Makale

Prof. Dr. Naci Bostancı “Türk ailesi; dayanışmacı, muhafazâkar, paylaşımcı"

RÖPORTAJ

Prof. Dr. Naci Bostancı

“Türk ailesi; dayanışmacı, muhafazâkar, paylaşımcı"

Röportaj: Hafsa Fidan

Gazi Üniversitesi iletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Naci Bostancı’yı çeşitli dergilerde yayımlanan makaleleri, pek çok farklı yayınevinden çıkan kitapları sayesinde akademik yönüyle tanıdığımız gibi; denemeleri ve romanları vasıtasıyla edebî kimliğiyle de tanıyoruz. Çeşitli bilimsel toplantılarda sunduğu tebliğleri dolayısıyla âşinâsı olduğumuz hocamızı ayrıca TRT’nin pek çok belgeselinde metin yazarlığı yapmasıyla da karşımızda buluyoruz. Genç yaşma rağmen oldukça velûd olan değerli hocamızla ’seyirlik kültür’, Türk toplumunda aile medya ve medyanın birey ve aile üzerine etkileri, eğlence, tatil anlayışımız ve bu anlayışımızda meydana gelen değişim konulan üzerine hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine bizleri ofisinde nazikçe ağırladığı ve sorularımıza tatmin edici cevaplar verdiği için teşekkür ediyor, söyleşimizi değerli okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
İnsanlık tarihinde ’sözlü kültür’ ve ’yazılı kültür’ evrelerinden sonra ’seyirlik kültür’ evresinin başladığını yazılarınızda dile getiriyorsunuz. Bize seyirlik kültürden bahseder misiniz?
Kültürel sürece ilişkin değerlendirmeler yapılırken, hangi aşamalardan geçtiğini görmek bakımından böyle bir soyutlama yapılıyor. Sözlü kültür denildiğinde, yazıyla çok fazla ilişkisi olmayan, hatta yazının hiç olmadığı, insanların ilişkilerini sözlü olarak kurup, bilginin de yine sözlü olarak muhafaza edildiği, dolayısıyla kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarıldığı bir toplumsal yapı kastediliyor. Yazılı kültür denildiğinde ise, yazının hem iletişimde hem de bilginin muhafazasında etkin unsur haline geldiği bir dönem kastediliyor. Seyirlik kültürün merkezi ise, hiç şüphesiz teknoloji, televizyon teknolojisi. Bu toplumsal yapılar, merkezinde hangi kültürün oturduğuna bağlı olarak, ötekilerden son derece farklı ve kendine has hem bir örgütlenme gerçekleştiriyor, hem de hayata ve ilişkilere bakış tarzı bu merkezdeki kültürel formatın çerçevesinde şekilleniyor. Sürekli yedi yaşından beri yazıyla haşır neşir olan bir kuşağın, bir toplumsal yapının sözlü kültürü, oradaki ilişkileri, oradaki insanların kendilerini varetme biçimlerini, dünyaya bakma tarzlarını anlamlandırması çok kolay değildir.
Bu konuyu bir örnekle biraz daha açabilir misiniz?
Şöyle diyebiliriz. Sözlü kültürde insanların birbirleri ile ilişkileri, yazılı kültürde olduğu gibi bir giriş, gelişme, sonuç çerçevesinde teşekkül etmez. Gündelik hayatımızda da görmüşüzdür mutlaka. Okur yazarlıkla çok ilgisi olmayan bazı insanlar, meramlarını anlatmaya kalktıklarında hikâyeye ortadan başlarlar. Biz okuryazarlar olarak onların ortadan başlayıp, sondan biraz konuştukları, sonra girişe geçtikleri o söz düzenlerini yazılı formata, makale düzenine çeviririz. Giriş, gelişme ve sonuca çeviririz öylece anlarız.
