Makale

Kur’ an’ da Aile Kurumu

Kur’ an’ da Aile Kurumu


Prof. Dr. İsmail Hakkı ÜNAL*


GİRİŞ

Toplumsal hayatın en temel birimi, sosyal yapının çekirdeği olan aile insanlık tarihiyle yaşıt bir kurumdur. Bu kurumun kökeniyle ilgili farklı sosyolojik ve antropolojik açıklamalar bulunsa da Kur’ân’a göre ilk insan yalnız bırakılmamış, Hz.Adem’in yanı sıra eşi de yaratılmıştır. “Ey Adem! Sen ve eşin(zevcin) cennette kalın” buyuran Allah böylece, Adem’in eşiyle beraber bir aile oluşturduğuna da işaret etmektedir.
İki cinsin birbirine ilgi duyması hem yaratılışın gereği, hem de nesillerin devamının ön şartıdır: “Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı saygılı olun…” “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda sevgi ve rahmet var etmesi Onun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen toplum için dersler vardır.”
Zina başta olmak üzere, bütün gayrı meşrû ilişkileri yasaklayan Kur’an-ı Kerim bekarların evlendirilmelerini emretmiş, evlenme imkanı bulamayanların ise evleninceye kadar iffetlerini korumalarını istemiştir. Zinaya düşmelerini önlemek için hür kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyenlerin inanmış cariyelerle evlenmelerini tavsiye etmiş, o cariyelerin de iffetli olmalarını şart koşmuştur.
Kur’an, birbirleriyle evlenmeleri yasak olan kişileri Nisâ sûresinin 22. ayetinde saymış, cahiliyye devrinde mübah sayılan üvey anneyle evlilik ve iki kız kardeşi bir nikahta birleştirme uygulamasını yasaklamıştır. Bu bağlamda Kur’an Müslümanların, müşrik erkek ve kadınlarla evlenmelerine de yasak getirmiştir.
Çok kadınla evliliğin (polygamy) yaygın olduğu cahiliyye dönemi Mekke toplumunda kadının statüsü genelde iyi olmasa da aile kurumu geleneksel işleyişini sürdürüyordu. Ancak, Kur’an’da aile kurumu ve bununla ilgili hukûkî düzenlemelere yer veren 200 civarında ayet bir bakıma , bu işleyişin çok iyi gitmediğinin de bir göstergesiydi. Bir başka açıdan Kur’an bu problemlere ciddiyetle eğilip bazen detaylara inen düzenlemeler yapmakla konunun önemini de vurgulamış oluyordu.
Kur’an, çocukların emzirilme süresinden ana-babaya saygıya, aile içi tartışmalardan boşanmaya kadar bize canlı bir aile tablosu sunmaktadır. Bu tabloda baş rol erkeğe aittir. O yüzden Kur’ân’ın evlilik ve aile kurumuyla ilgili hukûkî düzenlemeleri içeren ayetleri okunurken bunların indiği toplum yapısını dikkate alıyor. Öncelikle ataerkil yapıya sahip bir topluma hitap ediyor olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Kur’ân’ın evlenme, boşanma ve aile ile ilgili diğer konuları ele alan ayetleri çoğunlukla, cahiliyye döneminden intikal eden problemlerin halline, bir başka deyişle, bu konuda ne yapılıp ne yapılmaması gerektiğine yöneliktir. Dolayısıyla, ilgili ayetler incelenirken problemlerin yoğunlaştığı konuların belli başlıklar altında ele alınması uygun olacaktır.
1-KARI-KOCA (EŞLER)

Arap toplumunda aileyi korumanın ve geçimi sağlamanın başlıca sorumlusu olan erkek buna karşılık eşinden saygı ve bağlılık bekleme hakkına sahipti. Kur’an buna şöyle işaret eder: “Allah’ın bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınları kollayıp gözetirler. İyi kadınlar gönülden saygılı olup, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık saklı olanı muhafaza ederler…” Buradaki üstünlüğü, insan olma onuru ve haysiyeti açısından üstünlük olarak anlamak Kur’ân’ın savunduğu temel düşünceye aykırı olacağı için bunu, erkeğe koruyuculuk ve reislik sorumluluğunu yükleyen bedensel ve ruhsal yapısının dayanıklı oluşunun bir avantajı olarak yorumlamak gerekir. Burada iyi kadınların özelliği olarak belirtilen saygının, sorumluluğunu bilen kocalara duyulan saygı olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda böyle bir erkeğin de eşine karşı sevgi ve şefkat göstereceği, ya da böyle bir ailede karşılıklı sevgi ve saygının egemen olacağı açıktır.

