Makale

Ahlaka vücut veren dinî bilgiyi üretmek


Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
msaydin@diyanet.gov.tr

İslam geleneğinde “İlim, amel içindir” anlayışı vardır. Bu anlayışta bilgi, kuru laf kırıntıları ve yığını değil, insanı besleyen temel bir gıdadır. Müslüman birey, bu gıdayla beslenerek kendini geliştirmek; dolayısıyla iyi tutum ve davranışlara sahip ahlaklı bir insan olmak, neticede Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak durumundadır. Bu anlayış, Müslümanın bilgiyle varoluşsal bir ilişki içine girmesini sağlamaktadır. Buna göre bilgi elde etme gayreti, bilgi alıp satma ve bilgili görünme bağlamında ilgilenilen bir iş/uğraş değil; bilakis o bir var olma, varoluş düzeyini yükseltme cihadı çerçevesinde gerçekleştirilen eylemdir.
Bu zihniyeti özümsemiş bir Müslümana göre “ayaklı kütüphane” olup malumatfuruşluk yapmayı düşünmek afettir/felakettir. (Bk. İbn Cemaa) Onun nazarında önemli olan, bilgiyle beslenerek yetkinlik kazanmaktır. Görünmek değil, “olmak”tır onun derdi. Çünkü ancak, yeteneklerini geliştirdiği oranda vahyi daha iyi anlayıp olgun mümin olabileceğinin farkındadır. Bilginin peşinde koşma, bilgiyle beslenme eylemi, onun kulluk bilinciyle yaptığı ibadettir.
Böylesi bir yaklaşım, Müslü-man bireyi, hazır bilgi kalıplarını ezberleyip istenildiğinde aynen tekrarlamayı marifet zannetme zavallılığından uzaklaştırır. Bu anlayışa sahip mümin birey, anlamlı bilgiler elde etme, onlar üzerinde düşünerek yenilerini üretme ve onları kullanarak günlük hayatındaki tutum ve davranışlarını belirlemeye çalışır. Onun bu yaklaşımı, ürettiği bilgilerin, kendi varlığı ve hayatı açısından alabildiğine işlevsel/işe yarar olmasını zaruri görür. Bu nedenle o, ürettiği bilgilerin özelde insan genelde varlık gerçeğiyle ve hayatla bütünleştirilerek kullanılabilir/uygulanabilir niteliğe kavuşturulmasını son derece önemser.
Bu bilgi anlayışı, ahlak için de aynen geçerlidir. Bilgisi oluşturulmadan ahlaklı olunamaz. Ancak bu bilgi, dünya görüşü ve hayat anlayışı oluşturma çerçevesinde birey tarafından anlamlandırılıp özümsenmiş, içselleştirilmiş sistemli ve tutarlı bilgidir. Ahlak alanında oluşturulan bu nitelikteki bilgiler, bireyin ahlaki değerlerine, ahlaki pratiğine vücut verir. (Bilgi-Eylem İlişkisi için bk. Aydın, 2011:171 vd.)
Böylesine bir ahlaki içeriğin ürünü olan düşünce, artık sıradan salt bir soyut düşünce olmaktan öte; eylem üreten, eyleyen insanın karakterini oluşturan/biçimlendiren düşüncedir. Bireyin varlık dünyasında bu düşüncenin somut karşılığı bulunmaktadır. Bu ahlaki bilgi ve düşünce bireyin sırtında taşıdığı bir yük değil (Bk. Cuma, 62/5.), tam aksine bireyin varlık bütünlüğü içinde yerini almış unsurlardır. Bunlar, onun ahlaki varlığıyla tutarlı bir biçimde bütünleşmiştir. Sözü edilen nitelikteki anlamlı ahlaki bilgi, mümin bireyin ahlaki tutum ve davranışlarını belirleyen, yönlendiren enerjiye dönüşür. Mümin insan, nasıl biliyor ve düşünüyorsa öyle yaşar. Onun varoluşuyla, bilgileri, düşünceleri, imanı ve eylemleri arasında gelip geçici çelişkiler bazen görülebilse de uçurumlar olmaz. Onun ahlaki görünümünün arkasında güçlü bir ruhaniyet ve kutsi kaynaktan beslenen muhteva vardır; şekil ve formaliteye teslimiyet yoktur. Onun ahlaken gelişmeye çalışması, tam bir varoluşsal tutarlılıkla kendini gerçekleştirip Allah’ın hoşnutluğunu kazanma amaçlıdır. Bu yüzden o, ahlaki kural(lar)a, otorite temsilcileri buyurduğu için, dıştan baskı olduğu için değil, kendisi içtenlikle benimseyip kabullendiği için uyar. Bu “kuralları, esasen kendisiyle hiç ilgisi olmayan, kendisine dışarıdan verilmiş bir şey olarak görmez, onları kendi davranışları için esas olarak kabul eder.” (Pieper,1999: 24.)
