Makale

Sağlığı Korumak ve Tedavi Olmak Dinî Bir Görevdir

Sağlığı Korumak ve Tedavi Olmak Dinî Bir Görevdir

“...Kendi kendinizi tehlikeye atmayın...” (Bakara, 195)

Peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri hak dinin amacı; malı, canı, ırzı (onuru ve kişiliği), nesli ve dini korumaktır. Canın korunması için; insan öldürmek ve intihar etmek haram kılındığı (İsrâ, 33; Nisa, 29–30, 93) gibi insanın sağlığını kaybedecek, hastalanmasına sebep olacak davranışlar, sözgelimi; zehirli, zararlı, bozulmuş veya son kullanım tarihi geçmiş gıdaların alınması (bk. Tirmizî, Tıp, 7), alkol ve uyuşturucu kullanılması (bk Tirmizî, Tıp, 8), yetersiz ve dengesiz beslenilmesi, soğuk ve sıcağa dikkat edilmemesi, temizliğe ve koruyucu hekimlik tedbirlerine uyulmaması, kazalara sebebiyet verebilecek davranışlardan kaçınılmaması, iş yeri ve trafik kurallarına uyulmaması da yasaklanmıştır. Bu kusurlar; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 195) ve “Kendinizi öldürmeyin” (Nisa, 29) anlamındaki ayetlerin hükmüne dahildir.

Peygamberimizin sağlığın korunması için yemeye içmeye dikkat edilmesini, tıka basa yemek yenilmemesini, midenin üçte birinin yemeğe, üçte birinin içeceğe ayrılmasını, üçte birinin de boş bırakılmasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, Zühd, 47; bk İbn Mâce, Et’ıme, 50) İhtiyaçtan fazla yeme-içme, şişmanlık, şeker, kolesterol gibi sağlık sorunlarına sebep olduğu gibi; yetersiz beslenme de birtakım hastalıklara ve sağlığın bozulmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla açlık grevi, intihara teşebbüs sayıldığı gibi, helâl gıda bulamayan kimse; dinen yenilmesi haram olan gıdaları ölmeyecek kadar (zaruret miktarı) yemezse intihara teşebbüs etmiş, şayet bu yüzden ölürse günaha girmiş olur.

Dinî görevlerin hepsi ancak sağlıklı olunduğunda mümkündür. Sağlıksız insan oruç tutamaz, hac görevini yapamaz, Allah yolunda çalışamaz. Dini sorumluluk için “akıl sağlığı” şarttır. Bütün bunlar; sağlığın korunmasına İslâm’ın ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından önemlidir. Peygamberimiz (s.a.s.); “Yedi şey gelip çatmadan iyi işler yapmaya bakın” buyurmuş ve bu beş şeyden biri olarak halsiz bırakan hastalığı zikretmiştir. (Tirmizî, Deavât, 106, V, 557; Ahmed, I, 3, 78)

İnsan, hastalanabilir özelliktedir. “Çünkü zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 28) Bu itibarla yemesine, içmesine, giyimine, sağlık kurallarına dikkat ettiği halde yine de hasta olabilir, bir kaza geçirip yaralanabilir. Bunda, kendi veya başka insanların kusu- ru olabileceği gibi, ilâhi imtihan da olabilir. (Baka- ra, 155) İslâm; hastalık, sakatlık ve benzeri musibetler karşısında metanetli olmayı, bunlarla mücadele etmeyi ve gerekli bütün önlemleri almayı ister. Hangi hastalığa yakalanırsa yakalansın, bu hastalık, ister bedensel isterse ruhsal olsun mutlaka insanın tedavi yoluna gitmesi gerekir. İslâm’a göre bir insan hastalandığında iki şeyi birlikte yapmalıdır: Allah’tan şifa istemek ve maddî tedaviye başvurmak.

Allah’tan şifa istemeli
İnsan hastalandığı zaman iyileşmesi için Allah’tan şifa istemeli, dua etmelidir. (bk. Buhârî, Tıb, 34–39) Çünkü derdi veren de dermanı veren de, ilâçlarda şifayı var eden de Allah’tır. “Hastalandığımda bana şifayı Allah verir.” (Şuara, 80) anlamındaki ayet, şifa verenin Allah olduğunu beyan etmektedir. Peygamberimizin (s.a.s.); aile fertlerinden biri hastalandığında, “Ey bütün insanların Rabbi (olan Allahım!) Bu hastanın ıstırabını giderip şifa ver. Şifayı veren ancak sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık izi kalmasın.” (Buhârî, Merdâ 20, 38, 40; Müslim, Selâm 46–49) diye dua ettiğini eşi Hz. Aişe bildirmektedir. Şifa vermesi için Allah’a dua etmek ve hastaya dua ve şifa ayetlerini okumak, günümüz tıbbının ifadesi ile psikolojik tedavidir. Günümüzde zihinsel ve ruhsal hastalıkların maddî sebepleri yanında manevî sebeplerinin de araştırıldığı ve hastaların buna göre tedavi edilmeye çalışıldığı bilinen bir gerçektir. Telkin ve müzik terapi ile tedavi öteden beri uygulanan ve iyi sonuçlar alınan bir yöntemdir.