a) Boşanma öncesi kadına yönelik uygulamalar
Ayetin devamında sorumsuz davranmasından (nüşûzundan) korkulan kadın için erkeğe sırasıyla bazı alternatifler sunulmuştur: 1.Öğüt vermek. 2.Yataklarından ayrılmak. 3. Dövmek. Bu seçeneklerin o günkü ataerkil ve çok eşli aile yapısıyla sıkı ilişkisi olduğu açıktır. Şöyle ki: Erkek, ailenin reisi olarak önce karısına öğüt verecektir. Bu fayda vermezse onu yatağında yalnız bırakıp diğer karısının(ya da karılarının) yanına gidecektir. Tek eşliliğin istisnâî olduğu bir toplumsal yapıda kadına uygulanacak bu cinsel boykot cezasının etkili olacağı tahmin edilebilir. Son olarak, te’dib hakkını kullanarak karısını dövebilecektir. Yani ailenin reisi ve her şeyin sorumlusu olan erkek, çocuklarını nasıl te’dib edip terbiye ediyorsa, eşini/eşlerini de te’dib edip problemi çözecektir. Şayet kadın bu noktada itaat ederse artık aleyhine (ör. boşamak gibi) başka bir yol aramayacaktır.
Bu çözüm ve cezalandırma biçimlerinin Kur’ân’ın indiği dönemin toplum ve aile yapısını doğal olarak dikkate aldığı görülmektedir. İşte bu yüzden koca sorumsuz davranırsa (nüşûz ederse) ve karısına ilgi göstermezse, o toplumsal yapıda, kadının erkeğe uygulayacağı yaptırımlar çok sınırlı olduğu ve kadın kocasını yola getirecek bir fizîkî güce de sahip bulunmadığı için ancak anlaşma ve barış yolunu seçebilecektir. Görüldüğü üzere Kur’an toplumsal realiteyi dikkate almakta, erkek ve kadının aile içindeki pozisyonlarını göz ardı etmemektedir. Ancak bu kabul var olanı olduğu gibi onaylamak değil, o dönemde tashihe gerek görülmeyenleri olduğu gibi bırakmaktır. Dolayısıyla, Kur’ân’ın literal anlamından hareketle, günümüzde ancak eşlerin karşılıklı konuşup anlaşarak (erkeğin tek taraflı öğüt vermesiyle de değil) çözebilecekleri veya çözemiyorlarsa sonunda mahkeme yoluyla boşanabilecekleri bir konuda kadının dövülebileceğini savunmak, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamberin mesajını doğru anlamamak demektir. Bu ayetlerden çıkartabileceğimiz en önemli sonuç, aile içi anlaşmazlıkların boşanmaya varmadan çeşitli yöntemlerle halledilmesidir. Bu yöntemlerin zaman ve zemine göre farklılık göstermesi gayet tabiidir. Nitekim Nisâ sûresinin 35. ayetinde başka bir yöntem şöyle önerilmektedir: “Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Eğer onlar düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur. Allah bilendir, haberdardır.”

b) Miras
Cahiliyye arap ailesinden İslam’a intikal eden ve Kur’ân’ın müdahil olduğu bir problem de kocası ölen kadına zorla mirascı olma meselesidir.Abdullah b. Abbas’ın açıklamasına göre, “Araplar arasında biri öldüğü zaman, velilerinin adamın malı üzerinde hakları olduğu gibi karısı üzerinde de hakları vardı. İçlerinden birisi (ya da kadının üvey oğlu) ölenin karısıyla evlenir yahut kadını başkasıyla evlendirip mehir alır veya hiç evlendirmez evde alıkoyardı. Mirasçıların bu kadın üzerinde, kadının kendi ailesinden daha çok hakkı vardı.” Nisâ sûresinin 19. ayeti bunu, “ey inananlar! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal değildir” diyerek yasaklamaktadır. Burada kadının mallarına olduğu kadar kendisine mirasçı olmak da söz konusuydu. Başka bir yoruma göre ayetin anlamı, “kadınlar istemediği halde onları evlenmekten alıkoyarak mallarına varis olmanız size helal değildir” şeklindedir. Ayetin devamında, “apaçık bir edepsizlik (zina, fuhuş) yapmadıkça onlara verdiğinizin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın” buyrulmaktadır. Burada, eşlerinden hoşlanmayarak ayrılmak isteyen erkeklerin, onlardan açık bir edepsizlik görmedikçe verdikleri mihri geri almak için onları sıkıştırmamaları istenmekte, “onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir” buyurularak çok ciddi bir sorun olmadıkça erkeğin eşini boşayarak aile yuvasını dağıtmaması istenmektedir. Bir eşin yerine başka bir eşle evlenmek isteyen erkek, eski eşine mihir olarak bir yük altın vermiş olsa bile onu geri alamayacağı için onlara iftira (zina isnadı gibi) ederek mihrin bir kısmını geri almayı düşünebilecektir. Onun için ayet, “onu (mihri) iftira ederek ve açık günah işleyerek mi alacaksınız?” uyarısında bulunmaktadır. Çünkü, kadına güvence olarak verilen mihir, bir süre birlikte yaşanılan aile ortamının (kadından kaynaklanmayan bir sebeple) bozulmasıyla geri istenecek bir şey değildir.