Ahlakça olgunlaşma yolunda olmak ve ilerlemek isteyen mümin, her şeyden önce kendisini bu yolda destekleyecek ahlak bilgisini sözü geçen yaklaşımla üretmek zorundadır. Tahkiki imanın göstergesi olacak bir ahlakı, böylesine bir bilgi desteği olmayan birey gerçekleştiremez; ahlaki özgürlüğe ulaşamaz.
Böyle bir bilgi anlayışına sahip olan Müslüman birey, okuduğu veya dinlediği bilgi karşısında pasif alıcı konumuna düşmez; aksine onu anlamaya, onu işlemlerden geçirerek kendine özgü ürün(ler)e dönüştürmeye çalışan aktif bir duruşa sahiptir. Ahlaki muhteva üretme, ahlak kurallarının pasif alıcısı olmak yerine bizzat onları keşfetme, oluşturma, içeriklendirme çabası, onun bu zihniyetinin gereğidir. Onun, ahlak konusunda temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetle ilişkisinde de tutumu aynıdır. Esasen bunu ondan Kur’an istemektedir: (Muhammed, 47/24; Nisa, 4/82; Muminun, 23/68; Sâd, 38/29; Zümer, 39/18; Yunus, 10/24,100.)
Bu zihniyete sahip mümin birey, İslam’ın temel kaynaklarının sunduğu mesajı doğru anlayıp onlardan gereğince yararlanabilmek için özel olarak çalışmak gerektiğinin bilincindedir. Bu yüzden o, ayet ve hadis-i şerifleri, sıradan bir okumayla yetinmez; onlar üzerinde çok yönlü analizler yapmak, ne dediğini, ne demek istediğini ayrıntılandırarak anlam(landırm)ak ister. Onların taşıdığı anlamları bütün boyutlarıyla kavramak amacıyla çok yönlü okumalara ihtiyaç duyar. Bu çerçevede onları başta insan gerçeği olmak üzere varlık dünyasıyla, hayatla bütünleştirerek taşıdığı anlamları daha da netleştirmeye çabalar. Bunun doğal uzantısı olarak, onları uygulanabilir somut bilgilere dönüştürmeye, onların günlük hayatta hangi tutum ve davranışlarla somutlaşacaklarını tespit etmeye çalışır. Zira o, inandığı bu temel kaynakların mesajını hayatına yansıtması için bunları yapmanın gerekliliğinin farkındadır. Onun derdi, zihin konforunu tatmin etmek değil, Müslümanca varoluşunu gerçekleştirmektir.
Mümin bireyin aklını tatmin eden böylesi ahlaki bilgi, onun kalbini de mutmain eder, duygularını da geliştirir. (Bakara, 2/260.) Bu bilişsel ve duyuşsal doyum ise, onu eyleme götürür.
Bugün kendi ahlak içeriğini üretmeye çalışan Müslüman birey, söz gelimi, şu hadis-i şerifle karşılaştığında neler yapar? “Sizden birisi, kendisi için hoşlandığını/istediğini kardeşi için de hoşlanmadıkça/istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buharî, İman, 7.) Müslüman bireye düşen görev, bu hadisi ezberlemek ve yeri geldiğinde de yüzeysel bir çeviri anlamını tekrarlamakla yetinmek değildir. Yapılması gereken iş, bu hadisin ne dediğini ve ne demek istediğini anlamaya, özümsemeye ve nasıl somutlaşarak hayatına yansıyacağını belirlemeye çalışmak; bu amaçla hadis üzerinde çok yönlü ve derinlemesine düşünmek, onun içinde yer alan her bir kelimeyi, ifadeyi teker teker iyi analiz ederek sentezlere varmaktır. Bu amaçla en azından şu soruları sorup cevaplarını üretmek gerekmektedir:
İnsan kendisi için neleri ister? Niçin ister? Benim istediğim/hoşlandığım şeyleri başkaları da ister mi? Niçin kendim için istediğim şeyleri başkası için de istemem gerekiyor? Başkası, niçin benim kardeşim oluyor? Buradaki kardeşlik, din kardeşliğiyle birlikte insan kardeşliğini de kapsamakta mıdır? Kendim için istediklerimi kardeşim dediğim başkası için de istemek, bana ne sağlayacaktır? Kendim için istediklerimi, başkaları için istemezsem ne tür olumsuzluklar söz konusu olmaktadır? İnsanın kendisi için istediklerini başkası için de istemesinin engelleri var mıdır, varsa bunlar ne tür engellerdir? Bu engelleri aşıp onu başarmanın yolu nedir? İman etmekle, söz konusu davranışın nasıl bir ilişkisi vardır? Hadis-i şerifteki “iman etmiş olmaz” ifadesi, insanların iman dairesinin dışına çıktıklarını belirtmek için mi, yoksa imanın gereği olan söz konusu tutum ve davranışın önemini vurgulamak için mi söylenmiştir? Bu sorular daha da ayrıntılandırılarak çoğaltılabilir.