Seyirlik kültür bu modern zamanlarda kitle iletişim araçlarının ortaya çıkışını takiben, televizyonun özellikle çok gündelik hayata girmesi ile birlikte oluştu. Seyirlik kültür görselliğin ön plânda olduğu, muhakemenin görsellik üzerine kurulduğu, hayatın yazılı kültürde olduğu gibi soyutlanarak anlaşılması yerine, seyirlik kültürün formatı çerçevesinde montajlanarak insana intikal ettiği bir toplumsal durumdur. Sürekli televizyonla ilişkisi olan çevreler -ki bu çevreler herhalde günümüzde çok, geniştir- hayatla olan ilişkilerini de uzun vadede bu televizyon ile ilişkileri, televizyonda haberleri görme biçimleri, haberlerin kotarılma biçimleri, televizyonun dili çerçevesinde belirler.
Peki hocam sizce geleneksel Türk toplumunda aileyi oluşturan temel parametreler nelerdir?
Çok eskilere gitmemek kaydıyla, çok genel anlamda Türkiye’deki aile formunu ’geniş aile’, ’intikal tipi aile’ ve ’çekirdek tipi aile’ diye tanımlıyoruz. Geniş aile, bütün aile fertlerinin bir arada olduğu, dayanışmanın son derece üst düzeyde olduğu, moral doyumun aynı çatı altında sağlanabildiği, akrabalık ilişkilerinin son derece canlı, sıcak ve içten bir şekilde yaşandığı bir yapıdır. Bu tabi bizim bir niteliğimiz olmaktan çok yaşadığımız toplumsal durumun bir neticesidir. Tabiatla mücadele eden, tarımla uğraşan, hayvanların peşinde koşturan ama bütün işleri başarabilmek için güçlü bir aile dayanışmasına ihtiyaç hisseden bu tür toplumlarda biz de dahil olmak üzere aile bireyleri arasında ki dayanışma, ilişki sıcak ve içten olmak durumundadır. İntikal tipi aile, bizim yaşadığımız toplumsal değişim seyri içerisinde teşekkül eden bir aile tipidir. Burada yarı geniş aile, yarı çekirdek aile tarzında bir durum söz konusudur. Bazı aile üyeleri dışarıda kalmıştır, bazıları bir arada aynı çatı altında yaşarlar. Çekirdek aile ise bugün özellikle büyük şehirlerde yaşanan, ana, baba ve çocuklardan mürekkep aile tipidir.
Türk aile tipi dediğimizde burada, reel olanla ideal olanın karışımında bir şey tasavvur ediyoruz. Çünkü Türkiye’de bütün aileler için ortak birtakım parametrelerin biraz da idealistik bir doz taşıması normal.
Böyle bir parametreler dizgesinden bahsettiğimizde, Türk ailesinin çeşitli saha araştırmalarının da ortaya koyduğu gibi, dayanışmacı bir aile tipi olduğunu, geniş ailedeki o tabiata ve toprağa dayalı, içten dayanışmanın bir bilgi olarak çekirdek aileye de intikal ettiğini ve değerler itibariyle de muhafazakâr bir nitelik taşıdığını söylüyoruz. Dayanışmacı, muhafazakâr, paylaşımcı, piyasa şartlarına uyum göstermemiş, özel hayatın o fedakârlığa, destek vermeye ilişkin değerlerini bilen, kendi özel alanlarında piyasanın her şey demek olmadığını ve nihaî noktadaki bir insanîliğin, bir moral değerlere ilişkin dayanışmanın önemli olduğunu gören ve bunu yaşayan bir aile modeli olarak görüyorum.
Seyirlik kültür, kitle iletişim araçları ya da genel olarak medya diyelim, aile anlayışımızda ne gibi değişimler yarattı?