Maddî tedaviye başvurulmalı
Allah’tan şifa istenmekle birlikte mutlaka maddî tedaviye başvurulması, ilâç kullanılması, gerektiğinde perhiz yapılması, ameliyat olunması, çağdaş tıp neyi gerektiriyorsa onun yapılması gerekir. Bir sahâbînin; "Ey Allah’ın Elçisi! Tedavi olalım mış" sorusuna Peygamberimizin (s.a.s.), “Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Zira yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın…” (Ebû Dâvûd, Tıb, 1, IV, 192–193; Tirmizî, Tıb, 2) şeklinde verdiği cevap bunun delilidir. Tedavi olmak dinî bir görev, terk edilmesi ise büyük bir vebaldir. Kur’an’da maddî ve manevî anlamda tedaviye başvurulmasının ve tedavinin olumlu sonuç vermesinin örnekleri vardır. Eyyûb peygamberin hastalığını ve tedavisini zikredebiliriz: Eyyûb peygamberin bedenine, malına ve ev halkına belâ isabet etmiş ve 18 yıl sıkıntılı günler geçirmiştir. Eyyûb (a.s.), hastalığının ve sıkıntısının iyileşmesi için hem Allah’a dua ettiğini hem de maddî tedaviye başvurduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. (Enbiya, 83–84; Sâd, 41–42) Derdi veren de dermanı veren de Allah’tır. (bk. En’âm, 17; Yunus, 107; Zümer, 38; Bakara, 214; İsrâ, 67; Yasin, 23) Hastalık, insanın beden ve ruh sağlığını bozan bir haldir, bu itibarla hastanın, yeniden sağlığına kavuşması için her çareye baş- vurması görevidir. Hastalığın maddî ve manevî birçok sebebi bulunabildiği gibi, maddî ve manevî birçok tedavi yöntemi de vardır. Hastalıklarla mücadele ve tedavi, esasen tıp biliminin konusu olmakla birlikte tedavide alkollü maddelerin kullanılıp kullanılamayacağı ve dua ile tedavi usulü gibi açılardan dinî de ilgilendirmektedir. Tedavi bu yönleriyle fıkıh kitaplarında ele alınmış ve bu konularda İslâm bilginleri belli görüşler ortaya koymuşlardır. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz:

Haram maddelerle tedavi olur mu?
Hastalıktan kurtulmak, tedavi olabilmek için haram yollara başvurulabilir mi? Sözgelimi alkol kullanılabilir mi? Yenilmesi ve içilmesi haram olan bir şey yenilip içilebilir mi? Yenilmesi ve içilmesi haram olan maddelerle tedavi konusunda İslâm âlimleri üç farklı görüş ortaya koymuşlardır: İslâm bilginlerinin çoğunluğu haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görmüşlerdir. İlâç da gıda maddeleri gibi hayatın zarurî bir ihtiyacıdır, dolayısıyla darda kalan kimse haram ile tedavi görebilir. Bu görüşteki bilginlere göre; haram ile tedavi olmanın cevazı; kesin olarak şifa vereceğinin bilin- mesine, en azından iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vereceği kesin olarak bilinmiyorsa tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler kullanılamaz. İslâm bilginleri, uzman bir doktorun hayatî bir tehlikeden ancak yiyip içilmesi haram olan bir şeyi yiyip içmekle tedavi olunabileceğini ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirmesi durumunda, böyle bir madde ve ilâç ile tedavinin caiz olduğu hususunda fikir birliği içindedirler.

