Makale

Mardin taşının esrarı, taş ustalarının sabır taşları...

Mardin taşının esrarı, taş ustalarının sabır taşları...
Suzan Çataloluk


Gecenin karanlığında taş sokakları yavaş yavaş adımlarken tuhaf bir esrar hayalden gerçeğe geçmiş gibi hep bizimle sanki, yanımızda, arkamızda, önümüzde yürüyor. Işıkların gücü yetmiyor, gölgeler aydınlığı örtüp uzuyor.

Kimi uzun, kimi daha kısa abbaraları sakin sakin geçerken sanki yüzyıllar ötesindeki fısıltıları duymak mümkün: İşte gece yarısı seccadesinde nurlu yüzü kırış kırış bir nine. Dudakları kıpır kıpır duada.

Gencecik bir gelin tam da abbaranın üzerindeki odada uykusunda meleklere gülümseyen bebeğinin gül yanağını okşuyor.

Ve... Çok uzaklardan haber getiren bir Artuklu süvarisi atını yavaşlatarak abbaraya yöneliyor ve bütün heybetiyle yanımızdan geçip bilinmeze doğru gidiyor.

Kapılar açılıyor, kapılar kapanıyor, gölgeler tarihi sessizce anlatıyor: Burada ne devletler hüküm sürdü, ne melikler, ne sultanlar emir verdi ve beyler yaşadı, ses verdi. Güller boyun büktü, bülbüller yuvalarında ne yavrular büyüttüler. Ne sırlar yaşadı insanlar ve yıldızlarla koyun koyuna geçen kutlu gecelerde ne şehitler ecele merhaba dedi.

Sanki nal sesleri duyuyorum, eskilerden, çok eskilerden göz açıp kapamaca uçup gelen bir fısıltı ilahilerle hep yanımızda.

Ama arkadaşımın fısıltısıyla bu hoş duygu selinden ayrılmak zorunda kalıyorum:
“Ne değişik bir mimari. Üstte yıldızları seyrederken altta yolun sesini dinlemek nasıldır acaba?”

Mardin’in mimari yapılarında bulunan bezemeleri konu alan sergimizin Sabancı Kent Müzesi’ndeki açılışı dolayısıyla Valilikçe misafir ediliyoruz. Bir sene boyunca hocamız ve öğrencileri bizler, gerçekten çok çalıştık. Sonunda Mardin valiliğinin sahipliğinde İstanbul Cemal Reşit Rey sergi salonlarında açtığımız, minyatürler, tezhip ve hatlardan meydana gelen sergimizin Valilikçe bu güzel şehre taşınması sebebiyle Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver San’at Atölyesinin –naçizane- bir çizeri olarak ben de Mardin’deyim. Hocamız Gülbün Mesara ve öğrencileri, bu efsunlu şehirdeyiz.

Kim bilir kimleri taşıdı bu taş sokaklar ve kimleri ağırladı altı abbaralı bu taş evler. Sadece seneler değil, yüzyıllar geçiverdi bir nefes gibi. Ne acılar, ne hüzünler, ne sevinçler yaşandı ve ne sevdalar bu sokak üstüne kurulu mekânlarda... Kim bilir ne ağıtlar yakıldı, ne naralar atıldı, neler fısıldandı. Bu süslü taş duvarlara hangi sesler kaydedildi...

Ve... Tarih bu taşlara sırlarıyla birlikte nakşedildi...
Hayat, zaman ve mekân, bizlere verilen şu üçlü hazine ne kadar da gizemli...
Uzaklardan bakıldığında dağın tepesinden başlayarak yamaca doğru inen bir görüntüsü var Mardin’in. En tepede yüzyıllara meydan okumuş, nice kuşatmalar eskitmiş heybetli bir kale var. Ardından ovaya doğru dağın eteklerine yerleşen eski Mardin. Kocaman bir ova şehrin önünde, sonsuzluğa heves, öylesine uzanıyor...