Televizyon yayınlarının meselâ çocuklar üzerindeki etkileri ayrı bir bahis teşkil edebilir. Bulundukları toplumsal konuma göre, kadınların üzerindeki etkilerin farklılaştığından bahsedebiliriz. Eğer çalışan bir kadınsa, televizyondan aktarılan enformasyonu okuma, anlama ve kendi hayatına iliştirme biçimi farklı olacaktır. Eğer ev hanımıysa ve gündelik ev ilişkileri içerisinde evin işleri ile uğraşan birisi ise, televizyondaki enformasyonu okuma biçimi hiç şüphesiz tahsili ile de bağımlı olarak farklı olacaktır. Burada erkeğin konumu, hangi sosyolojik kökenden geldiği, hangi sosyal hikâyeyi yaşadığı, hangi toplumsal katmanda bulunduğu, son derece önemli etkilenme bakımından. Ama şu söylenebilir: Meselâ özellikle yeni yetişen kuşakların 18 yaşından sonra bağımsızlaşma ve kendisini ailenin dışında görme eğilimi, hem modern enformasyonla desteklenen bir şeydir, hem de televizyonla desteklenen bir olgudur. Mevcut otoriteye meydan okumak ve her şeyi bilen aile otoritesini çeşitli yollarla kandırarak kendi kişiliğini oluşturmak, çocuğun gelişiminde son derece önemli bir evreyi oluşturuyor. Ama televizyon sayesinde hem çocuğun aile otoritesine meydan okuması daha erken yaşlara alınmış oluyor, hem de kafasında bir ideal olarak 18 yaşından sonra kendi özgür hayatını yaşayacağı bir tahayyül olabiliyor. Buradaki özgür hayat idealinin de kendi gündelik hayatından çıkarsanmış bir şey olmadığını, televizyonca aktarılan o renkli dünyanın içerisinde hayal edilen bir tür cennet imajı olduğunu da belirtmeliyim.
Kadınların televizyonla olan ilişkileri çerçevesinde eşleri ve çocukları ile olan tutumları, onların arkasındaki değerlerin çeşitli biçimlerde etkilendiğini söylemek mümkün. Televizyonda eğitici-öğretici bir takım programlar var. Bunların kısmen hem olumlu hem olumsuz niteliklerinden bahsetmek mümkün. Olumlu niteliği, çocuklarını yetiştirirken belki dikkat edeceği hususlar konusunda kendisine bazı enformasyonlar aktarılıyor. Ama olumsuz niteliği de, eğer belli alanlarda uzman değilseniz, yarım yamalak aktarılmış olan bu bilgiler, neticede sizi çok da uygun olmayan yöntemlere baş vurmaya sevkedebilir. Erkeklere gelince, onlar kamusal hayatın içinde daha fazla bulunan bir sosyal zemin üzerinde hayatlarını sürdürüyorlar. Akşamları eve yorgun argın gelen tipik erkeğin, kanepeye uzanıp kumanda ile kanal kanal dolaşıp, yarı baygın vaziyette diyeyim, tam net ne denildiğini kavramayan ama yine de yarım kulak dinlediği bir tarzda televizyonu izlediğini hayal edelim. Böyle bir aktarım çerçevesinde, televizyondaki enformasyonu seçici bir şekilde alacak, kendi kafasında hayata ilişkin arzuları, korkuları, kaygıları çerçevesinde, televizyonun aktardığından öte farklı bir kolaj oluşturacaktır. Burada da aile değerleri ile çelişen kimi eğilimlerin, potansiyel olarak tıpkı kadınlar gibi erkeklerin de karşısında durduğundan söz edebiliriz. Yine tüketime yönelik tutumlar söz konusu olabilir. Tüketime yönelik tutumlar hem kadın, hem çocuk, hem de erkekler için tabiatıyla son derece önemli. Reklamların şüphesiz ürün satışını artırmak için çok parlak imajlar çerçevesinde ürünleri sunmaları, ürünlerin kendi fonksiyonlarının ötesinde ontolojik bir anlamla insanlara iletilmesi sonucunu doğuruyor. Ve bir yoksunluk duygusu da doğuruyor.
Yani onları tükettiğin zaman mutlu olabileceksin imajı oluşturuluyor diyebilir miyiz?
