Makale

Gönül Medeniyeti

Gönül Medeniyeti

İnsanoğlu çağlar boyunca çeşitli medeniyet tecrübeleri yaşadı. Ne yazık ki her tecrübeden geriye kalan bir “düş kırıklığı” oldu. Çünkü insanoğlu aya çıktı. Yerden petrol çıkardı. Teknolojide, bilişimde inanılmaz noktalara geldi. Dünyayı nerdeyse küçük bir köye dönüştürdü. Ama mutlu olamadı. Mutlu olamadığı gibi başkalarını da mutlu edemedi. Bu mutsuzluk, savaşlarla, adaletsiz uygulamalarla yeryüzünü bir kin coğrafyasına dönüştürdü. Bugün hemen bütün dünya, bütün ülkeler, insan merkezli, insanî değerlerin egemen olduğu bir hayatın özlemini çekiyor.

İşte tam bu noktada bir “gönül medeniyeti”nden bahsetmenin, bu kavram üzerinde fikretmenin zamanı gelmiş demektir. Çünkü biz barış ve esenlik dini İslâm’ın müntesipleri olarak tarihimizde bir gönül medeniyeti inşa ettik. Fikirlerimizi, duygularımızı söze, davranışa, esere dönüştürdük. Bunları hayata kattık. İnsanoğluna huzur çağları yaşattık. Ne var ki, o yeni ve diri hamleler çağının bilgisi, imanı ve coşkusunu yitirince biz de gönül’e yabancı topluluklar gibi hakikati başka adreslerde arar hale geldik.

Millet olarak Ahmet Yesevî’nin Türkis- tan’da yaktığı ateş, yalımlarını Anado- lu’ya da sıçratmakta gecikmedi. Bir tarafta Hz. Mevlâna bir tarafta Yunus Emre bu kutlu ateşi bu topraklarda da harlandırdı- lar ve onlara başka isimler eklendi: Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumî, Niyazi Mısrî, Ümmi Sinan... Anadolu toprakları bu isimlerin tesis ettiği gönül medeniyetinin yurdu oldu. Anadolu, bin yıllık tarihinde bu gönül mimarlarının kurduğu gönül medeniyetiyle yeryüzüne insan merkezli bir hayatın nasıl yaşanabileceğini öğrettiler. Aradan asırlar geçmesine rağmen eserleriyle bu mürebbilik ve mürşitlik tavırlarını da hâlâ sürdürüyorlar.

Böyle bir medeniyetin yeniden tesisi için bu kutlu insanların ve o özge dünyada hizmet sunmuş diğer gönül erlerinin çağımız insanıyla yeniden buluşturulmaları dünyamızın geleceği adına güzel bir yoldur. Çünkü insan, hayat, ölüm; akıllı gönüllü yorumlar bekliyor. İnsana bir gönlünün olduğunu hatırlatılması öğretilmesi gerekiyor. İnsan, uçakla, trenle, vapurla kilometreler kat ediyor, dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla yol alabiliyor ama kendi içinde yolculuk yapamıyor. Çünkü bir gönlünün olduğundan habersiz yaşıyor. Eğer böyle bir zenginliğin bilincinde olabilseydi şeyh Galib’in ifadesiyle zatına hoşça bakar, âlemin özü, yaratılmışların gözbebeği bir varlık olmanın bilinciyle şimdikinden çok farklı bir hayatın mimarı olurdu.

İnsanoğlu ne yazık ki bu kutlu yürüyüşü içinde gerçekleştiremedi. Madde tut- saklığını biraz aşar gibi olduğu zamanlarda da Hint mistisizmine, Budizme yani dış rengi itibariyle umut vadeden ama ilâhî kaynaklı tecrübeler olmadığı için iç hakikatiyle insanı yine mutlu edemeyecek disiplinlerden medet umdu. Oysa insanı gönül sahibi yaratarak asıl değerini ona vererek hiçbir mekâna sığmayıp bir inanmış gönle sığabileceğini söyleyerek gönül gerçeğini önceleyen Allah, bütün ayetleriyle bu iç yolculuğa davet etti insanlığı. Çünkü onun ayetleri sadece kitapta yazılı olanlardan ibaret değildi. Tabiat ve onda bulunan bütün varlıklar hatta bizzat insanın kendisi bir ayet idi. Okunmaya, anla- şılmaya muhtaç bir ayet... Bu da ancak insanın içine, gönlüne yapacağı uzun ince bir yolculukla mümkündü.

