Makale

Dil ve göz: Söz ve imaj üzerine

Dil ve göz: Söz ve imaj üzerine

Prof. Dr. Tahsin Görgün
TDV 29 Mayıs Üniv.


Alman Filozofu Martin Heidegger 1938 yılında yayınladığı bir yazısında modern çağı, ayırıcı hususiyetlerini dikkate alarak, “imaj çağı” (Zeit des Weltbildes) olarak teşhis eder.
Günümüzde söylenen yaygın sözlerden birisi ise “image is everything” (imaj her şeydir) sözüdür. Sosyal psikolojide ve sosyal bilimlerde, hatta siyasette varlığın tanınmaya (recognition/anerkennung) irca edilmesi, insanı kendinde değerli bir varlık olmaktan çıkarıp, başkalarının gözünde sahip olduğu yerin onun varlığı ve değerini belirlediği; bunun da bir bütün içerisinde oynadığı fonksiyona irca edilmesi, bu tavrın önemli alametlerindendir. Bu yönden bütün yapısalcı ve fonksiyonalist yaklaşımların insanın varlığı ve değerini, bir yapı içerisinde üstlendiği fonksiyona irca etmeleri ve bunu da “rol” kavramı ile ifade etmeleri bununla alakalı olduğu gibi, insanın sadece görünen fiillerinin anlamlı olduğu ve insanın sadece başkalarına görünen fiillerden ibaret olduğu, dolayısı ile “ruh” gibi görülemeyen, fiillerden veya davranışlardan bağımsız bir varlıktan bahsetmenin anlamlı olmadığı düşüncesi, varlığın imaja ve dolayısı ile gözle görülene irca edilmesinin neticeleri arasındadır.
Modern dönemin varlık meselesine bakışı, varlığın bir inşa olması yönünde gerçekleştiği için, insandan bağımsız ve insanları bağlayan bir hakikat düşüncesi yavaş yavaş terk edilmiş; Seyyid Bey’in daha önceden tespit ettiği gibi hukuku da güce bağlayarak, güç sahiplerinin haklı olduğu ve bunun böyle olması gerektiğini savunan bir dünya sisteminin ortaya çıkmasını intaç etmiş; bu sebeple de bilgi meselesine bakışı, bilgiyi bir güç vasıtası olarak, sadece araç olarak, değerli kabul etmiştir.
Modern dönemin geliştirdiği sanatlara bakılacak olursa, bunların hemen hepsinin göze hitap ettiği ve hemen hepsinin, insanı bir göz olarak kavradığı; bütün bir dünyayı ise gözlenen ve gözetlenen olarak iki kısma ayırdığını söylemek mümkündür. Bütün bir sinema ve sinemaya dayalı, görüntüye dayalı alanın bu kadar yaygınlaşması; haberlerin sürekli görüntülerle desteklenerek, bunun üzerinden, daha doğrusu insanlara gözleri üzerinden tahakküm etmenin gerçekleştiği bir dünyanın ortaya çıkarıldığını söyleyebiliriz. İçinde yaşadığımız dünya biraz da “hareketli resimler” üzerinden algılanan ve bunun üzerine kurulan, sanal bir dünya haline gelmiştir.
İmaj bir resimdir; bir tasavvurdur. Tasavvur bir şeyin tasavvuru olduğu için, tasavvur edilenden çok tasavvur edene aittir. Bu sebeple bir tasavvurun tasvir ettiği hakiki bir varlık olması gerekmez. Edebiyat böylesi, aynî hakikati olmayan, Kaf Dağı, Zümrüd ü Anka Kuşu gibi mutasevver unsurlarla doludur.
Son zamanlarda imaj araştırmaları kadar “tasavvur” tabirinin geçtiği araştırmaların da epeyce yaygınlaşması, bu konuda hesabı verilmemiş bir yönelişle karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği gibi, bunun ötesinde ciddi bir kaymanın da yaşandığı söylenebilir. “Allah Tasavvuru”, “Peygamber Tasavvuru” başlığını taşıyan ve akademik çevrelerde yaygınlaşma emaresi gösteren bu tavır, Heidegger’in bahsettiği imaj ve tasavvur çağının bizdeki izleri olarak dikkatle ele alınması gereken bir tavırdır. Bu konuda özellikle dinî ilimlerle iştigal edenlerin bu gibi tabirleri kullanmalarının, ön şartları ve neticeleri itibariyle, epeyce sıkıntılı bir durum ortaya çıkardığı; bu tavrın hem hareket noktası, hem de neticeleri itibariyle, -bunu kullananlar farkında olsunlar veya olmasınlar- dinin hakikatini inkâr ile alakalı olduğunun; Cenab-ı Hakk’ı ve Hz. Peygamber’i insanlara ait ve insanların keyiflerine göre ve keyfi bir şekilde oluşturdukları bir “tasavvur” olarak varsaydığı ve kurguladığının, Hz. Peygamber’den tevatüren geleni bile zan altında bıraktığının veya en azından böylesi ciddi bir riski içinde taşıdığının farkında olmak gerekmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse imaj ve tasavvur sübjektif/indî bir yönelişi ve dünya ve varlığın nihai sahibinin, onu gören ve tasavvur eden, görüş ve şekil olarak inşa eden insana ait olduğu iddiasını işaret eder. Her bir insanın başkasında bir imajı olduğu gibi onun tasavvuru kendisine aittir. İmaj da tasavvur da nihai olarak birer kurgudur. Hakikate şu veya bu oranda uygun olabilir veya olmayabilir. İmaj ve tasavvur, varlığa insani bir kaynak arayışının hem neticesi hem de ifadesidir.