Şüphesiz. Bu kapitalist üretim ilişkileri içerisinde insanın varolma biçimi, tüketim üzerine kurulu. Ne kadar çok malın mülkün varsa, ne kadar çok tüketebilir- sen, o kadar güçlü bir kimliğin, kişiliğin teşekkül etmiş oluyor. Öyle bir kavrayış var arkasında. Maddî olanın oluşturduğu ontoloji diyebiliriz buna. Bir insana kim olduğu sorulduğunda veya kendisinden bahsetmeye başladığında, dünyaya nasıl baktığı, nesneleri nasıl gördüğü, hangi hayalleri kurduğunu anlatmaz da evinden, arabasından, villasından, almış olduğu kıyafetlerden bahsetmeye başlar. Bu anlatım emtia ile olan ilişkisini, bir kimlik ilişkisi gibi gördüğünü ortaya koyar. Tüketme tutkusunun böylesine kapitalist ontolojiye doğru inmesi, şüphesiz aile bireyleri arasındaki ilişkiyi yıpratıcı bir etki yaratır. Çünkü bu durumda baba olsun, anne ve çocuklar olsun, ailenin ihtiyaçları çerçevesinde bir tasavvurla harcama listesini belirlemiyor. Bir kimlik, bir varoluş biçimi, bir tüketme tutkusu çerçevesinde ve kendi taleplerini önceleyen bir tarzda tüketmek istediğinde, bu da aile bireyleri arasında ge- rilimlere ve tartışmalara neden oluyor.
Hocam biraz da medyanın sunduğu eğlence ve mahremiyet anlayışlarının, hem bireysel yaşantımız hem de aile yaşantımızda, eğlence ve mahrem anlayışlarımızı nasıl etkilediği üzerinde duralım isterseniz. Ayrıca mahremiyetin dönüşümünde medyanın etkileri nelerdir?
Mahremiyetin dönüşümü yine modernlikle ilişkili. Richard Sennet’in ifadesiyle, artık kamusal olanın yerini özel olana bıraktığı bir durum söz konusudur. Herkesin kamusal birtakım referanslar ve parametreler çerçevesinde hayata bakmaktan daha çok mahrem olanı öne çıkartıp, özel olanı kamusal alana sürerek öyle baktığı, yeni bir dünyanın ortaya çıktığından bahsediyor Sennet. Türkiye’de bunun örneklerini görmek mümkün. İnsanların kamusal performanslarına ilişkin değerlendirmeler yapmaktan çok daha önce özel hayatlarındaki karakteristikleri, özel hayatlarındaki tutumlarını öne çıkartıyoruz. Bu netice, özel hayatların kamusallaştığı bir iklim oluşturuyor.
Medya herkesin bildiği herkesin haberdar olduğu, toplumsal onaydan geçmiş olan enformasyonu aktarmakta herhangi bir anlam görmez. Bunu aktarmanın izleyici toplamayacağını bilir, izleyiciyi toplayacak olan kışkırtıcı olandır, farklı olandır, insanların mahremiyetlerine dokunandır. Nitekim şu tür programlar çıktı: Karı koca beraber televizyona çıkıyorlar ve karşılıklı birbirlerine suçlamalar yöneltiyorlar, kendi mahremiyetlerini ortaya döküyorlar. Ama insanlar da bunu inanılmaz izliyor. Bu tarz bir programcılık çok izleyiciye ulaştığı gibi, aynı zamanda bu kadar izleyiciyi bir araya getirdiği için de, reklamcılar için son derece uygun bir tüketici kitleyi oluşturuyorlar. Doğrusu hiçbir mahremiyeti olmayan, her şeyi ortaya dökülmüş, her şeyi tartışılabilir, esasen hiçbir kutsallığı bulunmayan, her şeyin akılla analiz edilebilir olduğu bir aile ilişkisi ben düşünemiyorum.
Kutsallık derken ne kastettiğinizi biraz açar mısınız hocam?
Kutsallık derken, insanların kendi akıl yürütmelerini aşkın bir anlamın onları bir araya getirmesini, artık didiklenmeyen, artık akıl yürütülmeyen, artık bir noktadan itibaren böyle olduğu kutsal bir şekilde onaylanmış bir değerler dizgesini kastediyorum. Meselâ bütün aileler nihaî noktada, kendilerini dinî anlamlara atfederler. Yani kabile hayatında da böyledir, Hıristiyan, Yahudi, İslâm dünyası için de böyledir.
