Makale

NARSİSİZM ÇAĞINDA Tevazuyu Hatırlamak

DİN VE HAYAT

NARSİSİZM ÇAĞINDA

Tevazuyu Hatırlamak

Prof . Dr. Hüseyin PEKER
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

ÇAĞIMIZDA bencilliğin ve bireyciliğin ön plana çıktığı görülmektedir. Kişiler arası ilişkileri kendi çıkarları için kullanma, kendi amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıflıklarından yararlanma gittikçe artmaktadır. Kendini çok önemli, üstün olarak görme, eleştirilere tahammül edememe yaygınlaşmaktadır. Buna karşılık empatik duygular azalmakta, kendini başkalarının yerine koyarak onları anlama noktasında gerileme yaşanmaktadır. İşte bütün bunlar narsistik kişilik bozukluğunun belirtileri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu tutum ve davranışlar bize çok önemli bir insani özellik olarak tevazuyu hatırlatmaktadır. Alçak gönüllülük anlamına gelen tevazu, üstünlük duygusu ile aşağılık duygusu arasında yer alan bir denge hâlini ifade eder. Tevazuda irade ve akıl vardır. Mütevazı insan düşünerek ve bilinçli olarak bencil arzularını, isteklerini yener, kendinde birtakım üstünlükler hayal etmediği gibi kendini aşağı da görmez. Hem gücünün sınırlı olduğunu fark eder hem de kendinin eksik, aşağı olmadığını düşünür. Olumlu, ölçülü, dengeli bir kişilik yapısına sahip olur. (Hüseyin Peker, Allah’ın Boyasıyla Boyanmak, s. 42.)
Bilindiği gibi İslam’da “ifrat” ve “tefrit” diye iki kavram vardır. İfrat bir konudaki aşırılığı, tefrit de azlığı ifade eder. Dinimiz bu ikisini de uygun bulmaz. Bunların ortasında yer alan bir de “itidal” kavramı vardır. İtidal orta kararlılık demektir, ölçülü, dengeli hareket etmektir. İşte mütevazı insan itidal üzere hareket eden insandır.
Mütevazı insan kendi yeteneklerini, eksikliklerini bilir, kendini değerli olarak görür, ancak başkalarının da değerli olduğu bilinciyle onlara karşı üstünlük taslayıcı bir tutum takınmaz. Fakat onurundan da taviz vermez, vakar ve haysiyetini korur. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller onlara laf attıklarında ‘selam’ der, geçerler.” (Furkan, 25/63.)
Dolayısıyla mütevazı insan kendisiyle de, diğer insanlarla da, Allah’la da barışık olan insandır. İnsanın kendisiyle barışık olması demek, kendini olduğu gibi kabul etmesi, artılarının da eksilerinin de farkına varması, dış dünyası ile iç dünyası arasında denge kurmasıdır. Fıtratına, yaradılış amacına uygun davranmasıdır. İnsan ne kadar yaradılış amacına uygun hareket ederse, yaradılışın hikmetini, amacını kavrayarak hayat tarzını buna göre düzenlerse, kötü eğilim ve arzularını, bencil isteklerini bastırarak içindeki güzelliklerle bezenirse, onları besleyip zenginleştirirse o kadar kendisiyle barışık olmuş olur. Yoksa ne kadar yaradılış amacına ters davranışlarda bulunur, farklı bir yön çizerse, o kadar sapmış ve kendisiyle barışık olmayan mutsuz bir yapıya bürünmüş olur.
Diğer insanlarla barışık olmak demek, onların da değerli olduğunu kabul ederek onlara karşı saygılı davranmak, onların haklarını kabul etmek, insan olduklarını unutmamak, ne onlarla eğlenip alay ederek onları küçümsemek ne de onları yücelterek onlara kul köle olmaktır. Bu nedenle mütevazı insanın önemli bir özelliği saygılı olmasıdır. Başkalarının inanç ve düşüncelerine saygı göstermek, onların haklarını korumak tevazuun sonucudur. Dolayısıyla tevazu bireyi, başkalarıyla güzel ilişkiler kurmaya, istişarede bulunmaya, kaba davranışlardan uzak durmaya götürür. Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber’in bu özelliğine bilhassa atıfta bulunmaktadır. (Âl-i İmran, 3/159.)
Allah’la barışık olmak ise, Allah’a samimiyetle inanarak O’nun buyruklarını dikkate almak, yap dediklerini yapmaya, yasakladıklarından da kaçınmaya çalışmak demektir. Kur’an’da bu özellik “takva” kelimesiyle ifade edilir ve bu şekilde hareket eden insanlar “müttaki” olarak isimlendirilir. İşte mütevazı insan aynı zamanda müttaki olmaya çalışan, Allah’la arasının açılmaması için O’nun büyüklüğünü, yüceliğini kabul eden ve O’na karşı kulluk görevini yerine getirme çabası içinde olan insandır.
