Makale

Medine’den MEDENİYETE

Medine’den MEDENİYETE
Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya
Cumhuriyet Üniv. İlâhiyat Fak.

Kur’an’da medine kelimesi, devletten ziyade, coğrafî bütünlüğü tanımlayan “şehir” anlamında kullanılmaktadır. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak; “Şehir (medine) halkı sevinerek geldiler” (Hıcr, 67); “Şehrin (Medine) öbür ucundan bir adam koşarak geldi…” (Yasin, 20) şeklinde ayetler karşımıza çıkar.

Toplumsal Varlık Olarak İnsan
İnsan varlığını/neslini sürdürmek ve en üstün kemâlâtı yakalamak için birçok şeye ihtiyaç duyan bir yaratılışla hayat bulmuştur. Her şeyi tek başına yapması mümkün olmayan insanın, kendisinin özel bir ihtiyacını karşılayacak çok sayıda insana muhtaç olduğu bir hakikattir. Bunun için, o mükemmelliğe ancak birbiriyle yardımlaşan birçok insanın bir araya gelmesiyle elde edilebilir. Zira bu insanlardan her biri başkalarına muhtaç olan insanın özel bir ihtiyacına karşılık verir. Böylece toplumun tamamının bu katkısıyla herkesin varlığını devam ettirmek ve mükemmelliğe ulaşmak için ihtiyaç duyduğu şeyler karşılanmış olacaktır. Nitekim, insanların büyük veya küçük, eksik veya tam insanî topluluklar oluşturarak dünyanın oturulabilir coğrafyasında (ma’mura) bir araya gelmesinin hikmeti de budur. (Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla (İdeal Devlet), açıklamalı çev: Ahmet Arslan, II. baskı, Ankara 1997, 99-100)

İdeal/erdemli şehrin teorisyeni olan Fârâbî, “tek başına yiyecek, giysi ve mesken sorununu çözemediği için doğası itibariyle insan toplumsaldır.” derken, insanın cemaat ve cemiyet mensupluğuna dikkat çekmektedir. İnsanın toplumsal bir varlık olması; ya beşerin bir ferdi olması itibariyle yahut zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için kendi benzerleriyle yardımlaşarak kurduğu bir şehrin veya cemaatin ferdi olmak itibariyledir. Bunun için Fârâbî’nin en büyük topluma (=beşeriyet) orta topluma (=ümmete) ve en küçük topluma (=medineye) verdiği kapasite, kabiliyet ve donanım, yardımlaşma olgusuyla ilgili ve ilintilidir. Onun için küçük yerleşim birimlerinde, yol kenarlarında ve evlerde mevcut olan topluluklar, mükemmel topluluklar değildir ve kusurludur. Zira ismi geçen benzeri topluluklarda insan hayatı için gerekli olan her şey temin ve tedarik edilememektedir.

Bu eksik ve kusurlu topluluklarda sanatlar ve zanaatların çeşitli türlerinin hepsini bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu toplulukların tamamı bir medineye bağlıdır. Tıpkı medinenin ümmete, ümmetin de beşer toplumuna bağlı olması gerçeğinde olduğu durum gibi. Medineye bağlılığın esasını, ekonomik bağlılık oluşturmaktadır. Toplulukların kemâl vasfını, iktisadî bağımsızlık ve özgürlükler simgeler. Mükemmellik özelliği, bu anlamda, hayatta temel ihtiyaçların karşılanması hususunda kendi kendine yeterlilik demektir. O ihtiyaçlarla insan, sosyal bir varlık haline gelmekte ve türdeşlerinin yardımıyla varlığını sürdürebilmektedir.