Organ nakli ile tedavi yöntemi dinen caiz midir?
Canlı veya ölü insandan veya başka bir canlı veya ölü varlıktan alınıp insana nakledilerek hastalıkları tedavi etmenin hükmü nedir? Hastalık ve tedavi konusunda insanları en çok meşgul eden meselelerden birisi budur. Organ nakli, bir tedavi yöntemi olması sebebiyle tıp ilminin önemli bir uğraşı alanı olduğu gibi, organı veren ve alan iki tarafın insan olması ve insan uzvu üzerinde tasarruf yapılmasını gerek- tirmesi sebebiyle konu aynı zamanda din, hukuk ve ahlâkı da yakından ilgilendirmektedir. İnsandan insana organ nakli önemli bir tedavi yöntemi olmasının yanı sıra, bazı dinî ve hukukî sorunları da beraberinde getirmiştir. İslâm, organ nakli ile tedavi yöntemine nasıl bakmaktadır? Bu konuyu iki açıdan ele alabiliriz:


1. İnanç esasları ve âhiret hayatı açısından
Organ nakli; bedensel dirilme, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği konusunda tereddütler meydana getirmiştir: Âhirette dirilmenin ruh ve bedenle olacağı, insanların dünyada yaptıklarından hesaba çekilecekleri, iman veya inkâr durumlarına göre mükâfat veya ceza ile muhatap olacakları Kur’an ayetleri ile sabit bir husustur.

a) Ruh ve bedenle dirilme “
(Ey insanlar!) Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (Taha, 55) anlamındaki ayet ve benzerleri (bk. Hac, 5, 7; Yasin, 78–79; Kıyâme, 3–4) insanın âhirette ruh ve bedenle dirileceğini açıkça beyan etmektedir. Âhirette dirilme ruh ve bedenle olacağına göre, nakledilen organ kiminle, ilk sahibiyle mi yoksa nakledin kimse ile mi diriltilecektir? Organ nakli bedensel dirilme inancını zedeler mi? Böyle düşünenler ve bu sebeple organ nakline olumlu bakmayan insanların olduğunu biliyoruz. Ancak ayetler derinlemesine ve dik- katlice incelendiğinde bu tereddüde yer olmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine döneceği anlaşılır. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde dirilmesine engel değildir.

b) Organ nakledilen kişinin günah işlemesi
İslâm inancına göre insanlar yaptıklarından sorumludur ve âhirette sor- gulanacaktır. “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan (yani yaptıklarından) sorumludur.” (İsrâ, 36) anlamındaki ayet, insanın bütün uzuvlarından, onların yapıp ettiklerinde sorumlu olduğunu ifade etmektedir. İnsanlar âhirette bütün yaptıklarından sorgulanacaklardır: “Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl, 93) anlamındaki ayet ve benzerleri (bk. Enbiya, 23; Hıcr, 92-93) insanların âhirette sorgulanacaklarını açıkça ifade et- mektedir. Kendisine başkasının organı nakledilen kimsenin günah işlemesi halinde sorumluluk kime ait olacaktır? Organın ilk sahibine mi, yoksa organ nakledilene mi? Bu husus bir kısım insanların zihinleri meşgul etmektedir. Ancak şu bilinen bir gerçektir ki sorumlulukta asıl olan iradedir, dolayısıyla sorumlusu da o organları kullanan şahıstır. İslâm’a göre insan; hata, unutma ve zorla yaptırıldığı eylemlerden dolayı sorumlu değildir. (bk. İbn Mâce, Talak, 15-16, I, 658-659)

c) Organı veren ile alanın farklı dinlerde olması
İnanan bir insanın organı inanmayan bir insana nakledilirse, bu organı verenin sorumluluğu ne olacaktır?

Şu husus bilinen bir gerçektir ki; inanç, duygu, düşünce ve akıl gibi manevî ve ruhî özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı değildir. Dolayısıyla organ nakliyle kişilik transferi olmaz. İslâm; cinsiyeti, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insanı Allah’ın saygın bir kulu olarak görür ve herkese eşit bir yaşama hakkı tanır. Dolayısıyla organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın günahkâr veya inançsız olması sebebiyle diğer tarafın dinen sorumlu olabileceği ileri sürülemez. İslâm bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür. (bk. Mâide, 3) Bu itibarla organ nakli açısından Müslüman ile Müslüman olmayan, dindar ile günahkâr ayırımı yapılması doğru olmaz. İnsana hidayet veren de, eceli takdir eden de Allah’tır. Kişiyi asıl sorumlu yapan, inancı ve iradesidir. Bu sebeple, Müslüman veya dindar olmayana organ vermenin, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak olarak değerlendirilmesi İslâm’ın bu konudaki genel esasları ile bağdaşmaz.

