Makale

“Hoca” olmak

“Hoca” olmak

Dr. Ali Kumaş
Ağrı/Taşlıçay Müftüsü

Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır. O anlar insanları aydınlık veya karanlık ummanlara götürebilir. İşte o anda düşünmek, istişare etmek ve karar vermek çok büyük önem taşır.
2001 yılında ilahiyat fakültesinden mezun olmuştum. Memurluk sınavıyla memleketim olan Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin Düzmahalle Camii’ne imam-hatip olarak tayinim çıktı. Kendi kendime şöyle düşünmüştüm: Acaba memleketime gidip imam-hatiplik görevine mi başlasam, yoksa İstanbul’da kalıp öğretmen mi olsam. Çünkü İstanbul’da kalmak bana daha cazip geliyordu. Büyüklerimle yaptığım istişarede derhal memleketime gidip yeni göreve başlamam gerektiği sonucu ortaya çıktı. Bunun üzerine bavulumu topladım ve İstanbul’dan da ayrılacak olmamın üzüntüsü içerisinde yola çıktım. Müftülükteki gerekli işlemlerin ardından görev yerime ulaştım.
Görev yerim olan köye gittim gitmesine de, orada hiç ummadığım bir tabloyla karşılaştım: Lojman olarak kullanacağım yer doluydu. Çünkü o yaz köyün elektrik hatlarını yenilemeye gelen yaklaşık yirmi işçi, benim kalmam gereken eve yerleştirilmişlerdi. Bu nasıl olur düşüncesiyle hemen muhtara koştum ve kendisine:
“Muhtarım! Neden benim kalacağım lojmana, benim buraya geleceğimi bile bile başkasını oturttunuz?” dedim. Muhtar yaptığı yanlışlığı biliyordu bilmesine de, başka çaresi de yoktu. Bundan dolayı bir eziklik de yaşıyordu. Başını eğdi ve çaresiz bir edayla şöyle mukabelede bulundu:
“Hocam! Ne desen haklısın. Fakat benim de başka çarem yoktu. Köyün muhtarı olarak bir çözüm bulmam gerekirdi. Siz de burada olmayınca lojmanı kendilerine verdim. Sen de bekârsın. Lojmanın bir odasını sana ayıralım. O odada kalırsın. Diğer odaları da işçiler kullansın. Böylece beraber kalırsınız ve büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oluruz. Fakat kabul etmez, illa çıkmalarını istersen biz onları oradan çıkartırız. Fakat hem onlar hem biz zor durumda kalmış oluruz.” Bu cevap üzerine aslında kızgınlığım daha da artmıştı. İlk önce şöyle cevap vermeyi düşündüm:
“Muhtarım! Bu yirmi işçinin senin evinin bir bölümünde kalmalarını nasıl karşılarsın? Bunları koskoca köyde koyacak başka bir mekân bulamadın mı? Bir çözüm bulamazsan derhal istifa eder ve çeker giderim.” Fakat diğer taraftan şöyle düşündüm:
“Ben, artık bir “Hoca”yım. Yani Hz. Peygamber’in mihrabına, ilmine mirasçı olmuş kimseyim. Yapacağım her hareket, konuşacağım her söz şahsımdan daha fazla “Hocalık” karakterini etkileyecektir. Ben böyle yaparsam muhtar benim hakkımda ve benim temsil ettiğim “Hoca” hakkında ne düşünür? Acaba muhtar, cami ve cemaatten uzaklaşır mı? Özellikle de işçiler, kendilerini apar topar kaldıkları yerden çıkartan kişi ve bu kişinin temsil ettiği “Hoca” hakkında ne düşünürler? Bu davranışım, kendilerini hocadan, camiden ve cemaatten uzaklaştırır ve hatta nefret ettirir mi?” Aslında bütün bu soruların cevabı belliydi ve olumsuz bir durum arz ediyordu.
Muhtar bana bakıyor ve bir cevap bekliyordu. Bir karar vermeliydim. Nihayetinde o kararı, zor da olsa bulmuştum. İlk önce kendi kendime: “tevekkeltü ‘alellah” yani “Allah’a güvendim” dedim ve sonra cevabımı verdim:
