Makale

Din ve Modernite

Din ve Modernite

Din, inanan insanın derunî dünyasına düzen ve anlam veren, davranış ve düşüncesini etkileyen; sanat, estetik ve ahlâk anlayışına kaynaklık eden, insan oğlunun yeryüzündeki varlığıyla birlikte var olan kadîm bir olgudur. Din hakim olduğu toplumda insanın metafizik bütün inançlarını, iyi-kötü hükümlerini, “öteki” kavramını ve kâinat tasavvurunu oluştururdu. Modern dönem öncesinde din sosyal alan ve olguları, aile yapısını, evlenme ve ayrılma tarzlarını, sosyal ekonomik ve dinî gruplaşmaları, mezhepleri, karizmanın oluşumunu, insanî ilişki tarzlarını, selâmlama ve sohbet üslûplarını, toplumsal bayram ve âdetleri, hülâsa sosyal olan her şeyi belirleme ve yönlendirmede yegâne inisiyatif sahibi idi. Kültürel alanda ise, geleneksel toplumların bilgi ve hikmet anlayışlarını, öğrenme ve öğretme tarz ve kurumlarını, sanat, algı ve icralarını belirlemede, din en aslî rolü oynardı.

Bir din olarak İslâmiyet, kendi inananlarının meta- fizik dünyalarını, Allah ve ahiret inancı, haram-helâl, mümin-münafık-kafir anlayışını, Allah’ın yaratma ve tasarrufu altında bir kâinat fikrini tayin ve tespit ederdi. Geleneksel Müslüman toplumlarda İslâm, sosyal alanı manevî dünyanın bir unsuru ve ahlâkî terakkinin bir zemini olarak görürdü. Sosyal olan her şey aynı zamanda dinî olandı. Aile dinî bir müessese, evlenme ve boşanma dinî bir akit, sosyal gruplaşmalar dinî birer oluşum, sosyal davranışlar, selâmlama ve sohbet tarzları, bayramlar ve toplumsal âdetler hepsi birer dinî olguydu. Günlük sosyal hayat, camide toplu olarak ifa edilen ibadetlerle düzen, muhteva ve mana kazanır, haftalık cuma namazı, senede bir ay Ramazan orucu ve Ramazan ve Kurban bayramları dinî his ve heyecanın sosyal alanı tamamen ihata ettiği zamanlar olurdu. Kültürel alanda İslâm, yeni bir ilim anlayışı ve buna bağlı olarak da, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis, tasavvuf ve felâsife gibi yeni ilmî disiplinler teşekkül ettirdi. Sanat alanında şehir, ev, cami ve medrese mimarisinde İslâm medeniyeti kendine has bir üslûp geliştirdi; hat, ebru ve minyatür gibi kendi- ne özel sanat dalları ihdas etti; şiir ve musikîde klâsik olabilecek nitelikte eserler vücuda getirmişti. Bir müessese olarak ilmî kurumlar, medrese ve mektep hem form ve muhtevası hem de var olma gayesi itibarıyla diniydi.

XVIII. yüzyıl Batı toplumunda kültürel dünyaya tamamen hakim olan Hıristiyanlığa bir reaksiyon olarak tezahür eden ve temelde rasyonelliği esas alan Aydınlanma düşüncesi ve buna bağlı olarak daha sonra gelişen bilim ve teknoloji, yepyeni bir dünya inşa etti. Bu yeni dünyada modernitenin hakimiyeti ile birlikte, din insanın derunî dünyasındaki hakimiyetini kısmen, fakat sosyal, kültürel ve kurumsal alandaki hakimiyetini ise tamamen kaybetti. Din, modern Batı toplumunda insanların inanç dünyasını dahi bazı din benzeri hareketlerle paylaşmak durumunda kaldı. Tanrı’ya inananların yanında, modern insan için hazırlanmış büyü ve hurafelere, karizmatik şahsiyetlere, şeytanlara inanlar da çoğalmıştı. Toplumun en önemli unsuru olan aile dinî bir müessese olmaktan çıkmış, evlenme merasimlerinde dinî semboller daha az kullanılır hâle gelmiş ve dinin hoş görmediği evlilik dışı cinsel ilişkiler meşru ve normal görülür duruma gelmiştir. Din, Batıda endüstrileşmeyle birlikte ortaya çıkan ekonomik ilişki ve davranışların, kendi mantığı ile hareket eden ve dışarıdan müdahaleye izin vermeyen kapitalist, sosyalist ve liberal iktisadî sistemler ve bu sistemlerin oluşumunda belirleyici bir rol oynamadı. Dolayısıyla, ekonomik oluşumlar, müesseseler ve kavramlar dinî muhtevadan arındırılmış ve ekonominin dinle irtibatı kopartılmış oldu.