Bu anlamlı yolculuğu yapabilen insanın varacağı netice, insanın sadece etten kemikten bir varlık olmadığı esasına dayan- maktaydı. İnsan inanan, seven, sayan, özleyen, değer veren ve özünden yansıttığı bu özellikleriyle de sevilen, sayılan, değer verilen bir varlık haline gelmekteydi. İnsandan insana yansıyan bu aydınlık diğer varlıklara da yansıyor, giderek Yunus Emre’nin ifadesiyle yaratılmıştan Yaratan’a uzanan bir seyir izliyordu. Yolculuğun nihaî noktasında ise Yaratıcı vardı. Onu bulan her şeyi bulmuş, onu yitiren her şeyi yitirmiş demekti. Gelinen noktada aşk vardı. Aşkın olduğu yerde ise kötülük, zulüm, yalan olmazdı. Çünkü aşk bizatihi hakikatin ta kendisi demekti.

Bugün hangi insana sorarsak soralım sevgi açlığı çektiğini söyleyecektir. Demek ki iç yolculuk tecrübesinde anahtar kavram sevgidir. Kurtuluş adına yükselen ilâ- hî çağrı da bu kavram etrafında manasını bulur. Zira Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından birisi olan “Vedud” kelimesi seven ve sevilen anlamına gelir. Dolayısıyla sevgi öyle bir güç, öyle bir imkândır ki, verdikçe çoğalan, geri dönüşümü daha çok olan bir hazinedir. Onunla açabiliriz kalbimizin kilitlenmiş kapılarını… Onunla başlayabiliriz iç yolculuğumuza… Bu yolculukta hâkim olan aşkın bizatihi kendisi olacaktır. Öte yandan yaratılış bilindiği üzere bir sevgi tecellisidir. Yaratıcı’nın “rahman” ve “rahim” sıfatları sevgi kavramının muhtevası noktasında önümüze yeni imkânlar sunmaktadır.

Bu imkânlar çerçevesinde me- seleye baktığımızda kalbe yönelik yolculukta en önemli kazanımımız yaratıcı ile bireysel bir ilişki kurabiliyor olmamızdır. İşte tam bu noktada yaratıcıyı hâkim güç olarak kabul ettiğimizde biz başka hiçbir güce boyun eğmeyeceğiz demektir. Bu, kulun özgürlük noktasıdır. Nefse kulluk edilmeye baş- landığı vakit, artık insanın insanı sömürmesi, adaletsizlik yapması, başarı için her yolu mübah görmesi gibi yanılgılar nefsi doğrular olarak birbirini izlemeye başlar. Böyle bir noktada yaktığımız zulüm ateşidir ki sadece başkalarını değil bizi de yakar ve hüsrana sü- rükler.

Böyle bir ziyandan kurtulmak için yükselmesi gereken, yükseltmemiz gereken ses, yine sevginin sesi olmalıdır. Anadolu’yu bir sev- gi coğrafyasına çeviren gönül mi- marlarının seslerine beden kulağımızı değil can kulağımızı açmamız gerekiyor. Doğrusu odur ki, bugün Mevlâna, Yunus gibi isimler öğretileriyle insanlığın önünde yeni bir yaşama projesini sunan büyüklerdir ama insan zaafı, bencilliği burada da kendisini göstermekte gecikmiyor. Onları asıl kimlikleriyle insanlığın gündemine getirmek yerine onlardaki gerçekliği parçalara ayırıyor ve öyle tanımlıyoruz. Onlardaki sevgi yüksek sesle telâffuz ediliyor ama özü boşaltılarak. Burada büyük sorumluluklar bekliyor bizi.

Gönlümüz, sonsuz imkânların dünyasıdır. Yeter ki bakışlarımızı dıştan içe çevirebilelim. Madde tut- saklığından mana özgürlüğüne yükselebilmek de böyle olabilecek bir şeydir. İşte bu noktada sevgi, ışığıyla yolumuzu aydınlatıyor. Gönül mimarlarının her bir sözü gönül yolculuğuna niyetlenmiş yolculara rehber oluyor: “Ben gelmedim dava için/Benim işim sevi için/Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim.”diyen Yunus Emre’nin sesi yankısını ancak içimizde bulabilir.

“Gönüller yapmak…” demek ki yıkılmış, kırılmış, incinmiş gönüller var. Onları yapmadan ne yaparsak yapalım meselemizi halletmiş olamayacağız. Mesele bir gönlün hazanını bahara çevirmekte, orda aşkın kandilini yakmakta… O kandil yandıktan sonra insan, insanlığını bilecek, yeryüzünde sevgi, barış, dostluk, kardeşlik, merhamet, şefkat egemen olacaktır. Modernizm, karşımıza ne kadar büyülü kelimeler çıkarsa çıkarsın kaynağını vahyî olandan almayan hiçbir anlayış, hiçbir öğreti bunalan ruhların şifası olamayacaktır. Dolayısıyla geçmişinde gönül medeniyeti kurmuş bir anlayışın insanları olarak bütün bir insanlık coğrafyasında bu medeniyetin yeniden inşası için gayret içerisinde bulunmak durumundayız. Bu kul olmanın da tabii gereğidir. Kul olmak, yani Allah’ın esmâsının tecellileriyle âleme ve insana bakıp hayata ve her şeye ona göre bir anlam yüklemek… Olması gereken budur.