Fârâbî’nin zihnindeki Medine, temeddün etmiş topluluktur. Daha açık bir ifadeyle “insanların belirli sosyal, fikrî ve dinî bağlarla birbirine bağlandığı topluluktur.” (Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz, çev: Said Aykut, İstanbul 2000, 95-96)

Ömür Kısadır, Sanatlar/Meslekler Çeşitlidir
Sosyal bir varlık olarak insan tek başına yaşayamaz. Yaşasa yaşasa, sıkıntılı bir hayat yaşar. Çünkü o, iyi bir hayat sürmek için pek çok sanatlara ihtiyaç duyar. Tek bir insanın bunu yalnız başına başarması mümkün değildir. Zira ömür kısadır, sanatlar ise, çok çeşitlidir. Bu yüzden her belde ve şehirde pek çok insanın bir sanatla, bir kısmının ticaretle, bir kısmının şehirler kurmakla, siyaset yapmakla, ilim ve öğretimle meşgul olmakla, kiminin, toplumunun çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakla ilgilenmesini zorunlu hale getirmiştir. Çünkü bir evde anne, baba ve çocuklar arasındaki iş bölümü de aynı şekildedir. Herkesin böylesine iş bölümü yapması, insanları çalışmaya, sanatlar üretmeye teşvik etmesi içindir. Böylece her bir insan kendi çalıştığı ve ürettiği şeyin, sarf ettiği emeğiyle orantılı olarak karşılığını alabilir. (İhvânu’s-Safâ, Resâilu İhvâni’s-Safâ ve Hullâni’l-Vefâ, neş: Butros el-Bustânî, Dâru Sâdır, Beyrut, trz, I, 99-100; II, 140-141; III, 308, 375; Filiz, Şahin, “İhvân-ı Safâ Felsefesinde İnsan”, Makâlât, (Kasım) Konya 1999, 57)

Yaratılışı İtibariyle İnsan Medenîdir
İnsanın kendi kendine yeterli olması, iyi bir hayat sürdürmesi ve işlerini hakkıyla yapabilmesi için başkalarının yardımına ihtiyacı bir realitedir. Bunun için filozoflar, yaratılışı itibariyle insanın medenî olduğunu söylemektedirler. Yani, insan mutluluğu elde etmek için çok sayıda insanın bulunduğu bir şehirde, yani medinede yaşamak durumundadır. Bu açıdan her insan, tabiatının bir gereği olarak bir diğer insana muhtaçtır. Dolayısıyla beşer, diğer insanlarla iyi münasebetler kurmalı ve onları içten sevmelidir. Zira insanın özünün gereği budur.

Akıllı ve kendisini bilen insan, nasıl olur da tek başına yaşayabilir? Yalnız olarak yaşamayı tercih eden insan başkalarıyla fazilet alış verişinde bulunamaz. Fazilet, erdem ve zühd, insanlardan uzaklaşarak dağlardaki mağaralara veya çöllerdeki manastırlara çekilmekle elde edilmez. Çünkü insanların ve cemiyetlerin içine karışıp, kentlerde (medinelerde) yaşayamayanlarda iffet, yiğitlik, cömertlik ve adalet gibi ana erdemler temekkün bulmaz. Bununla birlikte o insanlarda bulunan güç ve kabiliyetler bir iyilik veya kötülüğe yöneltilmedikleri için körleşir ve dumura uğrar. Bu yetiler ve melekelerin zayıflayıp, kendilerine özgü işleri yerine getirememeleriyle, insanlar cansız varlıklar ve ölüler haline dönüşürler. Bu halin sonucunda onlar, kendilerini iffetli ve adaletli kişiler zannederler veya öyle zannedilirler. Hakikatte ise onlar iffetli ve adaletli kişiler değillerdir. Diğer faziletler için de aynı durum söz konusudur. Bu erdemlerin zıtları olan kötülükler de ortaya çıkmadıkları zaman, erdemli sanılan insanlar da böyledir. Dolayısıyla erdemler yokluklar değildir; onlar insanlarla birlikte olmak, birlikte yaşamak ve çeşitli toplum ilişkilerinde dahil olmakla zâhir olan iş ve davranışlardır. Ancak biz, insanî erdemleri insanlara birlikte yaşamak onlarla bir arada bulunmak ve onların sıkıntılarına katlanmakla bilir, öğrenir ve elde ederiz. Bu erdemler vasıtasıyla henüz bizim için söz konusu olmayan başka mutluluklar kazanmamız mümkün hale gelir. (İbn Miskeveyh, Tehzibûl’l-Ahlâk (Ahlâkı Olgunlaştırma), çev: A. Şener, İ. Kayaoğlu, C. Tunç, Ankara 1983, 34-35)

