Makale

İlim ve Takva Ehli: Ahmet Muhtar Büyükçınar

PORTRE

İlim ve Takva Ehli: Ahmet Muhtar Büyükçınar

Doç. Dr. Durak PUSMAZ

Büyükçınar Hoca eğitim merkezine sabahları erken gelir, o gün okutacağı konuyu veya sureyi açar onun üzerinde derin derin düşünürdü. Bilindiği gibi, Amme cüzündeki sureler Peygamber Efendimize ilk inen surelerdir. Bu sureler genellikle kısa ve veciz olup ihtiva ettikleri manalar geniştir.

1978 yılında İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde düzenlenen II. Dönem Müftü ve Vaizler İhtisas Kursuna katılmıştım. Ahmet Muhtar hocamızla orada tanışmak nasip oldu. Haseki Eğitim Merkezi; Diyanet İşleri Başkanlığımızın ve ülkemizin güzide eğitim kurumlarından biri olup, yurt içinde ve dışında tanınmış, hatta bir marka olmuştur. Büyükçınar hocamız söz konusu Eğitim Merkezindeki güzide hocalarımızdan biri idi.
Haseki Eğitim Merkezi’nde hocamıza iki sene müddetle talebe/kursiyer olarak, daha sonra da 1985 senesinde yaş haddinden emekli oluncaya kadar asistan ve hoca olarak beraber çalışmak nasip oldu. Gerek kursiyer olarak gerekse asistan ve hoca olarak beraber olduğumuz müddet içerisinde hocamızdan ilim ve hayata dair çok şeyler öğrenme imkânı buldum.
İhtisas kursumuzun müddeti iki sene idi. Büyükçınar Hoca hadis ve tefsir derslerine geliyordu. Hadis derslerinde kendisinden Sünen-i Ebî Davud’un çeşitli bölümlerini, tefsir derslerinde de Tefsiru İbn Kesir’den Amme cüzünün tefsirini okumuştuk.
Muhtar Hoca gerek hadis derslerinde ve gerekse tefsir derslerinde bunların şerhlerine pek bakmaz (kanaatimizce daha önce defalarca okuttuğu ve baktığı için), bizzat ayet ve hadis metinleri üzerinde önce kendi etraflıca düşünür, anlamaya çalışır, sonra da bunu biz talebelerine anlatırdı. Anlatımı kısa, özlü ve veciz olurdu. Fazla teferruata girmezdi. O, tefsirlerdeki ve hadis şerhlerindeki falan şöyle dedi, falan böyle dedi gibi fazla teferruata girmez ve bunları nakletmekten hoşlanmazdı. Hz. Ali (r.a.)’ye nispet edilen: “Kâne’l-ilmü noktaten kesserehu’l-cühhâl: İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” sözünü zaman zaman söylerdi.
Büyükçınar Hoca eğitim merkezine sabahları erken gelir, o gün okutacağı konuyu veya sureyi açar onun üzerinde derin derin düşünürdü. Bilindiği gibi, Amme cüzündeki sureler Peygamber Efendimize ilk inen surelerdir. Bu sureler genellikle kısa ve veciz olup ihtiva ettikleri manalar geniştir. Büyükçınar Hocamız derste önce sureyi okur, anlaşılması güç olan kelime ve terkipleri anlaşılması daha kolay olan kelime ve cümlelerle izah eder, sonra da tefsirini kursiyerlerden birine okuturdu. Hoca bazı ayetlere geleneksel meal ve tefsirlerin dışında manalar verir ve açıklamalarda bulunurdu. Bizim de eski tefsirlerdeki bilgileri tekrar etmekle yetinmememizi, ayetler üzerinde düşünmemizi ister ve Kur’an’ın her çağın insanına söyleyecek sözünün olduğunu belirtirdi.
Cömert idi
Hocamız cömert idi ikram etmeyi, yedirmeyi severdi. Aynı zamanda çok güzel yemek yapardı, iki yüz çeşit yemek yapmayı bildiğini söylerdi. Özellikle pişirmiş olduğu Buhara pilavını yemeye doyum olmazdı. Her dönem, kursiyerleri ayrı ayrı sınıflar hâlinde evine davet eder, onlara Buhara pilavı ikram ederdi. Bizim dönemimizde de yaklaşık yirmişer kişilik üç sınıf idik, her sınıfı ayrı bir günde davet edip Buhara pilavı ikram etmişti.
