Makale

Modernitenin Kıskacındaki Din: İslâm

Modernitenin Kıskacındaki Din: İslâm

İslâm dini Arap yarımadasında yayılmaya başlamasının ardından kısa zamanda Asya, Afrika ve Avrupa’nın pek çok bölgesine ulaştı. Aradan geçen on beş asra rağmen günümüzde bile bu kıtalarda yayılmasını sürdürmektedir. Bu kadar farklı coğrafyalarda yaşayan ve her biri diğerine tamamen yabancı geleneklere mensup Müslümanların, geçmişte değişik inançlara sahip çeşitli kültürlerden geldikleri için, her konuda hemfikir olup birlikte hareket etmeleri epeyce zordu. Hâliyle bu kadar geniş bir alana çok kısa sürede yayılan İslâm dinine inananlar arasında birbirinden farklı mezhepler, tarikatlar ve cemaatler ortaya çıktı. Önemli olan bunlar arasında bir uyumun olması, dünyevî taleplerle dinî inançlar doğrultusundaki günlük hayatlar arasındaki dengede bir ahenk kurulabilmesiydi. Neticede ne kadar farklı gibi görünseler de bugün bütün dünya Müslümanları üzerindeki yegane kimliğin değişmez bir unsur olarak “İslâm” kelimesi etrafında şekillenmesi bile yeterlidir.

Oysaki bugün Hırıstiyan âleminde Katolik olmak, Protestan olmak, Ortodoks olmak âdeta ayrı ayrı dinlere mensup olmak gibi bir anlam ifade eder. Her biri farklı bir merkezdeki dinî otoriteyi yegâne önder olarak görmektedir. Aynı dinden oldukları halde meselâ bir Ortodoks için Vatikan manevî bakımdan fazla bir değer ifade etmemektedir. Aynı du- rum bir Katolik veya Protestan için de geçerli olup her ikisi için de Fener Rum Patrikanesi rakip mezhebin otoritesinin temsil edildiği yerdir. Ancak son yıllarda özellikle Fener’e yapılan ziyaretler oldukça dikkat çekmektedir. Avrupa ülkeleri devlet adamları başta olmak üzere dünyanın her tarafından gelen yetkililerin burayı ziyaret et- meden geçmemeleri sadece siyasî amaçlıdır. Hatta günlük hayatlarında yaşadıkları ülkelerdeki kiliselerin kapılarından girmeyen bu insanlar gündemlerine Türkiye ziyaretini alınca, ki bunların çoğu “ekümeniklik” iddiasında bulunan Fener Patrikliği’nin davetiyle gerçekleşmektedir. Bazı kilise adamları da feveran etmekte kendi evlerinde ibadet etmeyen bu insanların, başkalarının ibadetlerini siyasî amaçları uğruna kullanmalarının doğru olmadığını ifade etmektedirler.

Sömürgecilik modernite uğruna İslâm dünyasını kilitledi

Müslümanlar arasında her dönemde yeni yeni anlayışların oluşması tabii bir seyirdi. Ne zamanki bunlar sömürgecilikle birlikte belli bir tasnife tabî tutularak aralarında rekabet ortamı oluşturuldu, işte o günden itibaren İslâm dünyasında bir çözülme başladı ve hâlen devam ediyor. Çünkü eskiler kadar yeni ortaya çıkan akımlar arasında da zaman zaman kıyasıya mücadele yaşanmaya başlandı. Müslümanlar arasındaki kopukluk son iki asırda yaşanan seviyedeki kadar menfî manada hiç artmamıştı. Bunda Batı’nın, İslâm dünyasını yakından tanıyıp ona göre belirleyip uyguladığı siyasetinin payı büyüktür.

Her ne kadar modern kelimesi XIV. asrın sonlarına ait bir kelime olsa da bu kökten gelen ve yeni olan şeyleri savunan kimse manasına modernist kelimesi, ilk defa 1769 yılında kullanılmış, yine yeni olmayı temsil eden modernite, 1823 yılında, yenileşmeyi ifade eden modernizasyon, 1878 yılında ve özellikle kilise içinde de büyük farklılıklar ortaya çıkaran, dilimizde yenilikçilik diyebileceğimiz modernizm kelimesinin ise sadece bir asırlık ömrü olup, 1900 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştı. Oldukça yeni olan bu kavram içine sokulmaya çalışılan bize özel hayatımıza ait ne varsa, sanki kökten bir değişime uğraması gereken bir konumdaymış gibi bir saldırıya uğramıştır. Özellikle dinî olan her husus, modernliğin sınırları içine sokularak, bağlı olduğu ana kaynaktan her geçen gün daha fazla tecrit edilmiştir.

