derhal yetkililere haber vererek yanlışın önüne geçmek ve suçlunun yakalanmasını sağlamak da dinî görevimizdir. Örneğin, insanların mal ve can emniyetini tehlikeye sokan bir trafik kuralı ihlâlinden hırsızlığa; kamu malına zarar ver- mekten cinayete kadar, bireye ve topluma zarar veren her olayın muhbiri ve şahidi ol- mak hem imanımızın hem de toplumsal sorumluluğumuzun bir gereğidir. Çünkü Cenab-ı Hak ana-babalarımız ve en yakınlarımız aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olmanızı (Nisa, 135) emretmektedir. Hadise göre ilme talip olup bu yolda ilerleyenlerin varacağı son durak cennettir. Başta Allah’ın kitabı olmak üzere, okuyan, anlayan ve birbirleriyle ilmî müzakerelerde bulunup hak ve hakikatin ortaya çıkması için çaba gösteren ilim yolcularına cennetin yolunu kolaylaştırmak ancak, cehalete savaş açan bir dinin ödülü olabilir. İman konusunda bile ilmî ve bilgiyi dışlamayan, bilakis, bilerek, araştırarak inanmanın önemini ve değerini vurgulayan bu dinin Peygamberi de dualarında Cenab-ı Hakk’ın kendisine faydalı ilim nasib etmesini dilemiş, (İbn Mace, İkâme, 32) kimseye faydası ol- mayan ilimden Allah’a sığınmıştır. (Müslim, Zikr, H. No: 73)

Hadisimizin son cümlesi, İslâm dininin temel bir ilkesine işaret etmekte ve soy sopla övünülen ve insanlara nesebleriyle değer biçilen bir topluma şu mesajı vermektedir: Burada sayılan iyilik ve güzellikleri yerine getir- mekte ihmalkâr davranır ve geride kalırsanız, soyunuz ve asaletiniz ne olursa olsun ilerleyemezsiniz. Cennete giden yolu kolaylaştıran ve bu yolda yürüyüşünüzü hızlandıran nesebiniz değil, ancak salih amellerinizdir.

Irk ve cinsiyet gibi doğal; fakirlik-zenginlik, makam ve statü gibi yapay ayrımları fazilet ve üstünlük değerlendirmesinde dikkate almayan Cenab-ı Hak, insanlar arası mukayesede tek geçerli ölçünün takva, yani kendisine samimiyetle iman ve buyruklarına saygı ve itaat olduğunu açıklamıştır. (Hucurât, 13) Böylece cahiliye döneminin insanlık onuruna yakışmayan değer ölçüleri yerine, iman ve güzel ahlâkı merkeze alan, herkes için geçerli bir ölçü getirmiştir. Sevgili Peygamberimiz de buna uygun olarak, “Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a takva dışında bir üstünlüğünün olamayacağını ifade etmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411)

Bu açık kurallara rağmen, bir cahiliye âdeti olan soyla övünmek ve bundan me- det ummak, belli ölçüde İslâm tarihi boyunca da devam etmiş ve izlerini günümüze kadar sürdürmüştür. Örneğin, halkımızın Hz. Peygamber’e karşı derin sevgi ve saygısını iyi bilen bazı insanlar, onun soyundan gelmeyi manevî bir nüfuz aracı olarak kullanabilmişlerdir. İnsan ve mümin olarak belki de hiç saygıya layık olmayan birçok kimse, Peygamber sevgisini istismar ederek seyyid-şerif ünvanıyla, hak etmedikleri maddî ve manevî çıkarlara ulaşmışlardır. Hatta bu çıkardan pay alabilmek için soyları- nın Hz. Peygamber’e ulaştığını gösteren sahte soy şecereleriyle insanları kandıranlar da görülmüştür. Halbuki, çok iyi bilindiği gibi, Peygamber soyundan gelmek ve onun mü- cerret yakını olmak dinde bir fazilet ölçüsü değildir. Biz, Hz. Peygamber’in mümin ya- kınlarını ve onun seçkin ashabını, din açısından sevgi ve saygıya layık oldukları için seviyor ve sayıyoruz. İman ve amelleri yönünden Hz. Peygamber’in onlara atfettiği değer ve fazileti dikkate alıyoruz. Onların, İslâm’ın korunması ve yayılması konusunda gösterdikleri fedakârlığı, iman ve güzel ahlâklarıyla sonraki nesillere bıraktıkları örnekliği takdir ve saygıyla anıyor ve bunu kendimize rehber ediniyoruz. Aynı zamanda, insan olarak düştükleri hatalardan, siyasal ve toplumsal gelişmelere bağlı olarak kendi aralarında yaptıkları mücadelelerden ve bir mümin için arzu edilmeyen olaylardan ibret alıyor ve ders çı- kartıyoruz.

Kişiyi insan, mümini müttakî kılan değerlerin dışında, kendimizde vehmettiğimiz veya başkalarının bize izafe ettiği yapay ve temelsiz değer ölçülerinin aldatıcı olduğunu bilmeli ve Hz. Peygamber’in şu vecizesini hatırımızdan çıkarmamalıyız: “Kişinin üstünlüğü dini, iyiliği aklı, kıymet ve övüncü de ahlâkıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/365)