Yani kutsal bir arka plânı mı kastediyorsunuz?
Tabi bir kutsal arka plân. Yoksa aile, aile ilişkilerini oluşturma duygusu, düşüncesi piyasa şartları içerisindeki rasyonellikle ele alınıp değerlendirilebilecek ve böylece tüketilebilecek bir şey değildir. Çünkü insanlar bakkallarıyla, süpermarketleriyle böyle bir ilişki kurmazlar. Bir piyasa aklı çerçevesinde ilişki kurarlar. Ailenin de böyle olduğunu düşünün. Yarın eşiniz hasta olduğunda çekip gidersiniz. Çünkü ona artık has- tahane veya başka birileri bakacaktır. Sizin ona yönelik bir sorumluluğunuz olamaz. Niye hayatınızı heder edeceksiniz. Geçmiş yıllarda yaşanmış olanları bir kalemde silebilirsiniz. Sürekli aynı süpermarkete gittiğinizde bile bir parça duygusallık oluşur. Ama yine de piyasa aklı galip gelir. Eğer üç kuruş fazlaya sattığını farkederseniz, acımasız bir biçimde marketinizi değiştirirsiniz. Aynı şekilde insan, ailesini değiştirebilir mi? Hiçbir moral değeri, hiçbir karşılıksız tutumu, tavrı hesaba katmaksızın her şeyi piyasa rasyonelliği çerçevesinde düşünerek aile oluşturulursa, netice de aile de çok kolay değiştirilebilir.
Son zamanlarda belki bu yüzden boşanmalar artıyor.
Şüphesiz boşanmalar artarken burada piyasanın o çok övülen, piyasaya ilişkin rasyonelliğin çok iyi olduğuna yönelik değerleri aktarma tarzının da, burada etkili olduğunu düşünüyorum. Piyasa her şey için iyidir, kamusal hayat için, insanlar için iyidir tarzındaki o genel bakış aslında modernliğin, kapitalist üretimin bu genel bakışı, şüphesiz insanların özel hayatlarına da nüfuz ediyor ve neticede onlarda da değerlere ilişkin böyle bir dönüşümün önünü açıyor.
Eğlence konusuna gelince: Şüphesiz insanların eğlence alışkanlıkları da zaman içinde değişiyor. Meselâ bir sayfiye şehrine tatil için gitmek, veya yurt dışına tatil için gitmek, 50’li -60’lı yıllarda Türk insanının çoğunluğunun gündeminde olmazdı. Tatil denildiğinde akıllarına meselâ ana babalarından uzaktaysalar, onların yanına gitmek gelirdi. Yahut da arkadaşlarına, komşularına giderlerdi. Böylesine bağımsız bir tatil alışkanlığının ortaya çıkması, bir eğlence tarzı olarak yeni bir şeydir. Yine hafta sonları mutlaka bir eğlence mekânına gitmek şeklindeki eğilim, o da belki 80’li 90’lı yıllardan itibaren yaygınlaşmaya başladı. Daha geniş bir toplumsal kesime hitap etmeye başladı. Tüm bunlar aslında, hem gazeteler hem de televizyon programları marifetiyle çok öne çıkartılıyor.
Tatil bir ihtiyaç olarak algılanıyor artık ve empoze ediliyor diyebilir miyiz?
İhtiyaç kavramının kendisi ilişkiseldir. Almış olduğumuz enformasyon, bize ihtiyacın ne olduğu konusunda bir fikir verir. Toplumsal, sınıfsal konumlarımız aynı zamanda bize ihtiyaç konusunda fikir verir. Tabii ki insanlar yorgun düştüklerinde tatil yapmak isteyebilirler. Ama bunu nasıl kavrıyorlar? Bunu görme biçimleri nedir? Diyelim ki illâ bir yere gidip kumda uzanmak ve denize girmek yerine, insan evine çekilip kitap okuyarak ve bir şeyler yazarak da tatil yaptığını düşünebilir. Birtakım başka hobileri ile uğraşarak da tatil yaptığını düşünebilir. Meselâ Osmanlı sultanlarının hepsinin hiç ihtiyaçları olmadığı halde hobileri vardı. II. Abdülhamid Han’ın marangoz olduğunu biliyoruz. Şimdi bugün medyanın bu konudaki rolü şu oluyor: Medya hem birtakım ihtiyaçlar ortaya çıkarmakta, hem de onların karşılanması için insanları motive etmekte önemli bir işlevi yerine getiriyor.