Fâzıl/Erdemli Medine
Medine kavramının (el-Medînetü’l-Fâzıla/Erdemli Şehir) üzerinde önemle duran İslâm siyaset filozofu Fârâbî, Yunan siyaset düşüncesindeki site ile devleti bir tutan bir anlayışı benimser. Hakikatte onun milleti (ümmet), siyasî bakımdan farklı, fakat kültürel bakımdan benzer devletler topluluğunu anlatır. (Harun Han Şirvani, İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, çev: Kemal Kuşçu, Ankara trz, 93, 95)

Fârâbî’nin yaşadığı çağda, siyaset filozoflarının “medine” kavramını kullandığı görülmektedir. Bu ifade site kelimesiyle karşılık bulmaktadır. Eski Yunan’da site, devlet yerine kullanılmaktadır. Günümüzde politik ve polis kelimeleri, “site ile alâkalı” anlamlara gelmektedir. (Şirvani, İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, 95)

Topluluk, filozofumuz için, ya aşiret, ya şehir veya bölge, ya büyük bir ümmet ya da bir ümmetler şeklindedir. (Fârâbî, Kitâbü’l-Mille (Din Kitabı), çev: Fatih Toktaş, Divan, sayı: 12, 2000/1, 258) Şu halde “medine” hem şehir devleti, hem de herhangi bir tür örgütlenmiş toplum, etkili bir şekilde yönetilen ve politik olarak bağımsız olan herhangi bir topluluktur. (Ahmet Arslan, “Açıklama ve Yorumlar”, Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla (İdeal Devlet) içinde, II. baskı, Ankara 1997, 243) Medine, en büyük siyasî bir bütün olarak; yani ister geniş, ister küçük (devlet) manasında da kullanılabilir. (Şirvani, İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, 96)

Şehir (medine) ve millet (ümmet) olgularının kendisine önemli ve kapsamlı alanlar/ufuklar açtığı filozof Fârâbî için, aynı amaç ve aynı mutluluğa sahip farklı yerlerde ve coğrafyalarda, birbirinde farklı erdemli şehir ve erdemli ümmetin/milletin bulunması imkân dahilindedir. (Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla (İdeal Devlet), açıklamalı çev: Ahmet Arslan, II. baskı, Ankara 1997, 121)

Peygamber’in Medine’si
Fârâbî’nin medine’si, “faziletli devletin kaynağı” olarak gösterdiği “demokratik topluluk”, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kurduğu “faziletli devletin temelini ve zeminini oluşturan ‘Medine’ şehri”ni anlatmaktadır. (Fahrettin Olguner, Fârâbî, III. baskı, İstanbul 1999, 129)
Nitekim Medine/Şehir, kadîm düşünürler için, insanları barındıran meskeni ve meskenlerin barındırdığı insanların bulunduğu coğrafyayı akla getirir. (Fârâbî, Fusûlü’l-Medenî, neşr: D. M.Dunlop, çev: Hanifi Özcan, İzmir 1987, 36) Ümmet/millet ise, şehir devletinden daha büyük bir birimdir. (Arslan, “Açıklama ve Yorumlar”, 243-244)