Dilin bu yönden esaslı bir farkı vardır. Dil, her ne kadar insana ait ise de sadece bir insana ait dil olamaz; dil insanlar arasıdır. Birden fazla insanın müşterek bir dili olabilir. İlginç bir şekilde yukarıda adı geçen Filozof, Heidegger, imaj veya tasavvur çağının ortaya çıkardığı sorunların üstesinden gelebilmek için dile yönelmeyi önerir. Çünkü dilde ve dil üzerinden biz hakikatle irtibat kurarız. Hakikat “dile getirilir” ve dile getirilmiş olan hakikat, insanları bağlar; hem dayanak olarak, hem de beraber yaşayan, beraber var olan insanlar olarak. İnsanlar dilde ve dil vasıtasıyla birbirlerine ulaşır; birbirleri ile dilde birlikte var olurlar.
Bütün mevcudat kadar İslam dini de bir sözle, bir emirle başlamıştır.
İnsan, klasik İslam düşüncesinde “konuşan/nâtık canlı” olarak nitelenmesi, insanı dil üzerinden tanımlamaktadır. Bu tanım, hadd-i tâmm olarak bilinmektedir.
İnsana ilk öğretilen de “isimler”dir. Bir şeyin adını bilmek, kendisini bilmenin ilk aşamasıdır. Bir işin adını koymazsanız, o şey yapılmış sayılmaz. Yapılan bir şey dile geldiği zaman, hakikat değeri kazanır. Dile getirmek kendi içinde hakikat iddiasını taşır ve bu cihetten anlamlıdır. Dil, yani konuşma, yani sohbet en azından iki taraf arasında cereyan eder. Biri dile getirir diğeri dile gelene yönelir; anlar veya anlamaz. Anladığı zaman, anlamamış gibi yapamaz. Anlamak, anlamlı bir sözü anlamak, insanın hakikatle irtibatının insani yoludur. Bu aynı zamanda insanın kendisini dil üzerinden hakikate açmasıdır. Hakikatin dil üzerinden keşfi, yepyeni inkişaflara zemin teşkil eder.
İmaj ile göz arasında önemli bir irtibat olmakla birlikte, imajı göze irca etmemek gerekir. İmaj, gözün suistimali imkânının bir yolu olarak dikkate alındığında, benzer bir durumun dil için de geçerli olduğu söylenebilir. Dil de retorikçilerin elinde kötüye kullanılabilir; bir aldatma ve aldanma vasıtası hâline getirilebilir. Dili tahkik edecek ve ortada bir kötüye kullanmanın olup olmadığını keşfedecek olan, gözdür; ancak göz, sadece zahiri bir organ olan, bedenimizin bir parçası olan göz değil, bunun ötesinde insanın “kalp gözü” olarak da nitelenen, deruni kavrama ve nüfuz kabiliyeti olarak hakiki anlamda bu tahkiki gerçekleştirebilir. İmaj, kalp gözünü ihmal ederek, sadece beden gözünü kullanmayı öngören ve sadece zahiri gözünü kullanan insanları yanıltma yolu iken, kalp gözü ile bakan insanlar sadece imaj konusunda değil, dil konusunda da tahkiki başarabilirler.
Dil insanda insani olanı ifade etmekle birlikte, -cemale matuf olarak- Cenab-ı Hakk’ın tecelligâhı olarak insan ve âlemin “ta’ayyün ettiği”ni ancak göz fark edebilir. Ancak göz, sadece insana has bir organ değildir; bu organ hemen bütün canlılarda müşterektir. Görmek, canlılara ait bir hususiyettir. Bu hali ve seviyesinde göz, algılama hususunda mecburdur. Bu mecburiyet, imaj çağını bir cebr çağı hâline getiren en önemli anahtardır. Gözü sadece bir algılama vasıtası ve organı olmaktan çıkaran anlama, insanı bu cebr asrından kurtaracak yolu da işaret eder.