c) Boşanma veya boşama yetkisi
Kur’an’da aile kurumuyla ilgili olarak en çok temas edilen konunun boşanma olduğu söylenebilir. Bu, bir bakıma bu noktada önemli bir problemin varlığına da işaret etmektedir. İlgili ayetler incelendiğinde boşanma fiilinin öznesi erkek, nesnesi ise kadındır. “Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz…” ayetindeki hitabın doğrudan erkeklere yönelik olması buna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, “erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu, ancak erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarının bir derece fazla olduğunu” belirtmektedir. Erkeğin antropolojik yapısının güçlü olması nedeniyle kadını korumasından ve ailenin geçimini ve sorumluluğunu üstlenmesinden kaynaklanan bu hak fazlalığı, boşama yetkisinin temelde erkeğin elinde olmasının sebebini de açıklamaktadır.
Boşama hakkının erkekte olması, kadınların ancak üç talakla kesin olarak boşanabilmeleri, kadının eski kocasına dönebilmesi için başka bir evlilik yapıp ondan boşanmış olması şartı, zıhar, îlâ, hul’, tefvîz-i talak gibi boşama türleri cahiliyye döneminden intikal etmiş örf ve uygulamalardı. Ancak, erkeklerin boşama yetkilerini sık sık suistimal edip kadınları mağdur etmeleri de çok görülen olaylardandı. Böyle bir suistimal olayını Hz.Aişe haber vermektedir. Onun bildirdiğine göre, İslam öncesinde bazı araplar hanımlarını istedikleri kadar boşarlardı. Erkek, boşadığı kadına iddeti bitmeden döner, ancak onu tekrar boşar, bu boşama iddeti içerisinde de aynı şeyi tekrarlardı. Bu böylece belki yüz defa veya daha fazla devam eder, kadın da başka birisiyle evlenemediği için bu işkenceye katlanmak zorunda kalırdı. İşte böyle bir kadının şikayeti üzerine Bakara sûresinin 229. ayeti nazil oldu.
Bu ayet “boşamanın iki defa olduğunu, bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak, ya da güzelce salıvermek gerektiğini, erkeklerin onlara verdikleri şeyleri geriye almalarının helal olmadığını” bildirerek, “bunların Allahın sınırları olduğu, bu sınırları ancak zalimlerin aşacağı” vurgulanmıştır. Boşama hakkının kötü kullanımı Bakara sûresinin 231. ayetinde daha açık bir şekilde tasvir edilmekte ve böyle yapanlar uyarılmaktadır: “kadınları boşadığınız zaman bekleme süreleri (iddetleri) ni bitirdiklerinde ya onları iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları (yanınızda) tutmayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah’ın ayetlerini eğlence yerine koymayın. Allah’ın size olan nimetini ve öğüt vermek için indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayın. Allah’a saygılı olun ve Allah’ın her şeyi bildiğini bilin.”
Kocanın ilk iki boşamadan sonra iddeti içinde kadına dönebilmesi (ric’î talak), üçüncü boşamadan sonra ise, kadın başka birisiyle evlenip boşanmadıkça (ya da kocası ölmedikçe) eski hanımıyla yeniden evlenememesi (beynunet-i Kübra), boşamanın keyfî ve sorumsuz bir iş olmadığını göstermektedir.
Aile içi geçimsizliğin doğurduğu sonuçlardan birisi olan “îlâ”(erkeğin karısına yaklaşmama yemini) da boşanmayla sonuçlanabilecek bir süreçtir. Eskiden beri araplar arasında adet olan ve çeşitli sebeplerle yapıla gelen bu yemini yapan erkeklerin Kur’ân’a göre azami bekleme süresi dört aydır. Ya bu süre sonunda yeminlerinden vazgeçerek eski aile hayatına dönecekler, ya da boşanarak yeni bir hayata yöneleceklerdir. Zira eşine yaklaşmamaya yeminli bir erkeğin, karısını boşamayarak ona eziyet etmeye hakkı yoktur.
