Makale

Üç Şerefeli Bir Yazı


Üç Şerefeli Bir Yazı
Ali Ural

Birinci şerefe, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in evinin damıydı. Irkın değil, takvanın ve ehliyetin zafer işaretiydi siyah Bilal. Boru üflemiyor, ateş yakmıyor, iki odunu birbirine vurmuyor, çan çalmıyor, bayrak asmıyor davet etmek için namaza. İple tırmanarak çıktığı üstüvâne denilen o mütevazı yükseklikten sesleniyor insanlığa. "Allahu ekber, Allahü ekber!" dediği anda bütün taşları oynuyor yeryüzünün. "Allahü ekber, Allahü ekber" dediği anda bütün taşlar yerine oturuyor. "Eşhedü en la ilahe illallah" dediğinde bütün güçlüler zayıf oluyorlar. "Eşhedü en la ilahe illallah" dediğinde bütün zayıflar kuvvetli oluyor. "Allah en büyüktür!", " Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur", iki azat yıldırımı gibi düşüyor köle ruhlara. Tam Hz. Bilal, "Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet ederim," derken, Hz. Ömer evinden fırlayarak koşuyor Nebi’ye. "Ey Allah’ın elçisi, seni gönderen Allah’a yemin olsun ki, Abdullah’ın rüyasında dinlediği ezanı ben de gördüm rüyamda!" Gülümsüyor Hz. Peygamber. Şükrediyor Rabbine.

Ne güzel bir sesi var Bilal’in. Huşuyla ürperten bu sesi yanında taşıyor hayatı boyunca. Yolculuklar ve gazalarını bu sesle yoğuruyor. Bir sabah uykudan yeni kelimelerle uyanıyor Nebî: "Namaz uykudan hayırlıdır." Ezanın sonuna Bilal’in ilave ettiği bu cümleden öyle hoşnut oluyor ki, "Bu ne güzel bir söz. Sabah ezanlarında söylemelisin bunu!" diyor Bilal’e. O sabahtan beri uyku ve namaz terazinin iki kefesinde. Uyku ağır basarken sis kaplıyor yeryüzünü, namaz ağır basarken berrak bir gökyüzü. Ve her ezandan sonra Hz. Peygamber’in penceresine doğru sesleniyor Bilal: "Ey Allah’ın Rasulü! Namaz!" Sonra mescide geçerek kamet getiriyor, saf tutarken güneşin arkasında yıldızlar. Fakat yalnız uykunun sisi yok ruhları kundaklayan. Küfrün sisinde göz gözü görmüyor. Fethedilene kadar Mekke’de dağılmıyor sis. Kâbe’nin üzerine kara ayaklarıyla çıkıp ezan okuyana kadar Bilal, parlamıyor yıldızlar. Kâbe, ikinci şerefe.

Ah hep O’nun için okuyor. O var diye okuyor. O duyuyor diye. Kâinatın Güneşi battığında, ne yapacağını bilemiyor Bilal. Öyle derinleşiyor ki soğuk kuyular, ezan okumaktan başka bir çare bulamıyor. Fakat ezanın öyle bir yeri var ki, duyulur duyulmaz Mescid-i Nebevî’yi hıçkırıklar dolduruyor. Ashab-ı Kiram’ın gözlerine dalgalarını taşıyor bütün sahiller. Bilal ezanı bitirdiğinde, bir daha ezan okumayacağına dair söz veriyor kendine. Bir daha bu şehre gelmeyeceğine. O’nsuz bir Medine’de yaşamak istemiyor. O dememiş miydi, "Ey Bilal! Allah yolunda cihaddan daha faziletli bir amel yoktur," diye. Suriye’ye gitmek için izin istiyor Hz. Ebu Bekir’den. Yanında kalması için ısrar edince, " Ey Ebu Bekir, beni kendin için satın aldıysan yanında tut! Yok Allah rızası için satın aldınsa, bırak ki Allah yolunda cihada katılayım!" diyor. Ebu Bekir kendi için özgürlüğüne kavuşturmadı Bilal’i. Allah yolunda çalışma, üçüncü şerefe.

Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in fetih ordularında yerini alıyor Bilal. Hicretin 16. senesinde Hz. Ömer’le birlikte Kudüs’e girdiğinde halifenin ısrarı üzerine ezan okuyor. Aralarında Ebu Ubeyde b. Cerrah, Muaz b. Cebel gibi öncülerin de bulunduğu yüzlerce sahabe, ezanla beraber Kâinatın Efendisi’ni hatırlıyorlar gözyaşları içinde. Bilal tekrar söz veriyor kendine bir daha ezan okumamak için. Fakat rüyasında Hz. Peygamber, "Beni ziyaret etmeyecek misin?" diye sorunca, yıllardır uzak kaldığı Medine’de alıyor soluğu. İşte orada ehlibeytin gözbebekleri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le karşılaşıyor. Onları kırmak mümkün mü! Mescid-i Nebevî’de Hz. Peygamber’in ölümünden sonra ilk defa ezan okuyor Bilal. Şehadetleri duyan Medineliler heyecanla evlerinden fırlıyor, Rasulüllah’ın mübarek kabrinden kalkıp yeniden aralarına katıldığını düşünerek dolduruyorlar mescidi. Ve hiç ağlamadıkları kadar ağlıyorlar o gün. Ne çok özlediler O’nu. Ölüm döşeği ne tatlı bu yüzden! Ölmeden önce eşine " Ne kadar hoş! Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım!" diyor, Bilal. Zira öyle bir söz duydu ki O’ndan, yıllardır toprağı hayal ediyor: "Bu gece cennette, önümde senin pabuçlarının tıkırtısını duydum!"
***