Müslümanlar zayıf düştükleri sömürgecilik karşısında, kendilerine mahsus temel esaslardan taviz vermeye başladıkları günden itibaren, modernite karşısında gittikçe kaybeden bir konuma düştüler. Meselâ sıradan bir inanan kimsenin mensubu olduğu dini algılaması, kendisi için bir problem hâline gelmiş ve hayatında büyük bir değişimin içine sürüklenmiştir. Hatta bir dönem hem Batı’da, hem de Doğu’da dinî olan her şeye eleştiri gözüyle bakılmıştır. Bunda da epeyce bir mesafe alınmış ve bir müddet sonra insanlığın dine karşı menfi tavır sergilemesi tabii bir hâl almıştı.

Batının İslâm dünyasını moderniteye mahkum etmesi

Hakimiyeti ele geçiren güçlü sömürgeci devletler her ne kadar moderniteden kendileri de menfî manada etkilenseler bile, sahip oldukları güç sayesinde tarihi kurumlarını fazla zarara uğratmadan yaşatmayı başardılar. İslâm dünyası ise yaklaşık iki asırdır geçirdiği badireler yüzünden, kendine güvenme duygusunu geçmişte olduğu gibi bir türlü hissedemez hâle gelmiştir. Böyle olunca dünyada yaşanan her türlü değişim, Müslümanlar üzerinde daha fazla etki bırakmakta ve geçmişle bağları bir evvel daha fazla terk etme gereği hisedilmektedir.

Müslüman ailenin modernite ile daha da küçülüp yok olması

Modern dönemle birlikte geliştirilen anne-baba ve en fazla birkaç çocuktan oluşan çekirdek aile kavramının tutmadığı, bu uygulamanın üzerinden bir asır geçmeden anlaşıldı. Çünkü çekirdek ailenin bu üç unsurunu birinci derecede yakın akraba çevresinden dahi uzak tutmanın sonucunda, aile fertlerinin tamamıyla içinde yaşadıkları toplumdan tecrit edilmelerini beraberinde getirdi. Kendi içine kapalı ve bütün sıkıntılarını yalnız başına halletmeye çalışan bu tarz bir aile yapısı son derece zayıf olduğu için kısa zamanda çökerek parçalanmaktadır. Artık toplum, ya annesiyle yaşayan çocuklarla, ya da babalarıyla ya- şamayı tercih edenlerle doldu. Batı’da bu konumdaki çocuklar nisbeten de olsa şanslı olup, genelde parçalanan ailelerin geride bıraktıkları çocuklarının büyük bir çoğunluğunun yetiştirme yurtlarına teslim edildiği görülmektedir. Bu durum kilise çevreleri kadar toplumdaki sağ- duyulu insanları da harekete geçirerek, bir nebze olsun manevî havanın tadıldığı ortamlar aranması neticesini doğurdu. Artık belli bir endişe taşıyan aileler için kilise denetimindeki okullar ilk müracaat yerleri oldu. Çocuklar daha ilk yaşlarından itibaren kendileri için tahsis edilen kilisenin mekânlarına, kreşlerine ve ana okullarına alınabilmektedir. Oysa böyle bir uygulama bugün bir cami çevresinde hemen hemen hiçbir İslâm ülkesinde uygulanamamaktadır.

İslâm dünyasına gelince; toplumu ayakta tutan duyarlı çevreler henüz aile kurumunun parçalanması tehlikesinin farkına varabilmiş bile değildir. Gittikçe tehlikeli boyutlara ulaşan modernite karşısında kurtarılması gereken ilk kurum Müslüman ailesi olmalıdır. Yaşanmışı bin defa da tecrübe etsen aynı neticeyi verir diye özetlenen, eskilerin tabiriyle yeni tecrübeler aramak yerine kendi aslımızı iyi öğrenip, geleceğimizi onun da katkılarıyla sağlam esaslar üzerine inşa etmek durumundayız. Bunun için de bize en yakın dönemde yaşayan atalarımızın aile hayatlarından başlamak üzere geçmişimizin bu konuda iyi bir tahlilini yapmak durumundayız. Kaldı ki modernitenin bir yığın dayatması hemen hemen her kurumu iyice yok olma safhasına getirmiş durumdadır. Bunlardan bir diğeri de eğitim kurumlarıdır.

