Makale

Milleti doğuran da "ana" yaşatan da

Milleti doğuran da "ana" yaşatan da

Prof. Dr. Hüseyin Algül
Uludağ Üniv. İlahiyet Fak.

Bilindiği gibi aile ocağı, sevgi, saygı, gayret, çalışkanlık, birlik ve beraberliğin, adap, erkân ve usulün simgesidir. İlmin, imanın, ahlakın temelleri orada atıldığı gibi vatan sevgisi, millet yolunda fedakârlık, gazilik ve şehitlik duygularının ince ilmikleri de aile tezgâhında dokunur. İnsan, çok yönlü ve girift terbiye usullerinin kendisini hissettirdiği bir aile mektebinin mahsulüdür. Bu mektebin sıralarında verilen bilgiler ve aile tezgâhında dokunan kişiliğin ilmikleri ne denli saf, berrak, doğru ve güçlü olursa yetişen nesil de o derece kişilikli olur.
Bu yazıda daha ziyade Çanakkale Savaşı hatıralarının yer aldığı Harb Mecmûası’nda yayımlanan iki belgeden yola çıkılarak iki anneden bahsedilecektir: Birinci belgede bir annenin oğlunu cepheye uğurlarken bir tren istasyonunda son kez görüşmesi esnasında ona söyledikleri ve kendisine yardımcı olan zabitin bu esnada şahit oldukları, ikinci belgede ise bir annenin cephedeki oğluna gönderdiği bir mektubun muhtevası üzerinde durulacaktır. (Belge No: 1- “Oğlu Asker Hüseyin’i Teşyi Ederken Türk Anası Ne Düşünüyor?”, Harb Mecmûası, sy. 17, s. 267-269; Belge No: 2- “Hasan Çavuş’un Anasından Nâme-i Teşci’”, Harb Mecmûası, sy. 16, s. 250.)
Yukarıda atıfta bulunulan belgeler detaylı olarak incelendiği zaman şehadet ve gaza kültürü etrafında oluşmuş bilgi, duygu ve heyecanların yani bu konudaki kadim mirasın gençlere aile ortamında başarılı bir şekilde aktarıldığı açıkça görülür. Ele almaya çalıştığımız iki belgeden hareketle bu alanda aktarılanları satır başlarıyla şöyle sıralamak mümkündür:
Şehitlik, ilahî şan ve şerefle kulunu taltifti, ilahî mazhariyetti, Hakk’ın lütfuydu, herkes için bir nasip, vatan-millet için bir devletti, gazilik ve şehitlik anaların rüyasıydı.
Ana, evine sağ dönmesi için her cengine yedi hatim adayacak derecede evladına düşkün, ama Hakk’ın lütfu olan şehitlik gerçekleşirse böyle bir haberi almaya da her zaman hazırdı.
Şehit haberleri manevi bir şölenle değerlendirilir ve bu vesile ile gençlere vatan için fedakârlık ruhu aşılanırdı. Namazgâhta dua yapılır, kabristanda mezar kazılıp yeri belli olsun diye başucuna “...şehit oldu” ibaresi yazılırdı. Hatimler indirilir, mevlitler okunur, kurbanlar kesilirdi. Şehit yavuklularına şehit gelini muamelesi yapılırdı; çoğu kez şehit yavukluları, ömürleri boyunca ere varmazlar/evlenmezlerdi. Böylece şehit haberleri, aile terbiyesi çerçevesinde din, devlet, vatan, millet, sancak, bayrak sevgisinin gönüllere yerleştirilmesi ve seferde olan askerlerin cesaretlendirilmesi adına değerlendirilirdi.
Vatan savunmasında fedakârlık, çocukluktan itibaren ailede verilen önemli bir değerdi. Zamanı gelince düşmana karşı azimle, sabırla mücadele, bu değer aktarımının meyvesiydi. Nitekim askerler sabır, sebat ve azimle düşman üzerine atılmalarını çocukluktan itibaren ailelerinden aldıkları telkine borçlu olduklarını iftiharla söylüyorlardı.
Analar yiğit ruhlu evlatlarını vatan, millet, din ve devletin tehlikeye düştüğü zor günler için dünyaya getirmişti. Askere selametlerken de, “Yurdunu Allah’a bırak çık yola / Cenge deyip çek ki vatan kurtula / Böyle müyesser mi gaza her kula / Haydi levend asker uğurlar ola” mısralarındaki duygularla uğurluyorlardı. Cephe yolcuları da “Bu toprağı Türk’ün kanı yoğurdu / Annem beni bugün için doğurdu” türküleriyle “Ya Allah! Bismillah!” diyerek yola koyuluyorlardı.
Cephedeki askerlerde, “vatan savunmasında düşmanla savaşırken gerekirse kendisi ölsün de ailesi, ailesinin şeref ve iffeti, memleketi ve aziz dini yaşasın” anlayışı hâkimdi.
Babalar, dayılar, ağabeyler şehit düşer, geride kalanlar acınmazlar, kendilerini yerden yere vurup dövünmezlerdi. Çünkü hayatta iken onların her namazda Allah’tan şehitlik rütbesine erişmeyi dilediklerini görüyorlar, duyuyorlar, biliyorlardı.
Baba, dayı, ağabey, din, devlet, vatan, millet yaşasın diye şehit olmuşlar, minarelerden ezan sesi kesilmesin, bayrak yere düşmesin, sancak yükseklere dikilsin diye canlarını feda etmişlerdi. Geride kalanlar ise evin-ocağın son yongası olsa bile ezan susmasın, bayrak inmesin, sancak yükseklerde dalgalansın diye canını vermeye hazır idiler.
Hamiyet ve gayret eksikliği sebebiyle zayıf düşüp de ihmaller neticesinde ezan susacaksa Bu milletin anaları sütünü oğluna helal etmeyeceğini söylüyorlardu. Bu bağlamda “…sütüm sana haram olsun!” sözü müthiş bir yaptırım gücüne sahipti.
Analarımız, düşmanın mahvını, vatanın kurtuluşunu göreceği güne kadar Allah’tan ömür istiyordu… Bu, anamızın ne kadar ümitli ve moralli olduğunu gösteriyordu, evladına da ümitvar olmayı öğretiyordu.
Osmancığın sancağı, şanlı namus gömleğiydi. Uğrunda gerekirse ölmek murattı. Milli-manevi ortak bir değer olan sancak uğrunda fedakârlık, aile çevresinde çocukluk yıllarından itibaren evlatlara telkin ediliyordu. Osmancığın ana yatağından veya Anadolu’nun farklı bölgelerinden olanlar -belgelerde geçtiği şekliyle- Osmancığın namus gömleği olan sancak uğrunda savaşacaklardı.
Sonuç olarak Çanakkale gazi ve şehitleri başta olmak üzere, öncesinde ve sonrasındaki muharebelerde gazi olan ve şehit düşenlerin, din, devlet, vatan, millet, bayrak, sancak, namus ve şeref uğrunda fedakârlığı, gazilik ve şehitlik ruhunu aile muhitinden aldıklarında hiç kuşku yoktur. Dolayısıyla Çanakkale zaferinin ve diğer zaferlerimizin adı konulmamış kahramanları arasında Müslüman-Türk aile müessesesinin, aile muhitinin, aile terbiyesinin de müessir bir şekilde var olduğunu söylemek, fazla abartılı olmasa gerektir.