Fârâbî’nin ifade ettiği toplumların listesi, şehir-devletleriyle kayıtlı değildir. Bunun yanında “millet devlet”lerinin ve dünyanın meskûn olan tüm bölgelerinin dahil olduğu bir devletin varlığı da söz konusudur. Bu devlet, dönemin Roma İmparatorluğu veya Sasanî İmparatorluğu gibi küresel bir güç olan büyük bir imparatorluğa benzer. (Arslan, “Açıklama ve Yorumlar”, 242-243)

İstişare Eden Peygamber
Çağdaş bazı Müslüman mütefekkirler, Kur’an’da kralların bahsi geçmesinden yola çıkarak krallığın meşru bir idare şekli olduğunu ileri sürerler. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Kur’an’da anlatılan eski peygamber-kral geleneğinin bir halkası ve mensubu olduğunu savunurlar. İfade edilen düşünceler, Eflâtun’un filozof-kral fikirlerinden esinlenerek peygamber-imam kavramını geliştiren Fârâbî’den referans bulmaktadır.

Bu düşünce sahiplerinin unuttuğu veya dikkate almadığı bir yön var ki, o da şudur: Şurâ sûresinin 38. ayeti, Müslümanların işlerini istişareyle çözümlemelerini emretmektedir. Zira Allah’a göre işlerini istişareyle halledenler, İslâm milletini (ümmetini) tasvir ederler. Bu anlamda Hz. Muhammed (s.a.s.), bir peygamber-kral değildir. Zaten o da kendisini böyle bir vasıfla hiçbir zaman tanımlamamaktadır. O kendisini; “Ben ne bir kralım, ne de zorbayım; bilâkis Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (İbn Mâce, II, 101; Hâkim, III, 47-48; Halebî, III, 43) ifadeleriyle tanımlayarak bu tür nitelikleri reddetmektedir.

Halbuki Allah, Davud peygamberi özel olarak kendisinin yeryüzündeki halifesi olarak tayin ettiği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e böyle bir rütbe ve makam vermemiştir. Ancak Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den yapacağı işler hususunda İslâm toplumuna (ümmete) danışmasını istemiştir: “Yapacağı işler hakkında onlara danış, karar verince de artık Allah’a dayan.” (Al-i İmran, 159) Medine’deki İslâm devleti; yaşayan toplulukların üzerinde anlaştıkları, Hz. Peygamber’i hükümet edecek tek idareci olarak seçtikleri ve onu seçilmiş otoritenin en tepesine yerleştirdikleri bir ortak sözleşme sonucunda hayat bulmuştur. (J. Cavid İkbal, “İslâmda Devlet Kavramı”, İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar (ed: Mümtaz Ahmet) içinde, çev: Halim Sırçancı, İstanbul 1997, 63)

Dinlerin Toplandığı Medine
“ ‘Müslim’, İslâma boyun eğdiğini duyuran kişidir; dışa vurduğu, içinde sakladığından farklı olabilir. Çağımızın anlatımıyla, ‘mümin’, Müslümanlığı inanç düzeyinde, inanç yönünden olan kişidir denilebilir. Dolayısıyla ‘ümmet’ içinde, bir ‘vatandaş’tır. Yalnızca ‘Müslim’ ise, Müslümanlığı yeni dini ve devletinin otoritesini tanıma düzeyinde olan kişidir. Medine’de bu ayrımı haklı kılan bir durum söz konusudur: Hem gerçek müminler, ki bunlar Muhacirler ve Ensar’dır, hem de ‘münafıklar’ vardır, ki bunlar da Yesrip halkından dışlarından Müslüman olduklarını söyleyen, ama içlerinde Hz. Muhammed’e ve arkadaşlarına düşmanlık ve kin besleyen bir gruptur. Müslüman olduklarını duyurduklarına göre, bu ‘İslâm’ adı, onları Muhacirler ve Ensar ile aynı ‘ümmet’ (yani millet) içinde toplamaktadır. Bu, müşrik ve Yahudilerden oluşan ‘öteki’ karşılığındadır.” (Muhammed Âbid Câbirî, İslâm’da Siyasal Akıl, çev: Vecdi Akyüz, İstanbul 1997, 182-183)