Aile birliğinin geçici heveslerle bozulmasına ve özellikle kadının mağdur edilmesine izin vermeyen İslam Dini, cahiliyye döneminde bu amaç için kullanılan zıhar uygulamasını geçersiz saymış, buna yönelenleri kefaretle cazalandırmıştır. Zıhar, erkeğin, karısını anasına benzeterek onu kendisine haram kılması ve tamamen terk etmesidir. Sahabi Evs b. Sabit, karısına kızıp bu sözü söyleyince karısı Havle Hz.Peygambere gelerek, “genç yaşında kocasına hizmet ettiğini, çocuk verdiğini, şimdi ise bu yaşlılık zamanında kocasının zıhar yaparak kendisini perişan ettiğini” söyleyip tekrar kocasına dönebilmesi için bir hüküm vermesini istedi. Hz.Peygamber’in, (geleneğe uygun olarak), “bu durumda kocasına haram olduğunu” söylemesine rağmen kadın ısrar etti, Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu: “ Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir. İçinizden zıhar yapanların kadınları onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan bir laf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlarından zıhar ile ayrılmak isteyip de söylediklerinden dönenlerin, karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna imkan bulamayan kimse temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme) Allah’a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümleridir. Kafirler için acı bir azap vardır.”
Doğrudan Hz.Peygambere hitab eden Talak sûresinin 1. ayeti, boşanıp da iddet bekleyen kadınların hemen kapı dışarı atılmak yerine bu süre içinde evlerinde kalmalarının hakları olduğunu belirtirken, 2.ayeti, “iddeti biten kadınların ya uygun bir şekilde alıkonulup evliliğin devam etmesi, ya da onlardan uygun bir şekilde ayrılınarak, adil iki şahidin tanıklığıyla boşanmanın sağlanması” gerektiğini bildirmektedir. Boşanmayla ilgili en son nazil olan ayetlerden biri olan bu ayette boşanmada iki şahidin bulundurulması emri manidardır. Ancak fakihlerimiz, Nisâ sûresi 35. ayetteki hakem formülünü zorunluluk ifade etmeyen bir tavsiye olarak anladıkları gibi, bu ayetteki şahit bulundurma emrini de ihtiyârî bir tavsiye olarak değerlendirmişlerdir. Böylece Cahiliyye tek taraflı boşama yetkisinin Kur’ân’ın bu konudaki tek seçeneği imiş gibi algılanmasına yol açarak, asırlar boyu genellikle bu çerçevede hüküm üretmişler ve kötü niyetli kocaların suistimaline kapı aralamışlardır. Kur’ân’ın boşanmayla ilgili ayetlerinin farklı seçenekler içermesi, bu konuda tek ve nihâî bir yöntem yerine, şartlara göre değişiklik gösterse bile, iki tarafın haklarını azami derecede gözetecek bir çözümü öngördüğü söylenebilir.
Erkeğin tek taraflı boşama yetkisi yanında, kadının aldığı mihri veya daha fazla bir malı kocasına vermek suretiyle boşanma talebinde bulunabileceği Bakara sûresinin 229. ayetinden anlaşılmaktadır: “…Eğer o ikisinin Allah’ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız o zaman kadının ( boşanabilmek için) verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur.” Fıkıh’ta “hul’” adı verilen bu boşanma türünün bir örneği Hz.Peygamber zamanında görülmüştür. Sabit b. Kays’tan ayrılmak isteyen karısı, mihir olarak aldığı bahçeyi geri vererek ondan ayrılmak istemiş, Hz.Peygamber’in aracılığıyla Sabit bunu kabul ederek karısını boşamıştır.
Karısına zina suçu isnad eden koca, bunu şahitlerle ispatlayamazsa, kendisinin doğru söylediğine dair dört defa Allah adına yemin ederek, beşincide, şayet yalancı ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadın da kocasının yalan söylediğine dört defa Allah adına yemin ederek, beşinci defada, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler. “Lian” adı verilen bu uygulamada eşlerin birbirlerine güveni kalmadığı ve huzurlu bir aile hayatı sürdürmeye imkan bulunmadığı için bazı alimlere göre boşanma kendiliğinden, bazılarına göre ise hakim kararıyla gerçekleşir.
Nasıl ki karısını boşayan koca, iddet bitiminde, boşadığı karısıyla barışarak yeniden evlenmede diğer insanlardan daha çok hak sahibi ise, “boşanmış kadının da, iddeti bittiğinde, anlaştığı takdirde eski kocasıyla evlenmesine engel olunmaması” istenmiş böylece, çocukların durumu da dikkate alınarak, eski evliliğin ve ilk kurulan aile birliğinin devamının önemine işaret edilmiştir.
