Makale

Tebliğ sorumluluğumuzu ne zaman üstleneceğiz?

Tebliğ sorumluluğumuzu ne zaman üstleneceğiz?
Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


(Rasulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! (Şu’arâ, 3)
Sorumluluk, sıradan insan için söz konusu olduğunda, normal bir duyguyu, ahlaki bir vasfı anlatır. Ancak, bir peygamberin sorumluluğundan bahsedildiğinde, çok istisnai bir kavram üzerinde konuştuğumuzun bilinmesi gerekir. Çünkü bu, diğer insanların tecrübe ettikleri, dolayısıyla kavrayabilecekleri bir durum değildir. Öznel, yani nebevî akla ait özel bir durumdur. Nasıl ki, nübüvvetin gerçek mahiyeti, Allah’la peygamber arasında bir sır ise, nübüvvet sorumluluğunun deruni boyutları da bizim açımızdan bir sırdır, yani gerektiği şekilde onu anlamamız mümkün değildir.

Bu anlamda, peygamberlerin yalnız kaldıklarını da söyleyebiliriz. Onların derdini gerçek manada anlayabilecek, onlarla empati/duygudaşlık kurabilecek kimseler yoktur. Zira bir peygamberin zihin dünyasını yine bir peygamberden başkası anlayamaz. Diğer insanlar, onları sadece anlar gibi, hisseder gibi olurlar. Ancak Kur’an ve hadis, Hz. Peygamber’in şahsında bu duyguya dair bazı bilgileri bizlere vermektedir. Bu bilgiler, âdeta onun iç dünyasına açılan pencerelerdir. İnsanları erdem ve fazilet ufkuna taşıyan bir şahsiyetin, içsel hayatını ortaya koymak açısından bunlar son derece önemlidir. Yine insanlık çapında böyle bir dava adamını var eden içsel dinamikleri görmek açısından, bunlar dikkat çekicidir.

Peki, peygamberin sorumluluğunun kaynağı ne idi? Kur’an’a baktığımızda, vahyin ona ilka edilen “ağır bir söz” olarak nitelendirildiğini görürüz. (Müzzemmil, 5) Çünkü hem Allah’tan telakki edilmesinde, hem de getirdiği sorumluluklar yönüyle peygamber için çok ciddi zorluklara sebep olmuştur. Bu açıdan, ‘İnsanın yüklendiği görevler arasında, peygamberlikten daha ağır olanı yoktur’ dersek, her halde mübalağa etmiş olmayız. Nitekim bu olgu, İnşirâh suresinde “Hz. Peygamber’in kemiklerini çatırdatan yük.” olarak nitelendirilir. (İnşirâh, 3)

Bu ifadeler, nübüvvet görevinin ne denli ağır ve yorucu olduğunu, gayet güzel açıklamaktadır. Hz. Peygamber, özellikle risaletin başlangıcında bu zor sorumluluğu yerine getirip getiremeyeceği konusunda tereddütler yaşadı. Çünkü o, nübüvvetin ne demek olduğunu erken fark etti. Başarısız olma ihtimalini düşündükçe âdeta dehşete düşüyordu. Hayatı boyunca da bu metafizik gerilim devam etti. Çilelere katlandı, mübarek ruhu acı ile kıvrandı. Nitekim sahip olduğu bu ruh hali sebebiyle, birçok defalar ilahî uyarılara maruz kaldı. Şu’arâ, 3, bunlardan biridir. “Ey Rasulüm! İnanmıyorlar diye üzüntünden neredeyse kendini helak edeceksin.” Sorumluluk duygusunun, bir peygamberde hangi boyutlara vardığını görmek açısından bu ifadeler dikkat çekicidir. Çünkü “kendini helakten, yok etmekten” bahsedilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in bizzat kendisi, çektiği çileleri şu şekilde itiraf eder: “Beni Hûd suresi ve benzerleri ihtiyarlattı.” Hangi ayetin buna sebep olduğu kendisine sorulunca, “O halde, sana emredildiği üzere dosdoğru ol…” (Hûd, 112) ayetine işaret eder.

Peygamberimizdeki nübüvvet ahlâkının en önemli özelliklerinden biri, ısrar ve devamlılıktı. Aksi takdirde, netice alması da zaten zor olurdu. Nitekim o, küfrün bazı ileri gelenlerinin kapısını defalarca çaldı, onlara daveti götürme konusunda durmadan dinlenmeden çalıştı. İnsanların hidayeti konusunda o kadar iştiyaklı idi ki, bazen karşısındaki insanları nerdeyse bunaltacak duruma geliyordu. Yetiştirdiği ashabın, dini tebliğ konusunda ne denli gayret içerisinde olduğunu biliyoruz. Çünkü onlar insanlara tevhidin diriltici mesajını ulaştırabilmek için binlerce kilometre kat ettiler, ülke ülke, diyar diyar dolaştılar. Çünkü tebliğsiz ve davetsiz geçirilen her anı bir vebal olarak görüyorlardı. Ashabın durumu bu olduğuna göre, her şeyi kendisinden talim ettikleri peygamberin tebliğ konusunda ne denli gayret içerisinde olduğu elbetteki daha iyi anlaşılacaktır.