Farklı din ve inançlara hoşgörü ve toleransla karşılık veren İslâm, Yahudilik gibi hem dinî hem de dünyevî alanları birbirinden ayıran bir din değildir. Böylece sadece ruhanî işleri ele almamış, din ile dünya arasında sağlam bir denge kurmuştur. Bu anlamda orta yolcu bir dindir. İslâm’da iki temel alanın varlığı söz konusudur. Bunlardan birincisi ibadetlere yönelik olanları ihtiva etmekteyken; ikincisi ise toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi ile ilgili alandır. İlk alan Müslümanın Rabb’iyle olan ilişkisiyle alâkalıdır. İkinci alan ise, Müslümanın başkalarıyla ve devletle olan ilişkisiyle alâkalıdır. Her iki alan da bir diğeriyle bağlantılıdır ve tamamlayıcısı konumundadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ilâhî vahyini tebliğ ettiğinde, Medine’de inşa ettiği İslâm devletinin başlangıcını/kuruluşunu da beraberinde getirmiştir. O, hem bir müjdeleyici hem de bir devlet yöneticisiydi. İşte böylece kurulan Medine’yle birlikte büyük, erdemli bir medeniyetin inşâsı ve ihyâsı haber verilmiştir. (Huriye Tevfik Mücahid, Fârâbî’den Abduh’a Siyasî Düşünce, çev: Vecdi Akyüz, İstanbul 1995, 43-44)

Erdemli Medeniyet
İlk nüvesi ve tohumu Medine’de atılan ve birlikle teşekkül eden İslâm medeniyeti, kendisine bağlı olanları, düzenli ve estetik bir yapı içerisinde idare eder. Bu medeniyet, yerli ve yabancı olmak üzere tebaasını (yönettiği halkı) ayrıma tabi tutmaz. Aynı kültürün ve toprağın bir parçası olarak çeşitlilikleri ve farklılıkları büyük bir kazanım ve zenginlik olarak kabul eder; bir bütün haline dönüştürür. Bu anlamda İslâm, bünyesinde bulunan tüm unsurlar için, din, dil, ırk, etnik köken ve renk bölmelerini kaldıran erdemli bir toplum ve uygarlık kuran tevhit medeniyetidir.

Vatandaşlarının inanç ve kültürlerini birbirine çatıştırmayan İslâm, en yüce varlık olan Hâlık’ın vahdaniyetinde toplumunu birbirine bağlar ve kenetler. Bu birlik toplumunu oluşturan en üstün hakikat ise tevhittir. O, inanan için aşkın bir mikyastır. Diğer dinler ve medeniyetlerle karşılaştığında, Müslümanlara rehberlik eden ışık, tevhittir. Ona tabi olanlar kabul edilir ve kucaklanır; reddedenler ise kabul edilmez ve dışlanır.

İslâm medeniyetinin önemli bir esası ise, aklı, ulaşabildiği sınırlara kadar kullanmaktır. Bunun gerçekleşmesi için üç prensibe ihtiyaç vardır. Birinci ilke, hakikatle uyuşmayan her şeyi reddetmektir. Bu prensip, Müslümanı zanna karşı kesin bilgiye yönlendirir. Nitekim Kur’an, doğrulanmamış bilgiyi, zan ve aldatıcı bilgi olarak kabul eder ki, her şeyi bilen (Alîm) bu hali yasaklar.

İkinci ilke, en son aşamadaki çelişkileri reddetmektir. Bu prensip, Müslümanı şüphe ve vesveseye karşı donanımlı ve güçlü kılar. Vahyin en doğru ve kesin bilgi olarak her türlü çelişkinin üzerinde olduğunu bildirir.