Kur’an’da aile kurumuyla ilgili ayetlerde dikkat çeken önemli bir kavram da “iddet”tir. Boşanan veya kocası ölen kadının yeniden evlenebilmek için beklemesi gereken süreyi ifade eden iddet, cahiliyye döneminde kocası ölen kadının bir yıl süreyle yas tutması şeklinde uygulanıyordu. Ancak o zaman boşanmış kadınların iddet beklemesi gerekli görülmezdi. Kur’ân-ı Kerim’e göre, çocuk doğurabilecek yaşta olup hamile olmayan boşanmış bir kadının iddeti (bekleme süresi), üç “kurû’” (âdet veya temizlik süresi) kadardır. İki farklı anlama gelen kurû’ (tekili kar’) kelimesini Hanefîler ve Hanbelîler üç aybaşı (âdet) hali olarak anlamışlardır. Buna göre kadın, âdet günleri dışında boşanmışsa üçüncü âdeti bitiminde iddeti tamamlanmış olur. Âdetli halinde boşanmışsa, içinde bulunduğu âdet hali hariç, üçüncü âdetinin sonunda iddeti bitmiş olur. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise kurû’, boşanan kadının âdet dışı günlerini ifade eder. Buna göre, kadın âdet hali dışında boşanmışsa, içinde bulunduğu temizlik süresi dışında iki temizlik süresi daha geçirince iddeti biter. Âdet hali içinde boşanmışsa üç temizlik süresi tamamlanınca iddeti bitmiş olur.
Boşanmış olan hamile kadının iddeti doğumla sona erer. Kocası ölen hamile kadının iddeti de böyledir. Kocası ölen kadın hamile değilse, iddeti dört ay on gündür. Âdetten kesilmiş hanımların veya âdet görmemiş genç kadınların iddet süresi üç aydır. Evlendiği halde zifafa girmeden boşanmış kadınların iddet beklemelerine gerek yoktur.
Kur’ân’a göre iddet beklemenin en önemli sebebi ve esas amacı kadının gebe olup olmadığının anlaşılmasıdır. Bakara sûresinin 228. ayetinde bu husus açıkca belirtilmiştir: “Boşanmış kadınlar üç kurû’ ( aybaşı veya temizlik süresi) kendilerini gözlerler ( beklerler). Eğer Allah’a ve Ahiret Gününe inanıyorlarsa Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz…” Böylece çocuğun babasının kim olduğu kesin olarak belirlenmiş olur. Evlendikleri halde, cinsel ilişkiye girmeden boşanmış kadınlarda iddet bekleme şartı aranmaması da bu hususu desteklemektedir. Ayrıca, iddeti, çocuğunun doğumuna kadar ki süre olan boşanmış hamile bir kadının, örneğin, boşandıktan on gün sonra doğum yapması halinde hiç beklemeden evlenebilecek olması da, sadece belli bir süre beklemenin iddetin esas amacı olmadığını göstermektedir. Talak sûresinin 4. ayetinde, âdetten kesilmiş hanımlar ile henüz âdet görmemiş kadınların iddetinin üç ay olduğunun belirtilmesi de bunu teyid etmektedir. Çünkü ayette, “eğer şüphe ederseniz” kaydı vardır. Müfessirler genellikle bu şüpheyi, bu durumdaki kadınların iddet süresinin ne kadar olacağı konusundaki şüphe olarak yorumlamışlardır. Ayet böyle anlaşılmaya müsaittir. Ancak, konuyla ilgili diğer ayetlerle birlikte ele alındığı ve iddetin Kur’ân’da açıklanan esas amacı da göz önünde tutulduğunda ayette geçen bu şüphenin, “herhangi bir ârızî sebeple âdeti kesilmiş ileri yaştaki kadınların veya menopoz yaşına geldiği halde kendilerinde kan görülen kadınların ve büluğ yaşında olduğu halde âdeti gecikmiş genç kadınların hamileliğinden şüphe ederseniz” şeklinde anlaşılması daha uygun olacaktır. İddet süresinin ne kadar olacağından şüphe etmenin mantığı da, bu durumdaki kadınların -âdet görmedikleri için- iddetlerinin âdet veya temizlik haline göre belirlenemeyecek olmasına dayanmaktadır. Dolayısıyla bu durumda olanların iddet sürelerinin, boşanmış diğer hanımların süresine yakın bir süre ( üç ay ) olarak belirlenmiş olması gayet tabiîdir. Aslında bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için bir âdet halini gözlemek yeterli olabilir. Ancak âdet dışında da kanamaların olacağı dikkate alınarak herhangi bir şüpheye meydan vermemek için kadının arka arkaya üç âdet geçirmesi beklenmiş, bu uygulamada o toplumun kabulleri de dikkate alınmıştır.
İddet beklemenin bir amacı da, bu süre içerisinde eşlerin bir durum değerlendirmesi yaparak yeni bir nikaha gerek kalmadan tekrar birleşip evliliklerine devam edebilmelerine imkan sağlamaktır.. Bu süre bitince, şayet kadın isterse eşler yeni bir nikahla tekrar bir araya gelebilirler. Eşler kabul ettiği takdirde, iddet bitiminden sonra evlenmekte de herhangi bir zorluk olmadığına göre, iddet beklemenin esas amacının hamilelik şüphesini bertaraf etmek olduğu söylenebilir.