Modernite en fazla eğitim ve medya sayesinde yaygınlaşıyor

Batı üniversitelerinde eğitim görmeyenleri ciddiye bile almayan bir anlayışın ezikliği, İslâm ülkelerindeki toplumların her kesiminde hissedilir hale geldi. Geleceğimizi kurtarmanın yegâne yolunun Batı eğitim sisteminde yattığı, hâlâ revaçta bir görüş olmaya devam ediyor. Hatta bu uğurda büyük fedakârlıklar yapılıyor. Gelecekte Müslümanlara faydalı olur diye genç nesillerimizi eğitmek için Avrupa ve özellikle Amerika üniversitelerine gönderiyoruz. Oralardaki imkânları bir kere gören gençlerimiz, zaten büyük bir bunalım yaşadıkları memleketlerine ebediyen veda ederek, bir daha geri dönmemenin yollarını arıyorlar. Öyle ki, içlerinde kilise denetimindeki eğitim kurumlarında çalışmayı bir övünç vesilesi kabul edenler bile çıkmaktadır.

Batı’da kilise, günümüzde ilk eğitim çağlarından üniversite sonrasına kadar kurduğu okul ağlarıyla altın çağlarını yaşa- maktadır. Kilise, tarihinin hiçbir döneminde milyonlarca çocuk ve gence her türlü alanda eğitim verme imkânını elde etmiş değildi. Bugün merkezi Brüksel’de bulunan Uluslararası Katolik Eğitim Sekreterliği, kendine bağlı, yeryüzündeki 200 bin okuldaki 40 milyon öğrenciye, iki milyon öğretmenle eğitim verdiği bir ağa sahiptir. Yine merkezi Paris’te bulunan Katolik Üniversiteler Federasyonu’na bağlı, yeryüzündeki 950 üniversitede dört milyon öğrenci yüksek eğitimin bütün alanlarında öğretime tabii tutulmaktadır. Hatta bütün eğitim kurumlarına sadece Katolik mezhebinden olanlar değil, isteyen herkesi alarak büyük bir eğitim hizmeti verdiği iddiasını da haklı olarak ileri sürmektedir.

Böylesine geniş eğitim sisteminde yetişen nesiller ileriki hayatlarında kendilerine rakip gördükleri, hatta yerine göre aşağıladıkları İslâm dini ile ilgili pek çok kavram üretip kullanmaktadırlar. Öyle ki bir müddet sonra birileri bunlara sarılarak toplumlarının kurtulacağına sadece kendilerini değil, çevrelerini dahi inandırmaktadırlar.

Bundan 50 sene önce kullanılmayan “ılımlı İslâm”, “modern veya aydın din adamı”, “çağdaş Müslüman”, “radikal İs- lâm”, “kökten dinci Müslümanlar”, “entegrist Müslümanlar”, “radikal dinci gruplar” gibi bütün tabirler, özellikle medya kanalıyla sıkça dillendirilmektedir. Oysaki İslâm dininden altı yüz sene daha önce ortaya çıkan Hrıstiyanlıkla ilgili böyle ifadelere, günümüzde neredeyse rastlamak imkânsız gibidir. Bugün Avrupa’da piyasada satılan kitaplar arasında ne “çağdaş Hrıstiyanlık”, ne “modern Hrıstiyanlar” ve ne de “radikal, fanatik, entegrist, kökten dinci Hrıstiyanlar” gibi, kitap isimlerine rastlan- mamaktadır. Oysaki bu ifadelerin tamamı menşe itibarıyla o dinle alâkalı olarak üretildiği halde, biraz da modernitenin zorlamasıyla İslâm’ın üzerine yapışıp kaldı. Kısacası İslâm dünyası artık mevcut gücünü toparlayıp, bu yakıştırmalardan kurtulmak durumundadır.