Üçüncü ilke ise, yeni ve zıt delilleri kabul edebilmektir. Bu prensip de, Müslümanı tutuculuk ve durgunluk dehlizinden muhafaza eder. Onu, aklını kullanan bir tevazu örneği haline dönüştürür. Bunun sonucunda, her şeyi bilen’in (alîm), en doğru ve en iyinin bilgisine sahip olduğu aşikâr olarak bilinir.

İslâm medeniyetinin önemli bir prensibi de müsamaha ve toleranstır. Bu kapsamda İslâm, Allah’ın insanlara Allah’tan başka ilâh olmadığını ve onların O’na ibadet ve itaate borçlu olduklarını öğretmekte; onları kötülüğe ve sebeplerine karşı uyarmak için aralarında bir peygamber göndermedik hiçbir ümmet bırakmadığını ilân eder. Nitekim, kitabî dinlerin indirildikleri hallerinin esasında, Allah’ın tüm zamanlar için gönderdiği ve geçerli ilân ettiği hanif dini, İslâm bulunmaktadır. Müsamaha, Allah’ın gönderdiği bütün dinlerin ve onlarla beraber görevlendirdiği tüm peygamberlerin varlığını unutmamaktır.

Hz. Adem’le başlayan dünya hayatında razı olmak, bir medeniyeti teşekkül ettiren önemli bir husustur. Tevhit, insana dünyadan kopmayı ve var olanlardan uzaklaşmayı önermez. Tevhit peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gösterdiği şekliyle züht ve takvayı tavsiye eder. Ancak dünyaya kul ve bende olmayı da tümüyle reddeder. Nitekim erdemli insan da ihtiras ve duygularının esiri olmaktan uzak insandır. O, ruhunu, bedenini ve aklını sorgulayan ve rehabilite eden orta yolu seçen, disiplinli kişidir.

Sağlam, kalıcı ve kendisini yenileyen bir medeniyet, ahlâk ve erdemle gerçekleşir. Hakikî medeniyet, dünya ve öte dünyayla çatışmayan, yaşanılan zamanı zihnen sağlıklı değerlendirebilen, aşkın bir ahlâkla donanımlı, disipline ve terbiye edilerek eğitilmiş insanların kurduğu medeniyettir. Bunu gerçekleştirecek yegane olgu, tevhittir.

Evrensel kardeşlik ruhu, her türlü ayrımcı duygu ve düşünceleri yok eder. Tevhit medeniyetinde farklılık ve üstünlük, hayır, rahmet, fazilet ve takvayla gerçekleşir. Bu kardeşlik içerisinde, bir kısım yetenek, beceri ve maharete sahip olanlar, bunlardan yoksun ve mahrum olanlara katkıda bulunurlar; diğer kardeşleriyle mevcut vasıflarını paylaşırlar. Sahip olduklarında gelişme kaydedenler, diğer kardeşlerinin de kendileri gibi olmaları için var gücüyle çalışırlar. Şu halde tevhit; paylaşmak, diğerkâmlık (başkalarını düşünmek) ve îsârdır (kendi muhtaç olduğu halde başkasına vermek).

Bunun için tevhit medeniyeti, insanı tanrılaştırma yönündeki tüm açılımlara karşı tedbirlerini almıştır. Yaratan ile yaratılan arasındaki ilişki, sonlu (fani) ve sınırlı arasındaki farkı belirgin bir şekilde gösterecek vasıftadır. Birtakım sanatlara karşı Müslümanların mesafeli duruşunun altında bu kaygı bulunmaktadır. Ancak tevhit; sanata, güzelliğe, estetiğe ve insanın kendisini geliştirmesine karşı engelleyici bir tavır almaz. Bu kapsamda tevhit toplumu, mutlak güzelliği Cemal’de ve onun vahyedilen Kadîm Kelâm’ında görür. Müslüman sanatçı, kelime-i tevhitten hareketle doğadaki hiçbir varlığın Allah’ı temsil edemeyeceği ve O’na benzemeyeceği bilincini taşır. İslâm sanatı, kelime-i şehadetten de yola çıkarak, tabiattaki güzellik, estetik, ahenk ve düzeni resmeder. (İsmâil R. el-Fârûkî-Luis L. el-Fârûkî, İslâm Kültür Atlası, çev: M. O. Kibaroğlu, Z. Kibaroğlu, III. baskı, İstanbul 1999, 92-105)