“Tamam, kabul ediyorum. Lojmanın bir odasını hazırlayalım. İşçilerle beraber kalayım. İnşallah bunda da bir hayır vardır.” Bu cevap üzerine muhtar teşekkür etti ve doğruca lojmanın yolunu tuttuk.
İstanbul’daki rahat ortamdan sonra, içinde yirmi kişinin bulunduğu, tuvalet ve banyonun çok uygunsuz olduğu, suların ikide bir kesildiği bir ortama yerleşmiştim. Öncelikle aynı evi paylaştığım işçilerle tanıştım ve şöyle bir neticeyle karşılaştım: İşçilerin hiçbiri namaz kılmıyordu, dinî hassasiyetleri yoktu ve namaz kılmamak için birçok gerekçeleri vardı. Durum ciddiydi, fakat onları dışlamadım, azarlamadım ve ağır bir eleştiride bulunmadım. İmkân bulduğum sürece onlarla sohbet etmeye çalıştım. Zihinlerindeki soruları cevapladım. Cami, cemaat ve namazdan uzak kalmanın hiçbir mazeretinin olmadığını kendilerine anlattım. Aramızdaki samimiyet oldukça iyi bir seviyeye ulaşmıştı.
Bir yatsı namazında bu işçilerden üçü, camiye cemaate geldi. Hatta içlerinden birisi de müezzinlik yapabiliyordu. Bu duruma çok sevindim. Fakat normal bir durum gibi bu sevincimi belli etmemeye çalıştım. Bir süre sonra artık işçilerin tümü neredeyse cemaate iştirak ediyordu. Onlarla ve çeşitli konularda sohbet ediyorduk. Ben onlardan memnundum, onlar da benden... Hatta bazen ekmek temin edememem sebebiyle bana ekmek veriyor, birçok defalar pişirdikleri yemekten ikram ediyorlardı. Daha doğrusu çaresiz kaldığım anlarda imdadıma yetişiyorlardı. Üç ay sonra işçiler işlerini bitirdiler, helalleşip vedalaştık ve köyden ayrıldılar.
Başta aynı evi paylaşmak istemediğim bu işçilerin gitmesine de doğrusu üzüldüm. Artık evde tek başıma kalmıştım. Başımı iki elimin arasına alıp şöyle düşündüm: “Bu yirmi kişiden on beşinin namaz kılmasına vesile oldum. Camiye cemaate alışmalarını sağladım. Şayet onları evden çıkartsaydım, büyük bir ihtimalle “Hoca”dan nefret edecekler, cami ve cemaatten daha fazla uzaklaşacaklardı.”
Bu olaydan sonra köyde yaklaşık iki sene görev yaptım. Daha sonra Akçaabat Darıca Eğitim Merkezinde İhtisas kursuna başladım. Bu olayın üzerinden yaklaşık üç sene geçmişti. Bir gün Akçaabat’ta bir camide namazımı kıldım, dışarı çıkarken, camiden çıkan birisinin beni beklediğini fark ettim. Yanına gittim. Bir yerden gözüm ısırmıştı fakat doğrusu çıkaramamıştım. “Hocam! Tanıyamadınız herhalde.” dedi. “Ben senin vesilenle namaza başlayan ve o günden sonra bir daha ara vermeyen, Düzmahalle’de lojmanında kaldığımız elektrik işçilerindenim.” diye sözünü devam ettirdi. Kucaklaştık ve caminin önündeki çay ocağına geçtik.
Kalkmadan önce şu unutamadığım sözleri söyledi: “Hocam! Biz hâlâ senden bahsederiz. Sana dua ederiz. Bizimle üç ay lojmanını paylaştın ve hiçbir kötü sözünü duymadık. ‘Gerçek Müslümanlık böyle olmalıdır.’ diye düşünüyor ve biz de elimizden geldiğince Müslümanlığın gereğini yerine getirmeye çalışıyoruz.”
Daha sonra ayrıldık. Darıca’ya doğru yürürken şöyle düşünüyordum: “Hoca olmak! Demek böyle bir fedakârlıkta bulunmayı ve sorumluluğu yüklüyor bizlere. Bir davranışı sergilerken, bir sözü söylerken, o söz veya davranışın “Hoca” karakterine zarar verip vermeyeceğini düşünmek... Kişinin kendi şahsını düşünerek değil, “Hoca” karakterini düşünerek hareket etmek. Sözle değil, davranışlarla insanlara vaaz etmek. Gerektiği zaman da çetin fedakârlıklarda bulunabilmek...”