2. Fıkıh prensipleri açısın- dan
Çağımızda ortaya çıkan organ nakli konusunda gerek ayet ve hadislerde gerekse klasik fıkıh kitaplarında açık bir ifade bulunmamaktır. “Zaruretler haramları helâl kılar”, “zarar imkânlar ölçüsünde giderilir”, “büyük zarar, daha hafif olanı ile giderilir”, “bir iş daraldığında genişler”, “insan hayatını tehdit eden açlık ve zaruret halinde haram fiiller mubah hale gelir ve günah olma” şeklinde ifade edilen genel prensipler; organ naklinin cevazına ışık tutmaktadır. Organ nakli iki şekilde yapılmaktadır:

a) Ölüden yapılan organ nakli
Çağdaş İslâm bilginleri ve fetva kuruluşları, tedavi maksadıyla ölüden organ alınmasına ve hastaya nakledilmesine cevaz vermişlerdir. Din İşleri Yüksek Kurulu (03.03.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı) şu şartlar muvacehesinde organ naklinin caiz olduğu yönünde karar almıştır.

Ölüden organ naklini caiz görenler; insan ölüsünün saygınlığını ve dokunulmazlığını, “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir.” mealindeki hadisi (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 60; Malik, Cenâiz, 45) cismanî haşir ve organların şahitliği inancını, aslî yaratılışı bozmanın caiz olmaması ilkesini gerekçe göstermektedirler.

b) Canlıdan canlıya organ nakli
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun canlıdan canlıya organ nakli konusunda bir kararı bulunmamakla birlikte konu ile ilgili sorulara bir kısım şartlar muvacehesinde olumlu cevap vermektedir.

Canlıdan canlıya organ naklinin cevazına delil olarak; “…Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir…” (Mâide, 32) ve “…İyilik ve takva üzere yardımlaşınız…” (Mâ- ide, 2) mealindeki ayetler ile yardımlaşmayı, dayanışmayı ve zararı önleyip faydalıyı hâkim kılmayı emir ve tavsiye eden hadisleri ve zaruret halini zikretmiş- lerdir. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Zikr ve Dua, 11)

Canlıdan canlıya organ naklini caiz görmeyenlerin sayısı, ölüden canlıya organ nakli konusundakine göre biraz daha fazladır. Bu görüşte olanlar; insanın kendi organlarına malik olmadığını, organları üzerinde tasarruf yapma hakkının bulunmadığını, insanın saygıdeğer ve dokunulmaz olduğunu, organ naklinin aslî yaratılış değiştirdiğini, iki taraf için de denk bir tehlike teşkil ettiğini, bunun zararın zararla giderilmesi kabilinden olduğunu ileri sürmektedirler. Ancak canlıdan alınan her organ ve dokunun aynı sonucu doğurmadığı ve aynı derecede hayati tehlike, sağlık bozukluğu veya görünüm çirkinliği meydana getirmediği açıktır. Vericiyi riske sokmadığı ve sağlığını veya görünümünü bozmadığı takdirde; tıbbî verileri esas almak ve yukarıda zikredilen şartlar muvacehesinde organ nakline olumlu bakmak, İslâmî prensipler ve dinî hükümlerin amaçlarıyla daha uyumlu bir tavır olduğu söylenebilir.

c) Kişiye vücudundan organ ve doku nakletme
Kişiye kendi vücudundan organ veya doku nakli konusu İslâm bilginleri arasında önemli tereddütlere yol açmamıştır. İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olan İslâm Fıkıh Akademisi (11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı) sağladığı yarar, getireceği zarardan fazla olmak şartıyla biyolojik veya psikolojik açıdan kişiyi sıkıntıya sokan bir kusur veya rahatsızlığın giderilmesi amacı ile bu tür tıbbî operasyonların caiz olduğu belirtilmiştir.

Organ naklinin artık alternatifsiz bir tedavi yöntemi olarak insanları hayata döndürdüğü görüldükten sonra bu konuda tereddüt etmeye ve çekimser kalmaya gerek yoktur. Bu itibarla iyi insan, iyi Müslüman; sağlığını koruma konusunda gereken hassasiyeti gösterir, yemesine, içmesine ve temizlik kurallarına dikkat eder, hastalandığı zaman maddî ve manevî tedavi yöntemlerine başvurur. Sağlık hizmetlerine katkı sağlar, kan verir, oran bağışında bulunur. Bir insanı sağlığına kavuşturmanın, yaşamasına katkı sağlamanın, bir insanı yaşatmanın bütün insanları yaşatmak gibi ol- duğu bilinci ve inancı ile hareket eder.