Bütün bu ve benzeri soruların cevapları oluşturulurken elbette öncelikle Kur’an ve sünnete başvurulacak ve bu bağlamda oluşturulan on beş asırlık İslam’ı anlama, yorumlama ve uygulama birikiminden yararlanılacaktır. Ancak, ahlak konusunda söylenmesi gereken her şeyi nassların söylediğini veya nasslarınkine ilave söylenecek bir şey şayet varsa onun da tarihte/gelenekte söylendiği; dolayısıyla söylenecek sözün tükendiği, bizim bu konuda yapacağımız bir şeyin olmadığı ileri sürülemez. Bu takdirde, bizim naslar üzerinde yeniden düşünme, akli bir kavrayışa varmaya çabalama, çoğul okumalar yapmak suretiyle yeni özgün bilgiler üretme, nasların söylemek istediklerine ilişkin yeni gerçekleri keşfetme gibi çabalar içine girmemize ihtiyaç kalmaz. Bu anlayışı İslam’a onaylatmak elbette mümkün değildir. Hiç olmazsa, “On beş asırlık gelenek içinde bu nasıl anlaşıldı ve hayata nasıl yansıtıldı?” sorusunun peşinden, “O Müslümanlar bugün olsalardı ne derlerdi, nasıl anlar ve uygulamaya koyarlardı?” sorusunun sorulması gerekir. Bu sorunun cevabı araştırılırken, çağdaş ilmî ve fikrî birikimden beslenerek yeni alternatif okumalar yapmak kaçınılmazdır.
Bu bağlamda, vahiy yanında varlık (evren) kitabına ilişkin okumalardan elde edilen bilimsel bilgilerden, felsefi derinliğe sahip düşüncelerden de mutlaka yararlanmaya ihtiyaç vardır. Yani, tenzilî kitapla tekvinî kitabı birlikte okuma anlayışımızı yeniden ihya etmemiz gerekiyor. İnsanın varlık özelliklerini tanımadan ona ilişkin doğru değerlendirmeler yapılamaz. İnsanı tanıma ameliyesi, onu kuşatan toplumsal gerçekliği ve içinde kendisinin de yer aldığı genel varlık dünyasını tanımayı da kapsamaktadır. Bu varlık bütünü içinde bireyin varlık özellikleri tanınmadan, onun sahip olması gereken ahlak içeriği, ahlak teorisi isabetle üretilemez; ahlak eğitimi konusunda isabetli görüş oluşturulamaz. Bu yüzden, bütün bu bireysel, toplumsal ve kevnî gerçeklikleri konu edinen psikoloji, sosyoloji, antropoloji, eğitim bilimleri gibi beşerî bilimlerin ve müspet bilimlerin çağdaş verilerinden yararlanmadan yukarıdaki soruların doğru cevaplarını bulamayız. Dolayısıyla, insanları salt Allah için severek (Buharî, İman, 9.) “kendisi” ve “başkası” ayrımını âdeta ortadan kaldırma ahlakını ortaya koyan söz konusu hadisi layıkıyla kavrayıp anlamlarını içselleştiremez, tutum ve davranışlar hâlinde gündelik hayatımıza taşıyamayız.
Nitekim, “Kişinin, kendisini karşısındakinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini anlayabilme ve ona göre davranma yeteneği” diye tanımlanan empati kavramını bu hadis-i şeriften çıkaramadık/keşfedemedik. Sonuçta, ahlaki bilgimiz içinde yer almayan bu kavramı, ahlak pratiğimize de yansıtamadık. Ahlak alanında kilit role sahip olan bu kavramın içeriğini ve empati yapma yeteneğini kazanmaya ilişkin bilgiyi başkalarından a(n)l(a)maya çabalıyoruz.
İşte İslam ahlakı konusunda öncelikle bir düşünce ve söylem sığlığı/yetersizliği ve bunun uzantısı mahiyetinde de pratik ahlak kriziyle karşı karşıya oluşumuzun (Bk. Aydın, Kasım, 2011.) altında yatan temel nedenleri sorgularken, yukarıda nitelikleri belirtilen ahlaki bilgiyi, güncel ahlaki içeriği üretememe sorununu öncelikle ele almamız gerekir.

Kaynaklar
Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma İhtiyacı, Nobel Yay. Ankara 2011.
Aydın, Muhammet Şevki, “Güzel Ahlakın Kaybı mı Kazanılmadığının Açığa Çıkması mı?” Diyanet Aylık Dergi, Kasım, 2011.
İbn Cemaa Bedruddin el-Kinanî, İslam Geleneğinde Öğretmen ve Öğrenci, Çev. M. Şevki Aydın, 2. bs.
Pieper Annemarie, Etiğe Giriş, Çev. V. Atayman-G. Sezer, İstanbul 1999.