Modern dünyada sosyal gruplaşma ve oluşumları, meslek ve iktisadî teşekkülleri, din değil ideolojiler tayin ve tespit etmektedir. Diğer taraftan kül- türel alanda, bilgi üretme, bilgi- nin formu ve muhtevası bir bütün olarak dinî olmaktan çıktı. Artık kendi dinamikleriyle kendi başına gelişen rasyonel bir süreç olan bilgiyi din yönlendirmiyor, bilgi gibi sanat alanı da, kendi dinamikleriyle özünde seküler faaliyet olarak gelişiyor, din ise bu sürecin belirleyicisi değil bir unsuru oluyordu.

Bu süreç, bazı İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye‘de de gelenek-modernite çatışması doğurdu. Bu çatışmayı toplumun bütün unsurlarında müşahede etmek mümkündür. Türk toplumunun dünya görüşünü ve değerler sistemini oluşturmada aslî rol oynayan, inanç dün- yası da bu gelenek-modernite çatışmasından nasibini yetirince almış görünüyor. Bir tarafta dine inanç dünyasında hiç yer vermemek için seküler ideolojilerle teselli arayanlar ve diğer tarafta da geleneksel dinlere inanmamakla birlikte, Krişnacılık, Satanizm gibi akımlardan şifa dileyenler; bir tarafta inançlarına bağlı olmakla birlikte, sadece bayram veya cuma ibadetleriyle yetinenler, diğer tarafta hem inanç hem de ibadetlerinde İslâmî olanı bütünüyle benimseyip uygulamaya çalışanlar; bir tarafta İslâm’ı anlama ve yaşama tarzında yenilik arayanlar, diğer tarafta her türlü yeniliğe direnerek davranmaya çalışanlar. Bütün bu oluşumlar Türk toplumunda bile inanç alanının ne kadar parçalı olduğunu göstermektedir. Modernitenin teşekkül ettirdiği bilgi, bilim ve tabiat anlayışı ve buna bağlı olarak geliştirdiği ideolojiler, oluşturduğu sosyal yaşam alanları vasıtasıyla, bir kısım insanlar için Müslümanlığın inanç esasları yerine ideolojiler ve modern spiritüel akımları, dünya görüşlerinin aslî unsuru haline getirmiştir. Modern çağda bilgi üretip, teoriler oluştururken, Tanrı’yı kadir-i mutlak bir fail olarak hesaba katmanın imkânı âdeta yok olmuş, cennet ve cehennem metafizik gerçekliğini kaybetmiş, şeytan ve melek günlük hayatımızdan kovulmuş, dinlerin büyük günahlardan saydığı inkâr ve bu inkârın rasyonel temellendirilmesi felsefenin önemli unsuru haline gelmiş, kısaca dinin, modern toplumda metafizik ve sosyal realiteyi inşadaki etkisi asgariye indirilmiştir.

Modern Müslüman toplumlarda artık sosyal olan aynı zamanda dinî değildir. Bugünkü İslâm toplumlarında, bir tarafta modernite sosyal, kültürel ve siyasî gücüyle toplumu tamamen
değiştirmek için bastırmakta, diğer tarafta toplumdaki dinî ve geleneksel unsurlar değişime karşı direnmekte ve varlığını korumaya çalışmaktadır. Meselâ, Türk aile yapısı hem modern dünyada maruz kaldığı yeni âdet ve uygulamaları benimsemekte, hem de dinî ve geleneksel muhtevasını devam ettirmeye çalışmaktadır. Sosyal davranışlar, selâm ve sohbet tarzları, bayramlar, toplumsal âdetler, sosyal gruplar bazı kesimlerde sadece modern, bazı kesimlerde ise sadece dinî, bazı kesimlerde ise hem dinî hem modern karakter arz etmektedir. Toplumda hem geleneksel hem de modern olanı aynı anda yaşayanlar da az değildir. Bütün bu sosyal değişim ve uygulamalar bize modernitenin İslâm’ın sosyal alanı tayinde etkin olan kısımla- rını zayıflattığını ve fakat tamamen yok edemediğini göstermektedir.