Hocaefendi abur cubur her şeyi yemezdi, yediği şeylerin, güzel, kaliteli, taze ve leziz olmasına dikkat ederdi. Buna Bakara suresi 168, 172 ayetleriyle Maide suresi 88. ayetinde geçen ‘tayyibat’ kelimeleriyle Kehf suresinin 19. ayetinde geçen ‘ezkâtaâmen’ ifadelerini delil olarak zikrederdi. Yediğimize dikkat etmemizi ve midemizin her şeyi içerisine atacağımız bir çöplük olmadığını söylerdi. Hocaefendi bir öğünde çok çeşitli yemekler yemezdi. Davetlerde aşırı gidilerek israf derecesine varan çok çeşitli yemekler yapıldığını bildiği için ev sahibine hangi yemekleri getireceğini sorar, bunlardan iki tanesini seçerdi. Tabii yemeğin sonunda yenen tatlı hariçti.
Talebelerini çok severdi
Hocamız talebelerine çok düşkündü, onları çok severdi. Onlara sadece ilim öğretmekle yani dersini okutup belirli konuları aktarmakla kalmaz, onlara hayat tecrübelerini, hayatta muvaffak ve başarılı olabilmenin yollarını da anlatır, bunun için düzenli ve prensipli olarak çok çalışmanın gerekli olduğunu söylerdi. Hocamız tabir caizse feleğin çemberinden geçmiş, küçük yaştan itibaren çok sıkıntılı bir hayat yaşamıştı. Bunları talebelerine anlatır, hayatta mutlu olmanın yollarını da gösterirdi.
1985 yılında yaş haddinden emekli olduktan sonra Yalova-Esenköy’e yerleşmişti. Orada da talebeleriyle sık sık görüşmek ister, bundan büyük bir zevk alırdı. Sık sık ziyaret edilmediği zaman sitemde bulunurdu. Bir defa bana telefon etmişti, konuşmalarımız esnasında: “Benim Antep’te bir hocam vardı, vefat etti.” demişti. Ben de yeni vefat etmiş olduğunu zannederek: “Başınız sağ olsun, Allah rahmet etsin.” demiştim. Hocamız, “Dinle, şimdi vefat etmedi, yıllar önce vefat etti. Hocam hayatta iken Antep’e gidip ziyaret ederdim, o vefat ettikten sonra oğullarını ziyaret ettim, onlardan vefat eden olunca da torunlarını ziyaret ediyorum.” demişti. Anladım ki hocamız kendisini sık sık ziyaret etmediğimizden dolayı bize sitem ediyordu. Hocamız haklı idi, kendisini sık sık ziyaret edemiyorduk. Oğlu kışları İstanbul’da Yeni Sahra’da oturuyordu. Hoca da bazen oğlunun yanında kalırdı. Bir defa telefonda kendisine: “Hocam, İstanbul’a geldiğinizde haberim olsa da görüşsek.” demiştim. Hocam, “Ağaç yaşlanınca kök hareket etmez, dalları hareket eder.” diye yine beni mahcup etmişti.
Esenköy’de bir defa kendisini ziyarete gittiğimde yine sitemde bulunarak geç geldiğimi söylemişti. Ben de, “Hocam, iki ay önce gelmiştim” deyince “iki ay geç değil mi?” diyerek, talebelerinin kendisini daha çok ziyaret etmeleri gerektiğine işaret etmişti. “Hayru’l-ebeveyni men allemeke: En hayırlı ebeveyn sana ilim öğretendir.” sözünü sık sık söylerdi.
Hocamızla kitap tercümelerimiz
Haseki Eğitim Merkezi bitince beş kişi orada asistan olarak bırakılmıştık. İstanbul’un şartları zor idi, lojman yoktu, kirada kalacaktık, kiralar da yüksek idi. Ne yapacağız diye kendi aramızda konuşuyorduk. İmdadımıza Büyükçınar hocamız yetişmişti. Hocamız çalışmayı sever, çok çalışır, çalışmaktan hiç usanmaz, aksine bundan zevk alırdı. Yaptığı işi seve seve yapardı. Azim ve prensip sahibi biriydi. Talebelerinin de çok çalışmalarını isterdi. Bir gün bize “Kitap tercüme edilmesini isteyen yayın evleri var, beraber tercüme edelim, hem pratik olarak tercüme tekniklerini öğrenmiş olursunuz, hem ek gelir elde eder, sıkıntılarınızı gidermiş olursunuz. En mühimi de yüce dinimize, onun daha güzel anlaşılıp yaşanmasına hizmet etmiş olursunuz.” demişti. Biz, “Doğru ve güzel tercüme etmeyi becerebilir miyiz?” deyince, “Tercüme ettiğiniz bölümleri getirir, beraber okur, kontrol eder, son şeklini veririz” demişti. Ben, Abdullah Yücel ve Ahmet Arpa, Haseki Eğitim Merkezindeki mesai ve derslerimizin dışında tercüme işine başlamıştık. Önce İmam Malik’in Muvatta’ isimli eserinin ikinci cildini tercüme ettik. (Birinci cildi hocamız daha önce başka talebeleriyle tercüme etmişti). Sonra da İmam Münziri’nin “et-Tergibve’t-Terhib” isimli dört ciltlik hadis kitabını tercüme etmeye başladık. Hocamız yazdıklarımızda tercüme kokusunun olmamasını, anlaşılır, kolay ve akıcı bir üslupla tercüme etmemizi istiyordu. Yaptığımız bölümleri hocamıza götürüp okuyorduk. Bazı zor bölümlerin tercümesinde zorlanıyor, her kelimeye mana vermeye çalışıyorduk, onun için de güzel bir tercüme ortaya çıkmıyordu. Hocamız, orada ne denilmek istendiğini sorar, biz de ‘şu denilmek isteniyor’ diye ibareyi biraz açarak ifade ederdik. Hocamız: ‘O zaman öyle yazın, niye anlaşılmaz, muğlak bir şekilde yazıyorsunuz’ derdi.
