Makale

DİNDARLIĞIN ENTELEKTÜEL ve SOSYAL BOYUTLARI

DİNDARLIĞIN ENTELEKTÜEL
ve SOSYAL BOYUTLARI

Doç. Dr. Burhanettin Tatar
OMÜ İlahiyat Fakültesi

İslâmî anlamda dindarlığın entelektüel ve sosyal boyutlarını keşfedebilmek için ilk dindar olan Hz. Peygamber’in durumuna kısa bir göz atmak gerekmektedir. Hz. Peygamber’de dindarlık vahyin anlaşılması, gereğinin yerine getirilmesi ve toplumlara aktarılması sorumluluğunu üstlenmek şeklinde tezahür etmiştir.
Sorumluluk bilincinin yönlendirdiği bir dindarlığın en seçkin örneği olan Hz. Peygamber, ’teslimiyetçi dindar’ tiplemesiyle pek uzlaştırılamayacak tavırlar sergilemiştir. Hz. Peygamber her şeyden önce, kendisini Kur’an metni karşısında sorumlu bir dindar olarak görmüştür. Çoğu kez Cebrail’in ağzından gerçeği dinleme hadisesi içinde tezahür eden Kur’an metni karşısındaki ilk sorumluluğu, onu işitme, yani işiterek anlama sorumluluğudur, işitmek; ötekine kulak vermek, bilinenden farklı olanı dinlemek, ötekinin sözü açısından kendi durumunu, bilgisini yeniden gözden geçirmektir. Kısacası işitmek veya işiterek anlamak, anlaşılan sözden hareketle kendisi ile kendi durumu, konumu ve ortamı arasına bir entelektüel (zihinsel) mesafe koymaktır.
Vahiy metni, Hz. Peygamber’in kendisi ile içinde bulunduğu ortam arasına entelektüel (zihinsel) bir mesafe koymasını ve bu mesafeden hareketle şirk sistemini eleştirmesini mümkün kılmıştır. Hz. Peygamber’de dindarlığın entelektüel boyutu öncelikle ’zihinsel bir mesafe koyma’ süreci olarak tezahür etmiştir. Zira mesafe konulamayan şey, zaten kişiyi kendi sınırları içinde tutsak etmiş bir şeydir. Entelektüel dindarlık ise öncelikle kişi ile kişiyi çevreleyen şeyler arasında zihinsel bir mesafenin açılması ve açılan mesafeden hareketle, bu şeylerin yeniden gözden geçirilmesini gerektirir.
Hz. Peygamber’in hadislerine bakıldığında entelektüel mesafe koyma’ çabasının yalnızca kişi ile kişiyi çevreleyen şeyler arasında değil, daha temele inilerek kişinin kendi içinde bir mesafe oluşturma çabasına dönüştüğü görülmektedir. İslâmî literatürde "nefisle mücadele" veya "nefis muhasebesi" başlıkları altında irdelenen bu konunun en çarpıcı örneği Hz. Peygamber’in bir savaş sonrası ganimet paylaşımı sorununa işaretle, "küçük cihattan büyük cihada doğru gittiklerine" dair sözünde bulunabilir. Bu sözün işaret ettiği entelektüel dindarlık anlayışını şöyle dile getirebiliriz: Kendi içinde entelektüel mesafe açamayan kişi, kendi duygularına tutsak olmuş kişidir. Oysa yapılması gereken şey, neyin olup bittiğini görebilecek şekilde duyguların üzerine çıkabilmektir.
İslâmî dindarlığın entelektüel boyutu en temelde kişinin kendi içinde mesafe açabilmesi ve bu mesafeden hareketle kendi düşünce, niyet, davranış ve duygularını gözden geçirebilmesidir. Kuşkusuz bu yaklaşım, meşhur Sokrat- çı "kendini bil!" ilkesini çağrıştıran bir nitelik arz etmektedir. Şayet entelektüel olma, eleştiri gücüne sahip olma ve teslimiyetçilikten uzaklaşma ise, bu öncelikle kişinin kendisini eleştirebilme gücüne sahip olmasıyla gerçeklik ve doğruluk kazanabilir. Yukarıda dile getirdiğimiz "nefisle mücadele" veya "nefis muhasebesi" tabirleri en yüksek entelektüel tutumu, yani kişinin kendisini eleştirebilme yeteneğini kazanmasını ifade eder.
Kur’an metninin bu en yüksek entelektüel tutumun kazanılması noktasında Hz. Peygamber’e yol gösterdiğini biliyoruz. Bunun en bilinen örneklerinden biri, İslâmî önde gelen müşriklere anlatma çabasında iken, kendisine yaklaşan ama ikinci plâna atması sonrasında inen ve Hz. Peygamber’i bu konuda uyaran ayetlerdir.