2 - ÇOCUKLAR

Aile yuvasının en önemli unsurlarından birisi de çocuklardır. Çocuk aile birliğinin meyvesi, neslin devamının teminatıdır. Kur’ân-ı Kerim, “mal ve çocukların (oğulların) dünya hayatının süsü olduğunu, kalıcı olan yararlı işlerin ise, Rabb’in katında sevapça ve ümit bakımından daha hayırlı olduğunu” bildirir. Bu ayette mal ve çocuklarıyla (özellikle oğullarıyla) övünen kimselere bir uyarı vardır. Çünkü mal ve oğulların çokluğu, özellikle Arap toplumunda güçlü olmanın dolayısıyla gurur ve kibre kapılmanın bir vesilesiydi. O yüzden bazı ayetlerde, “mal ve evlatların bir imtihan (fitne) olduğu” belirtilmiş, imtihanı kazanıp kaybetmede bu iki unsurun önemli rolü olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim hesap gününde, insanların övünüp durdukları “mal ve oğulların değil, kalb-i selim’in fayda vereceği” , “ mal ve çocukları, kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyan insanların ziyanda olduğu” ifade edilmiştir.
Toplumsal gerçekliği dikkate alan Kur’ân çeşitli vesilelerle, inanç ayrılığından doğan aile içi çatışmalara , kardeş kavgalarına , bir babanın üzerine titrediği evladı için çektiği üzüntü ve sıkıntılara temas etmiş, eş ve çocuklarının düşmanca tavırlarına maruz kalan mü’minlere dikkatli olmalarını, fakat affedip müsamaha göstermenin ve bağışlamanın daha hayırlı olacağını belirtmiştir.
Cahiliyye döneminde yaygın olmasa da, bazı Arap kabilelerinde kız çocuklarını diri diri gömme adeti vardı. Bunu onlar, bir gün şerefleri lekeleneceği ve yoksulluk çekecekleri korkusuyla yapıyorlardı. Ayrıca, savaşçı ve geçimi sağlamada iş gücü olarak faydalı olan erkek çocuklar yanında kız çocukların fazla yararlı olmadığı düşünülüyordu. Nitekim Araplar, erkek çocukları olursa sevinir, şenlik yapar, kız çocukları olursa utanır ve adeta suç işlemiş durumuna düşerlerdi. Kur’ân-ı Kerim bunu çok çarpıcı bir şekilde anlatır: “Onlardan biri kız (çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu (utanç) içinde yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek? Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür.”
Kur’ân-ı Kerim, “yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırıyoruz. Doğrusu onları öldürmek büyük günahtır” ayetiyle Cahiliyye Araplarının bu acımasız adetini şiddetle kınamakta ve bunu yapanları “beyinsiz” ve “cahil” (bi ğayri ilm) olarak nitelendirmektedir. Halbuki dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine de hem kız hem erkek çocuk vermek Allah’a aittir.
Kur’ân-ı Kerim, bebeklerin emzirilmesiyle ilgili bir meseleye de temas ederek, tam emzirme süresinin iki yıl olduğunu belirtmektedir. Boşanmayla ilgili ayetlerin hemen devamında geldiği için daha çok boşanmış kadınlarla ilgili olduğu anlaşılan bu ayet, emzirme süresini tamamlamak isteyen baba için bebeklerin iki yıl süreyle annesi tarafından emzirilmesini, bu süre içinde babanın, yoksa onun varislerinin kadının nafakasını ve giyimini temin etmesini öngörmektedir. Baba ile anne anlaşarak, tam süre dolmadan bebeği sütten kesmek isterlerse bunda da bir sakınca yoktur.
Bir babanın oğluna öğütlerini içeren Lokman sûresinin 13, 16-19. ayetleri aile içi eğitimde ebeveynin rolüne işaret eden çok önemli bir pasajdır. Yaşadığı dönem tam olarak bilinemeyen, Peygamber olup olmadığı tartışmalı olan Lokman (a.s.) oğluna verdiği öğütlerle, iman, ilim ve ahlak bağlamında, kişilik oluşumunda hayatî öneme sahip uyarılarda bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in önemine binaen zikrettiği bu öğütler özetle şunlardır: 1. Allah’a ortak koşma. 2. Yaptığın iyiliğin karşılığını Allah mutlaka verir. O çok lütufkar ve her şeyden haberdardır. 3. Namazı kıl. 4. İyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır. 5. Başına gelenlere sabret. 6. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme. 7. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. 8. Yürüyüşünde mutedil ol, sesini fazla yükseltme.
Bazı Peygamberlerin Kur’ân’da yer alan dualarında hayırlı nesil talebinde bulunduklarını görüyoruz. Hz. İbrahim oğlu Hz.İsmail’le birlikte Cenabı Hakk’a yönelerek, kendilerini müslüman kıldığı gibi, nesillerinden de Allah’a teslim olan (müslüman) bir ümmet çıkarmasını niyaz etmişler , İbrahim ve Ya’kûb (a.s.) oğullarına İslam’ı tavsiye etmişlerdir.
Yine Hz. İbrahim, kendisini ve oğullarını puta tapmaktan uzak tutması , kendisini ve neslini namaz kılanlardan eylemesi için Allah’a yalvarmaktadır. Hz.Zekeriyya’nın Allah’dan talebi de hayırlı bir nesilden başka bir şey değildir.