Peygamberimizdeki sorumluluğun temel dinamiklerinden biri de, son derece şefkatli ve acıyan bir kalbe sahip olmasıydı. İnsanların küfürde ısrar etmeleri, âdeta bunalmasına sebep oluyordu. Çünkü o, inkârın dünyevi ve uhrevi ne vahim sonuçlar doğuracağını çok iyi biliyordu. Aslında tebliğini yapar gerisine karışmayabilirdi. Zaten, kendisinden de bu istenmiyor muydu? Dolayısıyla “Ne haliniz varsa görün” diyebilirdi. Ama böyle yapmadı, daha doğrusu yapamadı. Defalarca uyarılmasına rağmen, bu arzusunu kontrol altına alamadı. Neden? Çünkü şefkat ve merhamet dolu gönlü, insanların amellerinden doğacak sonuca bir türlü razı olmuyordu.

Peygamberimizin sorumluluk duygusu çok farklı bir noktadaydı. Çünkü o, insanın göremediklerini görebiliyordu. Zaten kendisi de bunu ifade etmiyor muydu? “Siz, benim bildiklerimi bilseniz, çok ağlar az gülerdiniz.” Aslında o ağlamadı, belki hep tebessüm etti. Ama bir şey var ki, o, buruk bir hayat yaşadı, mahzun ve mükedder bir şekilde ömrünü geçirdi. Aksini de zaten düşünemeyiz, çünkü insanı bekleyen gelecek, onun kadar hiç kimseyi tedirgin etmedi. Şirkin, günahın ve isyanın, insan için ne korkunç sonuçlar doğuracağını ondan daha iyi bilen yoktu. Allah’a hesap vermenin ne anlama geldiğini o, çok iyi biliyordu. Dolayısıyla insanın sorumsuzluğu, hayatı ciddiye almayışı, aymazlığı kadar onun uykularını kaçıran, mübarek ruhunu acıtan, kıvrandıran başka bir şey yoktu.

O, kul olarak sorumluluğunun farkındaydı. Çünkü göklerin, yerin ve dağların imtina ettiği, ancak insanın yüklendiği “emanet”in ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Yine o, peygamber olarak, sorumluluğunun tam idrakindeydi. Ümmetinin akıbetini, onun kıyamet günündeki ahvalini düşünüyordu. Mahşerde onlara şahitlik edecekti. İşte o sahneyi düşündükçe, dehşete düşüyor, tir tir titriyordu. Çünkü o, müminlere, kendilerinden daha dost ve daha yakındı. Nitekim bir defasında, İbn Mesud’a Kur’an okumasını söyler: O da, Nahl suresinde geçen ayeti okur: “Her ümmetin içinden kendilerine bir şahit getireceğimiz, seni de bu ümmete şahit olarak getireceğimiz o günü, bir düşün!” (Nahl, 89) Ayet okununca, Hz. Peygamber kendisini tutamaz ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Çünkü mahşerde hesap vermek, ümmetine şahitlik yapmak onun hassas noktasını oluşturuyordu. Ayet de, oraya dokununca, duygularına hâkim olamamış ve ağlamıştı.

Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde insanlığa son sözlerini söyledi. Verdiği mesajlardan sonra da “Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Ey Allah’ım Sen şahit ol!” ifadelerini tekrarladı. Aslında o hayatı boyunca bu soruyu kendine hep sordu. Allah’ın ayetlerini tebliğ ettim mi? Peygamberlik vazifemi yaptım mı? İnsanlığa karşı görevimi yerine getirdim mi? Bu endişeyi hep yaşadı. İnsanlar inkârda direndikçe, kendini hep sorumlu ve vebal altında hissetti. Belki de, şöyle bir değerlendirme yapabiliriz. Kendinden sonrakilerden onun farkı şudur: O hep kendini sorumlu tuttu. Ancak ondan sonrakiler, olumsuz gidişattan kendilerini değil, başkalarını sorumlu tuttular.

Kısaca söyleyecek olursak, Hz. Peygamber, âdeta insanlığa sorumluluğun ne demek olduğunu öğretmek için gelmişti. Bu duygu, en ideal manada onun şahsında bizlere gösterilmişti. Bu, Allah’a sorumluluktan başlar, insanlara, diğer canlılara hatta cansızlara varıncaya kadar uzanır. O, davasına odaklanmış, görevini bihakkın yerine getirebilmek için durmadan dinlenmeden çalışmıştı. Böylece insanlık için kendini feda etmenin ne demek olduğunu bize göstermişti. Öyleyse çağımız müminleri olarak yüklendiğimiz ağır sorumluluğun gereklerini bir defa daha yeniden düşünelim.