İnsana Saygı Gösteren Medeniyet
Sonuç olarak modern küresel paradigma, insanlara yeryüzünde bir cenneti vaat etmektedir. Ancak bu model bir taraftan savaşlarla, nükleer silâhlarla, canlıları ve çevreyi yok ederken; diğer taraftan beşerî değer ve erdemleri de haz ve pragmatizme feda ederek insanların dünyasını cehenneme çevirmektedir. Fakat barış dini İslâm ve onun sevgi peygamberi insanlara mutluluk ve en iyinin gerçekleşmesinin mutlak olduğu cenneti her iki âlemde de sunmaktadır.

Şu halde, İslâm’ı dinî ve ideolojik kaygı ve şartlanmışlık refleksleriyle algılamaya çalışanların iddia ettiklerinin aksine; Hz. Muhammed (s.a.s.) yeryüzüne sevgiyi, barışı, huzuru, hoşgörüyü, toleransı ve farklılıklarına rağmen bir arada kan dökmeden, zulmetmeden yaşamanın ilke ve modellerini sunmuş ve bunu öncelikle kendi hayatında, ailesinde ve yakınlarında uygulamıştır. Dolayısıyla milâdın üçüncü bin yılında, insanlığın aradığı yeni evrensel paradigma onun ortaya koyduğu hayat felsefesinde gizlidir.

Son Peygamber (s.a.s.)’in sözleri ve uygulamaları, insanlık onuruna duyulan saygının gerçekleşmesine, zulüm ve vahşetin engellenmesine yönelik bir kaygının neticesi olarak dünya barışına büyük bir katkıda bulunmuştur. Bu sevgi ve barış selinin sayesindedir ki, onun takipçileri Kudüs’te, Bizans’ta, Endülüs’te ve Balkanlar’da farklı din, dil, kültür, ırk ve etnik kökenden gelen halkları bir arada ve birbirlerini yok etmeden yaşatmış ve yönetmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uygulamalarının kalıcılığı ise, ondan sonra gelen Abbasî, Endülüs ve Osmanlılarca âdil ve eşit bir şekilde en geniş hatlarıyla devam ettirilmiştir. İslâm dünyasının maddî ve manevî zenginliği de bu yönetim felsefesinde saklıdır. Bu anlamda Kutsala ve insana saygı gösterenler, erdem ve değerleri beşeriyete öğreten toplumlar ve ülkeler olacaktır. Kadîm, onların olduğu gibi, gelecek de onların olacaktır.


“İlk nüvesi ve tohumu Medine’de atılan ve birlikle teşekkül eden İslâm medeniyeti, kendisine bağlı olanları, düzenli ve estetik bir yapı içerisinde idare eder. Bu medeniyet, yerli ve yabancı olmak üzere tebaasını (yönettiği halkı) ayrıma tabi tutmaz. Aynı kültürün ve toprağın bir parçası olarak çeşitlilikleri ve farklılıkları büyük bir kazanım ve zenginlik olarak kabul eder; bir bütün haline dönüştürür.”


“İslâm’ı dinî ve ideolojik kaygı
ve şartlanmışlık refleksleriyle
algılamaya çalışanların iddia ettiklerinin aksine; Hz. Muhammed (s.a.s.)
yeryüzüne sevgiyi, barışı, huzuru,
hoşgörüyü, toleransı ve
farklılıklarına rağmen bir arada
kan dökmeden, zulmetmeden
yaşamanın ilke ve modellerini
sunmuş ve bunu öncelikle
kendi hayatında, ailesinde
ve yakınlarında
uygulamıştır.”