Takva fetva
Hocamız geniş ilminin yanında aynı zamanda muttaki, zahit ve âbit bir kimse idi. Haftanın pazartesi ve perşembe günleri nafile oruç tutar, geceleri kalkıp teheccüt namazı kılardı. Bazı kimseler genellikle kendileri fetvayı yaşar yani dinin ruhsat ve kolaylıklarından yararlanır, ama insanlara takvayı yani azimetle amel etmeyi, dini bütün incelikleriyle yaşamayı söylerler. Hocamız öyle değildi; kendisi takva ile amel eder, güç olanı yapar, ama halka fetva ile amel etmelerini, kolay olanı yapmalarını söylerdi. Bu konuda bize de “hocalar takva ile amel etmeli, halka ise fetvayı söylemelidirler” derdi.
Haseki Eğitim Merkezi hocaları ve kursiyerleri olarak 1979 yılında topluca umreye gitmiştik. Şimdi M. Ü. İlahiyat Fakültesinde Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Hasan Elik Bey o tarihlerde Mekke’de öğrenci idi. Bir akşam Büyükçınar hocamızla benim de içerisinde bulunduğum bir grup arkadaşı evine davet etmişti. Yiyip içtikten sonra sohbete dalmıştık, vakit de ilerlemişti. Hocamız hemen, ‘artık geç oldu, kalkalım, yoksa teheccüte kalkamayız’ diye bizi uyarmıştı. Yolda gelirken de “ben bu hocalara hayret ediyorum, geç saatlere kadar oturuyorlar, teheccüte nasıl kalkıyorlar?” demişti.
Muhtar Hoca’da mezhep taassubu yoktu. Fetva verirken de bir mezhepte bir kolaylık varsa onunla fetva verirdi. İslam dininin kolaylık dini olduğunu söyler ve halka kolaylık gösterilmesi gerektiğine inanırdı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hocayla hadis derslerinde Sünen-i Ebî Davud okumuştuk. Kitapta Hanefi mezhebinin görüşlerini teyit eden hadisler olduğu gibi, diğer mezheplerin görüşlerine uygun hadisler de vardı. Zaten mezhep farklılıklarının temel sebeplerinden biri de aynı konuda değişik hadis-i şeriflerin rivayet edilmiş olmasıdır.
Hocamız okuduğu her hadisle bir defa da olsa amel ettiğini söyler ve bize de, böyle yapan kimsenin Peygamber Efendimizin o sünnetini de işlemiş olacağını ve bundan ecir alacağını belirtirdi.
Kayluleye önem verirdi
Kaylule; öğle uykusu, öğle namazından sonra bir müddet yatıp uyumak ve istirahat etmek demek olup Peygamber Efendimizin sünnetidir. Peygamber Efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra bir miktar yatıp uyur yani ‘kaylule’ yapar, ashabını ve ümmetini de buna teşvik ederdi.
Büyükçınar Hoca öğle vaktinde mutlaka kaylule yapardı. O’nun diğer işleri gibi kaylule yapması da gayet pratik olurdu; oturduğu yerde başını eğer, gözlerini kapatır, 10-15 dakika dinlenir, hatta uyurdu. O kendisini öyle alıştırmıştı, kaylule niyetiyle gözünü kapattığı zaman hemen uyuduğunu, bunun çok yararlı olduğunu, hem Peygamber Efendimizin sünnetine uyulmuş olacağını, hem de yorgunluğu atıp, vücudu ve zihni dinlendirdiğini söylerdi. Biz talebelerine de öğle vaktinde yatıp dinlenme imkânı bulamasak bile mutlaka masanın üzerine başımızı koyup gözlerimizi kapatarak on, on beş dakika kestirmemizi önemle tavsiye ederdi.
Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocamızın daha birçok özellikleri ve güzellikleri vardır. Biz şimdilik bunlarla yetindik. Hocamıza Allah’tan rahmet diliyor, ruhunun şâd olmasını, mekânının cennet olmasını niyaz ediyoruz.