Kendine has mimarisi ile hemen dikkati çekiyor eski şehir. Eğim dolayısıyla evler aynı seviyede değil. Kot farkı dolayısıyla bir evin bahçesi diğerinin katlarından herhangi birine veya çatısına denk gelebiliyor ve konutlar manzara kapatmıyor.

Evler gerçekten çok güzel ve genellikle sarı kalker taşından yapılma. Üstüne yapıldığı arsanın ve bulunduğu sokağın durumuna göre dikdörtgen, L, ters T şeklinde olan bu evler tek kattan dört kata kadar yükselebiliyor. Kapalı, yarı açık, açık mekânlarıyla, merdivenli ve dört metreyi aşan yükseklikteki süslü duvarlarıyla her ev âdeta küçük bir kale gibi. Bu evlerde ev sahibinin mali gücü ölçüsünde eyvan, revak, köşkler bulunmakta. Alt katlar genellikle kapalı mekân olarak kullanılıyor ve daha çok günlük işler yapılıyor. Duruma göre mutfak, kiler, hizmetli odaları, hayvan ahırı, depo burada yer alıyor. Üst katlarda yarı açık ve açık alanlar var. Bu alanlarda kışlık yiyecekler hazırlanıyor, kurutuluyor.

Eskiden kalma kimi evlerde cumbalar ve köşk tabir edilen yerler var. Vakıf evi, A. Kadir Paşa Konağı buna misal gösterilebilir. Köşkler genellikle dinlenme ve sohbet etme alanı olarak kabul ediliyor. Eyvanlar da öyle. Eskiden evin içindeki küçük su havuzlarının yanında imiş.

Düşünün, dört metreyi aşan süslü taş duvarların çevrildiği iç avluda yapılmış yükselti farkı olan iç içe geçmeli küçük havuz ve sebilin yanında kurulu, rengârenk kilim ve halılarla kaplı eyvanda dostlarınızla sohbet ediyor, çay, kahve içip sözün özüne varıyorsunuz.

Evlerin dış cephelerinde, o uzun duvarlarında gerçekten sanat değeri çok yüksek oymalar ve süslemeler var. Özellikle kapılar fevkalade hoş. Artuklu’dan tutun Osmanlı’ya kadar gelen, günümüzde devam eden bezemeleri çizen, taşa işleyen o büyük ustaların ellerinden öpmek istedim. Allah rahmet eylesin, hâlâ bu isimsiz ustaların tesirleri ile yolumuza devam etmekteyiz.

Bu güzel evleri dış dünyaya açan kapılara gelince: Her evin kendine göre, içinde yaşayanların haline, ahvaline göre kapılar var.

Ah bu kapılar... Size neler söylemiyor ki... Tek veya çift kanatlı eski kapılardaki geçmeler ve renk uyumları pek güzel. Daracık taş sokakların hazineleri olan kapıların tokmaklarını ve süslemelerini, dikdörtgen ahşap kapıların hemen üstündeki yarım daire şeklindeki kemerle muhteşem uyumlarını, taşlardaki küçük renk farklarıyla ortaya çıkan nefis dalgalanmaları, o uzun duvarlardaki ahengini görünce şimdiki zamandan kurtulup sanki yüzyıllar ötesine bir anda gidiveriyorsunuz. Zamanı unutuyorsunuz! Kapının karşısındaki duvarın dibine oturup o güzelliği seyretme ve resmetme arzusuna kapılıyorsunuz. Bu nadide kapılarda bulunan her şekil ve motifin manası var. Mesela hacca giden evin sahibinin kapısının üstüne neredeyse minyatür havasında bir Kabe resmi konulabiliyor.

Kapılarla bütünleşen büyük taş kemerlerin üzerinde çeşit çeşit çiçekler, soyutlanmış geometrik şekiller ve stilize edilmiş değişik hayvan motifleri, üzüm salkımları, çeşit çeşit yapraklar, zencerekler, su yolları, daha neler neler oyularak işlenmiş. Yüzyılların özü ve birikimi öylesine güzel bir uyumla iç içe ki sadece seyrediyorsunuz. Bu estetik güzelliği ve taş işçiliği ile sanatı neredeyse bütün eski yapılarda görüyoruz.