Bilal gitti. Hz. Peygamber’in ve Allah’ın evinin damları gökyüzüne doğru yükselmeye başladı Bilal’in arkasından. Ve ilk minareden ilk ezan, hicri elli sekizinci yılda bir sabah namazına davet için okundu Amr Camii’nde. Müezzin, Mısır Fatihi Amr b. El- Âs’ın inşasına başlayıp bitiremediği camiyi tamamlayan Mısır valisi Mesleme’nin kardeşi Şerahbil b. Amr’dı. “Menâre”ydi aslı minarenin. “Işık veren” anlamına geliyordu ya da “Görünen yer.” “Görmedim” demesin diye kimse, taş, tuğla ve ahşap, minareye dönüşüyordu durmadan. İspanya’da, Mağrip’te, Kahire’de, Irak’ta, İran’da, İstanbul’da, Anadolu’da, Kuzey Afrika’da, Şam’da, Afganistan’da, Hindistan’da bir gök koşusu. Kürsü, pabuç, gövde, şerefe, petek, külah ve alem... Artık yönünü şaşırmayacak kimse. Kıble yönünde şerefeye açılmakta kapılar...

Bilal gitti. Miras bıraktığı kimlik kartı elden ele dolaşıyor. “Duyuru”nun yapıldığı yer, her devirde tazeliyor cismini ve ruhunu. İslam mimarisinin uzun boylu sancaktarı, camilere her dönemde yeni bir kimlik veriyor, zamanın izlerini taşıyan. Üslubu şehirle bütünleştiriyor manayı kaybetmeden. Böylece camileri ibadet tarzına uygun bir mekân arayışı içerisinde şekillendirebiliyor Müslüman mimarlar. Yapıların estetik formlarıyla beraber içsel anlamı ve mimari kullanışlılığı at başı götürüyorlar. Minarelerde geometrik formlardan ibaret sanılan estetik arayışlar, gerçekte manevi derinliğin sembollerinden başka bir şey olmasın. Şerefelerin altındaki mukarnas dolgulara bakalım. Bir bezeme tekniği mi yalnız bu? Semavî olanın yeryüzüne yansımasını göremez miyiz onda? Kubbe bir oyuktan mı ibaret? Gökyüzünü taşımadı mı mimar mabede! Hem kubbe dışarıdan nasıl görünüyor. İlahi güzelliğe, Cemâl’e bir işaret sayamaz mıyız. Belki tam burada minareden söz etmenin zamanı. O dimdik duran heybetli sancaktar, ilahi haşmetin, yani Celâl’in sembolü değilse nedir?

XVI. yüzyıl minarenin en güzel formunu veriyor İstanbul’da. Fakat eğrilmiş minareleri Süleymaniye’nin, çocuklar söyledi Sinan’a bittiğinde muhteşem eser. Sinan kahkahayla gülmedi, halat istedi yalnız. Şerefenin boynuna dolayıp halatı, “Çekin” dedi adamlarına. Bir yandan da soruyordu çocuklara, “Düzeldi mi?” Sonunda “Düzeldi,” dedi çocuklar. Sonra dönüp adamlarına, “Eğri değildi. Olsa bile düzelmezdi bununla,” dedi. “biz gözlerdeki eğriliği düzelttik.” Aradan iki yüz yıl geçti. XVIII. yüzyılın sonlarında bir seyyah gemiyle geliyor İstanbul’a, Edmondo de Amicis, bir İtalyan yazar. Gemi süvarisinin “Yarın şafakta İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz!” sözü üzerine bakın ne yazıyor hatıratına: “ ‘Yarın İstanbul’u göreceğiz,’ deseydi, hiçbir şey hissetmeden ‘Memnun oldum’ cevabını verirdiniz. Fakat ‘Yarın şafakta İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz,’sözünün manasını anlayabilmek için, bu arzuyu on yıl beslemiş, uzun kış gecelerini Şark haritasına hüzünle bakarak geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak hayal kurmuş, diğer yarısını görememiş olmaktan teselli bulmak için Avrupa’nın öteki yarısını kat etmiş olmak; sadece bu gayeyle küçük bir masaya çivilenip kalmış, ufak tefek bin türlü fedakârlıkta bulunmuş, hesap üstüne hesap yapmış, şato üstüne şato kurmuş, evde uğraşıp durmuş; gözünün önündeki bu kocaman ve ışıklı hayalle, geride bırakılan sevgili varlıkları düşünerek hemen hemen vicdan azabı duyacak kadar mesut bir halde, deniz üstünde dokuz uykusuz gece geçirmiş olmak gerekir. O zaman soğuk soğuk: ‘Memnun oldum,’ diye cevap verecek yerde, sevinçten geminin küpeştesine müthiş bir yumruk indirirdiniz.”
***

XXI. yüzyıl. Gözlerdeki eğrilik Avrupa’ya sıçradı. Minare gördüğünde sevinçle değil, öfkeyle masaya yumruğunu vuran Avrupalılar’la tanıştı Mimar Sinan. “Minare Tanrı’nın ve Tanrı kullarının varlığına işaret eder.”, “Minare, ‘görünen yer’ anlamına gelir, görünmeli o halde,” demedi onlara. Bir halat attı Avrupa’ya, bir ucunu Süleymaniye’nin minarelerine bağlayıp. Sonra çınlattı gür sesiyle soğuk kıtayı: “Çekin düzelene kadar!”