Makale

Modernlik ve Dini Hayat

Modernlik ve Dini Hayat

İnsanlık tarihi, bir uygarlık tarihidir. Bu uygarlık da insanlığın ortak malıdır. Her insan topluluğu, bu uygarlığın evrim sürecine bir tuğla koymuştur. Her toplum, katkısı nispetinde bu evrim sürecine damgasını vurmuştur. Örneğin dünyamızın, yaşadığımız bu coğrafyasındaki eski şehir uygarlıkları, Helenistik uygarlığın oluş- masına; Helenistik kültür, Roma-Bizans uygarlığının kurumsallaşmasına; Roma-Bizans uygarlığı, bir şekilde Türk- İslâm uygarlığının şekillenmesine; Türk-İslâm uygarlığının da Batı-Hıristiyan dünyasında Reform ve Rönesansı doğurmasına “zemin” hazırladığı, tarihi bir hakikat olarak ortada durmaktadır. Dinî mimarîden bir örneği, meselâ caminin tarihi sürecini gözlerimizin önünde bir film şeridi gibi canlandıralım: Medine’deki Mescid-i Nebevî ile Selimiye Camii’ne gelinen süreci... Her şey apaçık anlaşılır. Bu nedenle diyoruz ki, medeniyet insanlığın ortak malıdır.

İnsanlık olarak; ortak aklımızın, ortak fıtratımızın tarihi süreç içerisinde ürettiği uygarlık ürünlerimize bakalım. Mimarî, hukuk, edebiyat, güzel sanatlar, ahlâkî ilkeler... Kısacası bugün övündüğümüz ne varsa, insanın ortak aklının ve ortak fıtratının ürünüdürler. Bu alanlarda ulaştığımız ve insanlığın ortak değerleri olarak kabul ettiğimiz bu uygarlık alanının oluşmasında ve gelişmesinde, motor güç olarak “din”i görüyoruz.

Geriye dönüp, insanlığın bu evrim tarihine bir göz ata- lım: İnsanoğlu mimaride en muhteşem eserlerini mabed- lerde gerçekleştirmiş, en güzel şiirlerini inandıklarına ada- mış, en güzel edebî eserlerini dinî edebiyat sahasında vermiş, en güzel, en estetik heykelleri, o inandığı güç için yapmış, mabedlerini onlarla süslemiş, evrensel hukuk ku- rallarını o düşüncenin temelleri üzerine bina etmiş, tüm ahlâk kurallarını o menbadan beslemiş... Kısacası, bugün insanlığın iftihar edeceği ne varsa, temelinde din ve dinî düşünce vardır.

Eğer din ve dinî düşünce olmasaydı, insanlık tarihi belki bir “canavarlık” tarihi olurdu. Burada hemen şu soru akla gelebilir: İyi, güzel de, peki tarih boyunca şu savaşları veya dinlerin sebep olduğu, daha da yumuşatırsak, rol oynadığı savaşlara ne demeliş Örneğin Haçlı Seferleri!

Bu soru mantıklı görünse de, haki- kat farklıdır. Zira ister ilkel bir pagan din olsun, isterse ilâhî ve kitabî bir din olsun; hatta ister tarih içerisinde kaybolmuş, isterse yaşıyor olsun! Hiçbir din insanlara yalan söylemeyi, adam öldürmeyi, kan dökmeyi, zulüm etme- yi, alınterini sömürmeyi... Kısaca ortak aklın ve fıtratın onaylamayacağı hiçbir şeyi emretmez. Aksine bütün dinler yalan söylememeyi, kan dökmemeyi, adaleti gözetmeyi, hak ve hukuka ri- âyet etmeyi emreder.

Peki öyleyse tarihteki bu kan ve gözyaşı nedir, derseniz; bunların hiçbiri, hiçbir dinin özünden kaynaklanmamıştır. Dinî kurumların, din adamlarının, siyaset adamlarının dünyevî ihtiraslarının eseridir. Din, bu süreçte kullanılmıştır sadece diyebiliriz. Bunun en bariz örneği Ortaçağ’daki Kilise’dir. Kilise, zaman içerisinde öylesine dünyevî bir güç hâline gelmiştir ki, Avrupa insanı uhrevî hayatını ipotek altına alan, dünyevî hayatını ise kıskaç içine hapseden bu kuruma tepkisini Fransız İhtilâliyle, çok şiddetli bir şekilde ortaya koymuştur.

Kilisenin bu ifradî baskısı, tefridî bir anlayışın doğmasına sebep olmuş ve modern hayatta dinin gerekli olup olmadığı sorusu tartışılmaya başlanmıştır. Bu tefridî anlayış pozitivizm, gibi dünyevî kavramlarla günlük hayatın sınırlarını çizmeye çalışmış; pozitivist ilmihallerle topluma bazı ilkeler vazetmeye çalışmıştır. Kısacası Tanrı’yı ve di- ni, toplumsal hayattan kovmaya çalışmış ve onu insanın iç dünyasına hapsetmeyi hedeflemiştir. Bunun gerekçeleri olarak da şu söylemi ileri sürmüştür: İnsanlık ciddi bir teknolojik ve bilimsel evrim yakaladı. Din, ilkel ve gelişmemiş ilkçağ toplumlarında, feodal ortaçağ toplumlarında gerekliydi ve önemli bir fonksiyon icra ediyordu. Bugün için insanoğlunun buna ihtiyacı yoktur. Din, modern hayatın olmazsa olmazı olmadığı gibi; gereksiz, hatta modern hayatla çelişen, negatif değerler üreten bir kurumdur. Bu nedenle modern dünyanın toplumsal hayatında yeri yoktur!

Bu tefridî anlayış, yaklaşık 150 yıl Batı dünyasında, gayretkeş taraftarları sayesinde hakim anlayış olarak, özellikle entelektüel çevrede kendine zemin buldu... Ancak bu 150 yıllık süreçte, bunun böyle olmadığı anlaşıldı. XX. yüzyılın başlarından itibaren yavaş yavaş dinin yükselen değer olarak kendini hissettirdiğini görmeye başladık.

Peki modern hayat ile dinin ilişkisi nasıl gelişti, bize nasıl aksetti?

Bu sorunun cevabını iki cepheden irdelemek gerekir. Birincisi, Fransız İhtilâli’yle dini, sosyal hayatın dışına iten Batı, sonradan bu anlayışından nasıl ve neden vazgeçti? İkincisi ise, bu anlayış bize nasıl aksetti?

Birinci sorunun cevabını gerektiği şekilde irdelersek, bu yazının sınırlarını zorlamış olacağız. Bu konuda şu tespiti yapmakla yetinelim: Batı, Fransız İhtilâli sonrası dine karşı geliştirdiği tutumun yanlışlığını anladı. Bu anlayışın temelinde bilimin ve hayatın gerçeğinin yatmadığını, aksine tarihsel bir öfke ve duygusallığın yattığını gördü. Bu ne- denle XX. yüzyılın başlarından itibaren bu konudaki politikasını şöyle dizayn etti: Dinin dünyevî baskısını hukukî düzenlemelerle ekarte etti, ancak sosyal yapı içerisinde saygınlığını da korudu.

İkinci sorunun cevabına gelince; yani Fransız İhtilâli sonrası dine karşı gelişen o tepkisel anlayış bize nasıl aksetti? Tanzimatla beraber Batılılaşma sürecine girdiğimiz trendde, bizde bu süreç nasıl işledi ve bugün nereye geldi? Bu soruların cevabını biraz genişçe irdele- mekte fayda vardır sanırım...