Şehrin gecesi ve gündüzü birbirinden farklı. Gündüz, kadın, çoluk çocuk, ihtiyar, ahali o dar sokaklardan, bin bir baharatın, zeytinlerin, badem şekerlerinin, ceviz ve leblebilerin, fıstıkların, kurutulmuş envai çeşit yemek malzemesinin, renk renk bıttım sabunlarının ve etlerin satıldığı kemerli çarşılardan geçerken veya kemerli, kubbeli tamirci dükkânlarındaki ustalara sorular sorarken farklılığı ve heyecanı hissediyorsunuz.

Mardin’e has olan posta taşıyıcıları kadrolu eşekler görülmeye değer bir manzara. Aynı çarşı başında sırtında sahibi sevimli beyaz eşek ile modern bir aracı görmek hiç de şaşırtıcı değil!

Gece başlarken şehir âdeta büyülü bir âleme dönüşüyor. Işıklar sanki gökteki yıldızlarla buluşuyor, kale ve eski Mardin size müthiş bir hayal alemi sunuyor.

Mardinliler çok sıcakkanlı ve misafirperver. Hangi dükkâna girdiysek çok hoş karşılandık. Hemen çay, kahve ikram etmek istediler. Çok farklı bir mütevazilikleri var. Memleket ve devlet sevdaları beni hayran bıraktı.

Çarşıda gezinip merak ettiğimiz gümüş telkârilerin nasıl yapıldığını görmek istedim. Girdiğimiz dükkânlardan biri telkâri işini de yapıyormuş. Merakla küçük dükkânın üst katına çıkıp baktım. Yirmi yaş civarı birkaç delikanlı büyük bir saygı ile bize telkârinin nasıl yapıldığını gösterdi. İncecik gümüş ipler, onların ritmik bir şekilde eğrilip bükülmesi, büyük bir dikkatle kesilmesi, eklenmesi, kaynaklanması... Renk renk taşlarla süslenmesi. Her küçük motifin birbirine ulanarak kolye, bilezik, yüzük, küpe v.s. yapılması gerçekten sabır isteyen bir sanat. Ve ne yazık ki ustalar bir elin parmaklarından daha az.

Mardin’in tarihi de çok ilgi çekici. Kimi tarihçilere göre M.Ö. 4500’e kadar uzanan bir geçmişi var. Sümerliler döneminde büyük bir şehir olarak kabul ediliyor. Tarımda, madencilikte ve sulamada çok ileri kaynaklara göre. Daha sonra Akad-Sümer, Babil devletlerinin sınırlarında. Midiler, Asurlar, bir süreliğine Urartular, Perslerin hakimiyetinde geçen yüzyıllardan sonra Bizans-Sasani kavgasında önemli bir kavşak noktası oluyor.

Hz. Ömer’in ünlü komutanı İyaz bin Ganem’in Mardin’i fethiyle birlikte Emevi, ardından da Abbasi hakimiyetinde kalan bu devirlerde giderek önemini kaybetmeye başlıyor. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın tarih sahnesine çıkmasıyla Mardin, el-Cezire ile birlikte Selçukluların hüküm alanına giriyor.
1106 yılında Türkmen Beyi olan Artuk Bey’in küçük oğlu Necmeddin İlgazi Mardin’i ağabeyi Sökmen Bey’den alıp bu yeri Artukluların başkenti yapıyor...

Artuklulardan sonra Akkoyunlular, Safeviler hüküm sürüyor Mardin’de. Sonra Yavuz Sultan Selim 1517’de Osmanlı’ya katıp Diyarbakır‘a bağlı bir sancak merkezi haline getiriyor...