Bu nedenle tevazuda şükür ve kanaat vardır. Mütevazı insan sahip olduklarını da eksikliklerini de bilir, fark eder ve bunların Allah tarafından kendisine verilen bir imkân olduğu bilinciyle hareket eder. Sahip olduğu bedensel, zihinsel, ekonomik, sosyal, kısaca tüm maddi ve manevi imkânlardan memnuniyet, hoşnutluk ve mutluluk duyar, rahatlık hisseder, tatmin duygusu yaşar. Sosyal statüsüne ya da ekonomik gücüne bağlı olarak insanları hor görmez, onları ezmeye kalkışmaz.
Tevazuda hırs ve tamah, açgözlülük yoktur. Sonu gelmeyen arzu ve istekleri doyurmanın peşinde koşmak yoktur. Tamahkârlık, tutku ve ihtiras derecesinde paraya ve onun yerini tutan mallara sahip olma, kazanma arzusudur. Tamahkâr insandaki para tutkusu son derece kuvvetli olduğu için bu duygu kişiyi cimriliğe, bencilliğe, sadece kendini düşünerek çevresindekilere karşı fedakârca davranışlardan alıkoymaya iter.
Halbuki tevazuda empati vardır. Mütevazı insan, başkalarının nasıl hareket etmesini istiyorsa, kendisi öyle hareket eder. Kendisi için düşündüğünü diğerleri için de düşünür. Mütevazı insanda kendini diğerlerinin yerine koyarak hareket etme anlayışı vardır. İnsan olduğunu unutmadan, insanca tutum takınma vardır. Bu nedenle mütevazı insan bencil olmaz. Yalnız kendi çıkarını düşünerek hareket etmez. Her şey kendisinin olsun istemez. Almaktan değil, vermekten, paylaşmaktan hoşlanır. İlişkilerini kişisel çıkar ve yararına göre oluşturmaz.
Yine tevazuda tatlı dilli olma, güzel üslup kullanma vardır. Allah Kur’an-ı Kerim’de sözün hep güzel, yumuşak, hoş, gönül alıcı olmasını istemekte (Nisa, 4/63; İsra, 17/23, 28; Taha, 20/43-44.), Hz. Peygamber de, “güzel sözün sadaka olduğunu” belirtmektedir. (Buhari, Sulh, 11.)
Tevazuda eleştirilere açık olma, baskı ve zorlamadan uzak bir tutum takınma vardır. Mütevazı insan hem eleştirilere açık olur hem de kendisi eleştiride ve tartışmada kırıcı olmaktan kaçınır. Karşısındakini küçük düşürücü, rencide edici ifadelerde asla bulunmaz. Ayrıca düşüncesini baskı ve zorlamayla kabul ettirmeye çalışmaz. “Sadece benim düşüncem doğrudur, ben ne dersem o olur!” şeklinde katı bir yaklaşım içinde olmaz. Bu konuda Kur’an, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256.) ayetiyle genel hükmünü ortaya korken, Hz. Peygamber’e de, “Sen anlat, öğüt ver! Çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin!” (Ğaşiye, 88/21-22.) buyrularak bu konuda nasıl davranılması gerektiğini vurgular.
Diğer önemli bir nokta da tevazuda gösterişin olmamasıdır. Gösterişte yapılan iş, benimsendiği için değil, kişinin çevresindekilerce övülmesi, üstün görülmesi, beğenilmesi, iyi şeylere sahip olduğunun bilinmesi için yapılır. Dolayısıyla gösterişte kişinin kendini farklı gösterme düşüncesi vardır. Yaptıklarında samimi değildir. Din dilinde böyle kişilere riyakâr denir. Bunlar kendileriyle barışık olmayan, kendilerini eksik, yetersiz, aşağı gören kişilerdir. Bu eksikliklerini gösterişle kapatmaya çalışırlar. Mütevazı insan bu tür beklentiler içinde olmaz.
Tevazuda var olan bir diğer özellik de hoşgörü ve bağışlamadır. Hoşgörü bir şeyi anlayışla karşılayarak olabildiğince hoş görme, toleranslı, müsamahalı davranma durumudur. Mütevazı insan karşısındaki kişinin insan olması nedeniyle hata yapabileceğini, yanlışlık yapabileceğini düşünerek, onun yaptığı yanlışlığı anlayışla karşılar, affedici, bağışlayıcı olur. Bu nedenle mütevazı insan kendine güvenen insandır. Başkalarına kapıyı kapatmayan, diyalog kurabilen insandır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz. İnsan diğer insanlarla bir arada, bir toplum içinde yaşadığı ve yaşayabileceği, tek başına olamayacağı, başkalarının yardımına, ürettiklerine mutlaka ihtiyacının olduğu bilinciyle hareket ettiği ve bunu benimseyerek davranışlarına yansıttığı oranda narsisizmden uzaklaşacak, mütevazı bir yapı kazanacaktır.