Kuşkusuz Kur’an’ın işaret ettiği bu en yüksek entelektüel tutum, kişinin kendisi ile ilgili sağlam bir sorumluluk bilincini kazanması için elde etmesi gereken bir tutumdur. Kur’an’ı işiterek anlama yani Kur’an’ın sözüne kulak verme ile kişinin kendini anlaması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Şayet entelektüellik en yüksek anlama düzeyine erişmek ise, bu ancak kişinin yüzleştiği metinler yani ötekinin sözü aracılığıyla kendisini en yüksek düzeyde anlamasıyla gerçekleşebilir. Dışarıda olup biteni en yüksek düzeyde anlamaya çalışırken kendisine kapalı olan, kendisini fark etmeyen bilinç, yalnızca olup biten içinde kendini kaybetmiş bir bilinçtir. Entelektüel olmak ise, bilincin kendisini asla olayların akışı içinde yitirmemesidir. Bu, olup biteni fark ettiği kadar, kendisini de fark eden bilinç için mümkün olabilecek bir husustur.
Geldiğimiz bu nokta, dindarlığın entelektüel boyutu ile ilgili olarak bazı önemli sonuçları kendisinde barındırmaktadır. Entelektüel dindarlık, dinî duygular içinde hapsolmak, bireysel inançlar içinde kendini yitirmek değildir. Tam aksine, entelektüel dindarlık duyguların üstüne çıkabilen bir bilinçlilik durumuna erişmek ve bu bilinçlilik içinde kendi duygularını, niyetlerini, eylemlerini ve dışarıda olup biteni fark edebilmektir. Daha açık olarak söylersek, dindarlığın entelektüel boyutu, bilincin gerek duyguların gerekse dışarıda olup bitenlerin içinde kendisini yitirmeksizin yön tayin edebilmesi ve nereye gitmesi gerektiği hakkında karar verebilecek bir düzeye erişmesidir. Teslimiyetçi dindarlık ise, bunun aksine, yön tayin edecek yetenekten yoksunlaşmak ve olup bitenlerin akışına kendini kaptırmaktır.
Hz. Peygamber’in vahyin gereğini yerine getirme sorumluluğu ve bunun için gereken en uygun araçları ve ortamları seçebilmesi, entelektüel dindarlığın pratik karakterine işaret eder. Entelektüel dindarlığın teorik boyutu, yukarıda dile getirdiğimiz, mesafe açma ve yön tayin edebilme; pratik boyutu ise açılan mesafe içinde ne yapabileceğini görme ve doğru olan yöne ilerlemek için gereken vasıtaları oluşturabilmektir.
Hz. Peygamber’in vahyi toplumlara aktarma sorumluluğu ise dindarlığın sosyal boyutunun temelini gösterir. Şayet dindarlık, ötekine kulak verme, farklı olanı fark edebilme süreci içinde gelişiyor ve teslimiyetçi dindarlığın aksine içe kapanıklığı reddediyorsa, bu durumda dindarlık bireysel bir hadise değil aksine paylaşılan, katılımı gerektiren bir şey haline gelir. Dindarlık, kişinin kendi başına geliştirebileceği ve devam ettirebileceği bir tutum değildir. Aksi halde ıssız bir adada tek başına yaşayan dindar tipinin bir gerçekliği olması gerekirdi (Ibn Tufeyl’in, Hayy bin Yakzan tiplemesinde olduğu gibi). Oysa böylesi bir adada tek başına yaşayan insanın dindarlığı, tıpkı ahlâklı olması gibi, anlaşılmaz bir şey olarak kalır. Dindarlık, daima bir topluluk içinde ve kişinin kendisi kadar, toplum karşısında da sorumlu olduğunun bilincine erişmesiyle gerçekleşen bir süreçtir. Hele Mekke gibi bir kozmopolit toplum içinde ortaya çıkan ve kısa bir süre sonra yeni bir Medine toplumunun oluşumuna yol açmış olan İslam’ın, dindarlığı toplumsal bir süreç olarak ele almaması imkânsızdır. İslâm için sosyal boyut, dindarlığın olmazsa olmaz şartlarından biridir. Aksi halde Hz. Peygamber’in dindarlığının neden hep bir toplumsal hadise olarak cereyan ettiğini anlamak imkânsızlaşır. Hz. Peygamber için Kur’an vahyinin toplumlara aktarılması, yalnızca bir sözün başkalarına aktarılması değildir. Belki daha doğrusu, dindarlığın toplumsal bir hadise olarak süregitmesini sağlamak ve dindarlığı paylaşılan ve paylaşıldıkça artan bir sürece dönüştürmektir.