Mardin merkezde gezerken iki şey çok dikkatimi çekti: Birincisi neredeyse adım başı tarihî bir yapıyla karşılaşmamız. Hepsi de pek zarif, çok güzel yapılar. Medreseler, camiler, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, konaklar, resmî yapılar nasıl da birbirini tamamlıyor. Sanki bir sohbet ovasında oturmuş can dostları gibiler. Birkaç misal verelim:

Kasımiye Medresesi Mardin’in güneybatısında yer alıyor. Artuklu döneminde yapımına başlanmış. Akkoyunlu hükümdarı Cihangiroğlu Kasım Padişah (1457-1502) döneminde tamamlanmış. Külliyesi ile birlikte Medrese Artuklu ve Akkoyunlu döneminin nadide taş işçiliğinin misalleri ile dopdolu ve tek kelime ile muhteşem.

Zinciriye (İsa bey) Medresesi Artuklu Melik Necmeddin İsa Bey’in nefis bir hatırası. 1385 yılından kalma. İki avlulu ve iki katlı. Giriş kapısındaki taş işçiliği ile yapılmış bezemeler yine tek kelime ile muhteşem. Dilimli kubbelerdeki zarifliği görmek gerekiyor.

Şehidiye Medresesi ve Camii’nin yapımına 1201 de başlanıyor ve tam 38 yıl sonra bitiriliyor. Sultan Melik Nasruddin Artuk Arslan yaptırdığı bu güzel eserde gömülü. Medresenin portalinde bulunan, caminin kuzey cephesinde ve minarede nakşolunan taş işçiliği ve bezemeler elbette tek kelime ile muhteşem!

Bunların yanında Babü’s-Sur (Melik Mahmut) Camii, Abdüllatif (Latifiye) Camii, Ulu Camii ve Hamamı, Reyhaniye Camii, kalıntı halinde bulunan Marufiye medresesi ve diğer tarihi yapıları gerçekten görmek şart!

Çarşıları da görülmeye değer, yaşanması gerekli şenliklerle dolu, rengârenk ve çok neşeli. İsimler de pek hoş: Ulu Caminin kuzeyinde bulun kapalı çarşılardan Bedestan Akkoyunlu Kasım Padişah döneminden kalma. 1487-1502 yıllarında yapılmış. Reyhaniye Camiinin batısında bulunan Revaklı Çarşı revaklarla arkasında kurulu beşik tonozlu dükkânlardan meydana geliyor. Çarşının diğer adı da Tellallar Çarşısı. Buradaki dükkânlarda neler yok ki! Daha doğrusu ne ararsanız var! Kuyumculardan baharatlara; basmacılıktan şahmaran işleyen zanaatkara; semer yapan ustalara ve tamircilere, puşiden herbiye ve renk renk bıttım sabunlarına kadar... Üstelik hanımların pek hoşlanacağı yerler.

Mardin’de Süryani vatandaşlarımızın yaşam alanlarında bulunan eski yapılar da ilgi çekici. Gezdiğimiz Deyrulzafaran Manastırı, Mor Gabriel Manastırı, Meryemana Kilisesi ve diğer yapılar Mardin’in bütün inançları çok huzurlu bir şekilde içinde yaşattığının canlı misali.

Mardin merkezde gezerken dikkatimi çeken ikinci şeyse bütün şehirlerimizde olduğu gibi Mardin’de de mimari yapılanma ve yerleşim açısından eski şehir ve yeni şehir ayrımının çok açık bir şekilde ortaya çıkması oldu.

Gece ışıltılı gerdanlık gibi kalesini sarmalayan Mardin’i görmek ve halkını tanımak Türkiye’mizin geleceği açısından bizi çok ama çok umutlu ve mutlu kıldı. İnşallah yuva kabul ettiğimiz bu güzel sınır şehrimize daha pek çok kez bir kuş uçumu gider, tarihi nefes nefes içimize çeker, esrarı çözer ve ovada açan bahar güllerini seyreder, bülbülleri dinleriz.