Türkiye’de kültür ve sanat alanı en az sosyal alan kadar parçalı ve dağınık bir durum arz etmektedir. Modern bilgi, bilim, sanat ve estetik anlayışını üreten ve aktaran modern eğitim kurumları ve sanat müesseseleri kültürel alanı tayin ve tespit ederken, diğer tarafta modern olandan farklı bilgi, bilim, sanat ve estetik görüşüyle İslâm düşünce geleneği bütün zenginliğiyle kültürel alanda varlık iddiasını sürdürmektedir. Modern Batı düşüncesi ve İslâm düşünce geleneği kaynaklık ettikleri farklı bilgi, bilim ve sanat anlayışlarıyla, Türk toplumunda farklı kültürel dinamiklere sebep olmaktadır. Bir tarafta bilgiyi ve sanatı tamamen Batı tarzında öğrenen, öğreten ve benimseyen ve İslâm düşünce ve sanat geleneğine hiçbir değer vermeyen ilim ve sanat adamları, diğer tarafta İslâm ilim ve sanat anlayışı içinde yetişmiş ve fakat bunu muhatabına aktaracak geçerli bir dil bulamamış ulema ve geleneksel sanatkârlar. Bu, parçalı durum kültürel alanda farklı dünya görüşleri ve farklı zihniyetlerin oluşmasına ve dolayısıyla uyumsuzluğa sebep olmaktadır.

Modernitenin Batı dışı toplumlarda tezahürü olan Batılılaşma, Türk toplumunda ferdî, sosyal, kurumsal ve kültürel alanda geleneksel ve dinî olanla tam bir uyum sağlayamamış ve bir sentez oluşturamamış aksine çatışmalar doğurmuştur. Toplumun kültürel, kurumsal ve sosyal her alanında gördüğümüz çatışmaların ana sebebi, modernitenin dinî ve geleneksel olanı dikkate alarak, benim- seyerek, içselleştirerek değil de, yok sayarak ve onun yerine kaim olma teşebbüsüdür. Bu duruma toplumda var olan geleneksel ve dinî unsurlar direnmekte ve kendi usûlünce karşılık vermeye çalışmaktadır. Hasılı, siyasî ve kültürel iflasın neticesinde başarılı olmak için benimsenmiş. Batılılaşma, Türk toplumunun beklediği başarıyı sağlayamaması moderniteye olan güveni zayıflatmakta ve aynı zamanda toplumdaki geleneksel ve dinî direnç unsurlarını güçlendirmektedir.

Tarihî geçmişi, kültürel zenginliği ve sosyal dokusu güçlü olan toplumlardaki sosyal ve kültürel çatışmalar, sosyal ve siyasî çöküntüye ve tükenişe değil, daha ziyade yeni sentez arayışlarına imkân verecektir. Türk toplumunda, kanaatimce yeni çözümler arama ve yeni sentezlere ulaşmanın tüm unsurları mevcuttur. Geleneksel, dinî ve aynı zamanda yerel olan kültürel, sosyal ve kurumsal bütün unsurları yok sayarak, onun yerine kendi dünyasını bütün boyutlarıyla hakim kılmaya çalışan Batılılaşmanın bir çözüm olmadığını, toplumda yaşanan çatışma ve uyumsuzluklar göstermiş durumdadır.

Bu noktada geleneksel ve dinî olanı hesaba katmayan hiç- bir çözümün işlemediğini söylemek doğru olacaktır. O hâlde çözüm; bizce epistemolojik alanda, geleneksel ve dinî olanı esas alan ve fakat çağa uygun modern bilgi üretme ve uygulama modelleri, ilmî yorumlama tarzları ve disiplinler; sosyal alanda, sosyal realiteyi yeniden inşa edecek ve dini hayata dahil edecek yeni sosyal oluşumlar; kurumsal alanda, tarihî ve dinî olandan mülhem, özü ve formu hem dinî prensiplere sırt çevirmeyen ve fakat çağı, dolayısıyla modern dünyayı muhatap alan ekonomik ve sosyal kurumlar inşa etmek olmalıdır. Bu hiçbir zaman, özü itibarıyla Kur’anî olmakla birlikte, o zamanların toplumsal zemininde varlık bulmuş dolayısıyla kimliği itibarıyla tarihsel olan, İslâmî disiplinlerin, İslâmî müesseselerin, İslâmî sosyal oluşum ve olguların yeniden ikamesi anlamına gelmez.Yaşadığımız toplumsal zemin buna imkân vermemektedir. Hatta tarihî ve geleneksel olanın ayniyle yeniden ikâmesi gerekli de değildir. Aksine nasıl ki, o zamanın toplumu kendi şartlarında geçerli olan kültürel, sosyal ve kurumsal olanı dinî prensiplere dayanarak üretti. Biz de bu zamanki toplumsal şartlarda dinî prensipleri gözardı etmeden sosyal, kültürel ve kurumsal alanda yeni ve geçerli formlar üretmeliyiz. Bu çözümün Türk toplumundaki, yaygın olan çatışmaları gidereceğini, aynı zamanda bu milleti siyasî ve kültürel alanda başarılı kılacağına inanıyoruz.