İlahî esma ve sıfatın görünebilmesi için göz gerekli olduğu gibi dil ve söz, esma ve sıfatın cami tecelligâh olmakla eşref-i mahlûkât olan insanın, diğer varlıklardan ayrıldığı en önemli sıfat/imkandır. Dilde fiziki dünyada mevcut olmayan haber, soru ve emir/talep formları bulunur. Haber insanı inanmak ve inanmamak hususunda bir tercihe sevk ederken, soru, insanı arama ve araştırmaya, emir ise bir tavır almaya sevk eder. Emir, muhatapta bir ihtiyarı, bir iradeyi, itaat ve isyan imkânını öngörmektedir.
Cemâl göze hitap ettiği için güzeli ve güzelliği temsilen yüzü ifade etmektedir. İnsanın yüzü, ilahî sıfatların en önemli tecelligâhı olduğu için, cemal adını alır. Her ne kadar fiziki dünyadaki güzellik/cemal fiziki göz yoluyla algılansa da, algılananın cemal ciheti ve sözdeki güzellik ancak duyularak ve anlamına nüfuz edilerek, yani “deruni göz” yoluyla kavranabilir. Bu aynı zamanda kalp gözünün de kapısını teşkil eder. Kalp gözü, insanın bilfiil iştirak ederek kavramasının, insanın hâlindeki değişikliği ifade eder.
Demek ki cemal, sadece göz ile alakalı değildir; bütün duyu verilerinde cemal ile bir irtibat ciheti vardır. Göz kadar el de cemali algılayabilir. Hatta el, göz ile irtibat içerisinde, mevcut olan şeyleri taklit ederek ve bunun da ötesine geçerek, fiziki dünyada değişiklikler yapar; sanat ve zenaatler, binalar ve mahalleler; şehirler böylece oluşur. İnsan, cemale yönelerek, muktedir olur. Çünkü cemâl, insanı harekete geçiren en önemli saiktir.
El, Arapçada kullanıldığı haliyle “yed”, gücü ifade ettiği gibi, güç, tatbik edildiği mevzu ve mevkide fiziki bir değişikliği ortaya çıkarır. Bu sebeple el, fiziki gücü ifade etmesi açısından, insanın ayırıcı hususiyeti olanı ifade etmez; aksine “tabii” ve “gayriinsani” olanı ifade eder. İnsandaki bu “gücü” bir sanat aleti haline getiren akıldır ki, klasik dilde “nutuk” kabiliyeti tam da bunu ifade eder. Nutuk, yani düşünme ve konuşma, akıl ve fikir, eli bir sanat aleti haline getirir. Ancak akıl ve fikir kadar göz de, alet yapabilmenin ön şartıdır.
İmaj, insan tarafından oluşturulan bir şey olduğuna göre, insan kudretinin müteallakı olarak varlık ve anlam kazanır. Bu sebeple de imajı oluşturanlar, imajın nasıl kullanılacağına da karar verdikleri için, onu araçsallaştırırlar. İmaj ile imajı oluşturan arasında tek yönlü cebri bir ilişki vardır. Resim hakikat iddiası ile muhatabı bir oldu bittiye getirir. Konuşmada ise mütekellim kadar muhatap da işin içindedir; her ikisini de dil bağlar. Dil, konuşanı da muhatabı da önceleyerek, aralarındaki iletişimi, onları kendisine uymaya zorlayarak mümkün kılar. İmajların üretimi ve kullanımındaki keyfilik dilde mevcut değildir; dil, keyfiliği aşmanın ilk ve en önemli yoludur.
İslam dini, peygamberi olan bir dindir. Hz. Peygamber lisani bir vahiy getirmiştir. Bütün bir İslam toplumu ve İslam medeniyeti, bu lisani müdahalenin ortaya çıkardığı düzen ve değişiklikleri ifade eder. Hristiyanlık enkarnasyon/tecessüm fikrine bağlı olarak, resme ve imaja, resim ve imajların yorumuna bağlı olarak gelişmiştir. İslam medeniyetinde dil, Hristiyan dünyasında ise resim esas iletişim vasıtasıdır. Resmin ve imajın modern dönemde kazandığı yeni anlam, aslında Hristiyanlık ile de alakalıdır.
Modern dönemde insanlık hayatı tek boyutlu, özellikle de, resimler üzerinden ve gözüyle yaşamaya yöneldi. Göz, insanın dünya ile irtibatının en önemli, belki bu cihetten yegâne aracı olarak kavrandı; bunun üzerinden imajlardan oluşan, hareketli resimlerin canlı tuttuğu, imajiner bir dünya inşa edildi. Şimdi birçok düşünür dili fark edip, dil üzerinden, insanların hakikati keşfederek inkişaf ettirmelerinin yollarını aramaktadır. Bu yolun mümkün olduğunu ve bu imkânın nasıl gerçek haline geldiğini geçmişte buna yönelenler gösterdiler. Günümüz ve gelecek, günümüzde ve gelecekte insanın ayırıcı hususiyeti olan dil ile irtibatı içinde nasıl yürüyeceğini izhar etmenin neticeleri tarafından belirlenecektir.