Son bir soru daha yöneltmek istiyorum hocam. Modernleşme, genel anlamda globalleşme tüm dünyada birey, aile rolleri ve algılamalarını az çok etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Önceleri ’masum’ olarak algıladığımız tekniğin ithalinin, felsefesini de beraberinde getirdiğini artık biliyoruz. Tüm girdiler bir arada toplumu değiştiriyor. Sosyal değişimin kaçınılmazlığı bir olgu. Bununla birlikte ’biz kalarak değişmek’, yabancılaşmadan değişmek için neler yapılmalı?
Bu çaba zaten sarfediliyor. Çeşitli yazılar, toplantılar, tartışmalar, yayınlar, hatta gariptir medyanın da desteği ile bu çabalar sürdürülüyor. Böyle bir çabanın varlığı kendiliğinden zaten ortaya çıkar. Hiçbir toplum küt diye değişmez. Kendisine ilişkin kimi anlamları, unsurları muhafaza etmek ister. Bir süreklilik sağlamak ister. Dolayısıyla nasıl biz kendi kişisel kimliğimize ilişkin sürekli geçmişi güncelleyerek ileriye doğru yürüyorsak, toplumlarda bir bakıma kendi kollektif kimlikleri için böyle yaparlar. Modern teknoloji her ülkenin kültürel atmosferine aynı biçimde girmiyor. Hatta kimi zaman ilginç direniş örnekleri görüyoruz. Gerçi kimi beyaz eşya satıcıları bundan memnun değiller. Meselâ şöyle demişlerdi bulaşık makinesi satıcıları: ’Kardeşim adamlar salça kaynatıyor bulaşık makinesinde. Çamaşır makinesinde sebze yıkıyor!’ Bunları küçük ve esprili direnişler olarak görüyorum. Biraz da latife olsun diye bunları söyledim. Neticede bu ’biz kalmak’ deyiminin de, bir tarihe tabi olduğunu unutmamak gerekiyor. Buradaki ’biz’i, dedemle beni aynı homojen yapı içerisinde toparlayan bir ’biz’ olarak düşündüğümde, bir farklılaşmayı da kapsayan bir ’biz’ olarak hayal etmemiz gerektiğini söylemeliyim. Hep bir sabiteler dizgesi, bir değişmez öz çerçevesinde bir biz değildir. Bu telâş edilecek bir durum değildir. Tabii ki değişeceğiz, kendimiz de değişiyoruz. Burada yapılması gereken bence şudur; hesabı kitabı olmayan, daha çok fanta- ziye ve imajlara yönelik değişim, köksüz değişim projelerine karşı tabi ki toplumun teyakkuz durumunda olması gerekiyor. Ama diğer taraftan hem teknolojinin girişi, hem küreselleşmenin getirdiği birtakım sonuçlar çerçevesinde birtakım değişimlerin kaçınılmaz olduğunu görmek, hem de bu işin mümkün olduğu ölçüde sosyal mühendisliğini yapmak için kolları sıvamak ve hiç şüphesiz bunu da gerçekleştirebilmek için kendi tarihimiz, geçmişimiz, hayatımız üzerine bir entelektüel arka plân oluşturmamız gerekiyor. Ama bu arka plân çok hamasi retorik düzeyindeki bir dille oluşturulacak olursa bu bizi korumaz, bu bizi kurtarmaz. Burada daha muhakeme edilebilir, daha eleştirel bir şekilde bakılabilir bir tarihsel okumayı, değerlere ilişkin bir okumayı kastediyorum, insanlara bir şey anlatmayan, hamasi ve gündelik hayat için nasıl kullanılacağı, nerede işe yarayacağı tartışmalı bir diskurun işe yaramayacağını söylemek istiyorum.