3 - ANA-BABA (EBEVEYN)

Evlilikle başlayan aile hayatı, çocuklarla semeresini verip, karı-kocayı ana-baba haline getirince, olgunlukla çocukluğun, yaşlılıkla gençliğin karşılıklı iletişim ve etkileşim içine girdiği yeni bir dönem başlamış olur. Bu dönem büyüklerin saygı, küçüklerin sevgi ve şefkat ortamında aile beraberliğini pekiştirerek sürdürdükleri bir süreci de ifade etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, geçim korkusuyla çocuklarını öldüren ana-babalara uyarıda bulunduğu gibi, ebeveynine saygıda kusur eden evlatları da uyarmaktadır. Kendisine kulluğun akabinde, ana-baba’ya iyi davranmayı emrettiği ayette Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: “Rabb’in yalnız kendisine tapmanıza ve ana-baba’ya iyi davranmanıza hükmetmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında kocayacak olursa, onlara öf bile deme ve onları azarlama. Onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve ‘Rabbim! Küçükken beni büyüttükleri gibi Sen de onlara acı’ de.” Burada, içinde büyük anne- büyük baba ve torunların da yer aldığı “geniş aile” türüne bir işaretin varlığı da dikkat çekmektedir.
Allah’ın haram kıldığı bazı şeyleri sıralayan Enâm sûresinin 151.ayeti, Allah’a ortak koşmanın, yoksulluktan korkarak çocukları öldürmenin, gizli ve açık kötülüğe ( fevâhış) yaklaşmanın, Allah’ın haram ( hürmetli) kıldığı cana haksız yere kıymanın yanı sıra ana-baba’ya iyi davranmayı da zikretmektedir ki bunun mefhûmu muhalifinden, ana-baba’ya kötü davranmanın da burada sayılan haramlar gibi bir haram olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik ebeveyne iyi davranma emri, Allah’a ortak koşmama emrinin hemen sonrasında yer almıştır. Bu özellik diğer bazı ayetlerde de görülmektedir.
Kur’ân özellikle, annenin doğum öncesi ve sonrasında çektiği sıkıntılara işaret ederek, çocukların ebeveynlerine iyi davranmalarını öğütlemiştir.
Bazı ayetlerde ana-baba’ya itaat şarta bağlanmışsa da, onlara saygı ve iyi muamelede bulunmada herhangi bir şart öngörülmemiştir: “Ey insanlar! Ebeveynin seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin…” Aynı uyarı Ankebût sûresinin 8. ayetinde de tekrarlanmıştır.
Ana-babalar çocuklarını koruyup gözetip, onlar için hayır duada bulundukları gibi, evlatlar da ebeveynleri için hayır duada bulunarak onlara karşı şükran ve minnet duygularını Allah huzurunda dile getireceklerdir. Her gün namazlarımızda okuduğumuz Hz.İbrahim’in şu duası bize bu görevi hatırlatmaktadır: “Ey Rabbimiz! Hesap günü beni, ana-babamı ve mü’minleri bağışla.”

SONUÇ

İslam Dini, fıtratın bir gereği olan evlenmeyi, nesiller yetiştirmeyi ve toplumsal hayatın vazgeçilmez birimi olan aileyi tabiî, gerekli ve önemli saymış, Kur’ân- Kerim’in buyrukları, Allah elçisinin söz ve uygulamalarıyla, karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumlulukların bilincinde olunan mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. İslam’ın öngördüğü meşrû ölçüler içerisinde yaşamak söz konusu olunca, şartları uygun olan veya geçerli mazeretleri bulunmayan gençlerin evlilikten kaçınmaları dinen uygun ve doğru değildir. Bu sebeple, evliliği, olursa olur, olmazsa olmaz türünden ihtiyârî bir iş gibi görmek, Cenabı Hakk’ın hedef olarak gösterdiği, “hayırda yarışan, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran hayırlı bir toplum” idealine ulaşmamıza yardımcı olmayacaktır. Gayrı meşru ilişkilerin alabildiğine özendirildiği günümüz dünyasında kendimizi ve çocuklarımızı korumaya alabileceğimiz en güvenli limanın mutlu bir aile yuvası olduğunda şüphe yoktur.

------------------------------
Nisâ ,1.
A’râf, 19.
Nisâ, 1.
Rûm, 21.
İlgili ayetler için bkz.Nisâ, 15-16; İsrâ, 32; Nur, 2, 3, 30, 31; Furkan, 68.
Nur, 32.
Nisâ, 25.
Bakara, 221.
Bkz. Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam, 1993, V/527-548.
Nisâ, 34.
Aynı ayet.
Nisâ, 128.
Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul-1989, II/234.
Aynı yer.
Nisâ, 19.
Nisâ, 20.
Aynı ayet.
Nisâ, 21.
Nisâ, 20.
Bakara, 228.
Bkz. Cevad Ali, a.g.e., V/548-555
Tirmizî, Talak, 16.
Bakara, 226.
Mücadele, 2-3.
Mücadele, 1-4.

Buhârî, Talak,11.
Nur, 6-9.
Bakara, 228.
Bakara, 232.
Mustafa Baktır, “İhdad”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul-2000, XXI/530.
Bakara,228.
Talak, 4.
Bakara. 224.
Talak, 4.
Ahzâb, 49.
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul (ofset baskı), VII/5066.
Boşanmış hamile kadınların doğuma kadar iddet beklemelerinde bu amaç görülmese de, bu durumdaki kadınların gebelik süresince evlenmeleri uygun bulunmamıştır. Çünkü İslam öncesinde hamileyken boşanıp başka birisiyle evlenen kadının doğuracağı çocuğun nesebi kural olarak yeni kocasına ait sayılır, bu da daha sonra önemli ihtilaflara yol açardı. ( Bkz. H.İbrahim Acar, “iddet”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXI/467. )
Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl, (Mecmau’t-Tefâsîr içinde), İstanbul ( 1320 yılı baskısından ofset), VI/290; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, IX/489.
Büluğ çağına girip en az üç âdet gördükten sonra âdeti tamamen kesilen genç kadınların iddeti konusunda alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. M. Hamdi Yazır, iddetten asıl maksadın haml şüphesini gidermek olduğunu belirterek, bu durumda boşanmış bir kadını, hamilelik süresinden fazla bekletmenin Şâriin hikmetine muvafık olmayacağını söylemektedir. ( Kur’ân Dili, VII/5066)
Nitekim Elmalılı M. Hamdi Yazır da bu hamilelik şüphesine işaret etmiştir: “Bunların iddetleri nasıl olacağını kestiremeyip de müşkil görüyor, işkilleniyor, soruyorsanız biliniz ki onların iddetleri üç aydır.Üç ay beklerler, bu müddet zarfında bir hamil tebeyyün etmezse nihayetinde…” ( Kur’ân Dili,VII/5065).
Talak sûresinin 1. ayeti zımnen buna işaret etmektedir.
Kehf, 46.
Enfal, 28; Teğâbün, 15.
Şuarâ, 88-89.
Münafikûn, 9.
Enâm, 74; A’raf, 83; Hûd, 42-43; Ahkaf, 17.
Mâide, 27-31; Yusuf, 8-15.
Yusuf, 84-86.
Teğâbün, 14.
Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara-1971, s.135.
Nahl, 58-59.
İsrâ, 31.
Enâm, 140.
Şûrâ, 49-50.
Bakara, 233.
Bakara, 128.
Bakara, 132.
İbrahim, 35.
İbrahim, 40.
Âl-i İmran, 38.
İsrâ, 23-24.
Enâm,151.
Bkz., Bakara, 83; Nisâ, 36.
Lokman, 14; Ahkâf, 15.
Lokman, 14.
İbrahim,41.
Âl-i İmran, 110, 114.