Makale

Öz'ün tercümanı söz

Öz’ün tercümanı
Söz
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Söz, insanoğlunun en temel iletişim aracıdır. İnsan gerek hem cinslerine karşı duygu ve düşüncelerini, gerekse Yaratanına karşı dua ve niyazlarını sözle ifade ede gelmiştir. Bu yüzden insanlık tarihinde sözün ayrı bir yeri vardır.
Sözün olduğu yerde bir söyleyen, bir de dinleyen vardır. Söyleyenin ifade gücü söze kuvvet verdiği gibi, dinleyenin idrak kabiliyeti de sözün değerini yükseltir. Hz. Musa’nın sözünün gücünü arttırmak için dilindeki düğümlerin çözülmesini istemesi ve ardından Harun’la teyit edilmeyi talep etmesi çok anlamlıdır. (Bkz. Tâha, 20/27-31.)
Kişi, bir mana beyan etmek, bir hususu anlatmak, bir problem ve teori ortaya koymak isterse önce derdini anlatacak bir söz, ardından ise söylediklerini anlayacak akıllı ve seviyeli bir insan arar. Çünkü sözün değerini arttıran, sözü doğru anlayacak muhataptır. Bu yüzdendir ki bütün peygamberler ve fikir önderleri sözü doğru ifade edebilmek kadar doğru anlayacak insan hasreti içinde olmuşlardır. Hz. İsa’nın: “Allah’a giden yolda kim bana yardımcı olur?” (Âl-i İmrân, 3/52.) çağrısı, sözüne kuvvet ve destek için bir arayıştır. Hz. Mevlana’nın Hüsameddin Çelebi’ye hitaben: “Ben bu söylediklerimi senin idrakine göre söylüyorum ve bu âlemden sözü doğru anlayan insan hasretiyle gidiyorum.” (Şefik Can, Mesnevi Tercümesi, III, b. 2098.) şeklindeki tazallüm/yakınması da bu türden bir feryattır.
Sözün değeri, manasında ve söyleyenin gönül dünyasındaki derinliğinde saklıdır. Çünkü söz, kalbin tercümanı olan dilin terennümüdür. Duygunun kaynağı olan kalp ve onun tercümanı konumundaki dil, sözün değerini belirler. Nitekim Zemahşerî’nin tefsirinde naklettiği şu hâdise kalp ve dil ilişkisini hikmetle ne güzel anlatmaktadır:
Rivayete göre Davud (a.s.), Lokman Hekim’den bir koyun keserek en iyi iki parçasını kendisine getirmesini ister. Lokman Hekim ona kestiği koyunun dil ve yüreğini götürür. Aradan birkaç gün geçince Davud (a.s.) yine Lokman Hekim’den bir koyun keserek bu sefer en kötü iki parçasını ister. Lokman Hekim yine ona koyunun dil ve yüreğini götürür. Davud (a.s.) bunun hikmetini sorunca Lokman Hekim şöyle cevap verir: “Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa da daha kötüsü bulunmaz.” (Zemahşerî, Keşşâf, V, 18.)
Söz, anlamayana değil, anlayana söylenir. Hatta “sözün uzunu ahmağa söylenir” derler. Sözü kısa söylemek istiyorsanız, anlayan bulacaksınız. Zira leb demeden leblebiyi anlayan için uzun söze hacet yoktur. Arife işaret kâfidir; arif olana beden dili, yüz ifadesi, göz ve kaş hareketi bile yeterlidir.
Sözü anlamayan ya da yanlış anlayanla işiniz zordur. Çünkü “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Bütün mesele sözü doğru söyleyecek ve söyleneni doğru anlayacak insan bulmaktadır. Bu, insanlığın hasretidir.
Namık Kemal için şöyle bir hikâye anlatırlar. Rivayete göre, Magosa’da zindandayken Namık Kemal’in yanına birini verirler. Üstat, şiirler yazar ve yazdıklarını o zindan arkadaşına okurmuş. O da bu şiirleri ağlayarak dinlermiş. Namık Kemal bu durumdan çok etkilenerek kendi kendine: “Ne kadar duygulu ve hassas insan” dermiş. Hatta dışarıdaki bir arkadaşına şu mealde bir mektup yazmış: “Zindandayım ama çok mutluyum. Çünkü burada beni anlayan birine rastladım. Ben söylüyorum o ağlıyor, o ağlıyor ben söylüyorum.”
Namık Kemal bir gün zindandaki arkadaşına: “Ben şiirlerimi okuyup konuştukça sen hep ağlıyorsun. Neler hissediyorsun bana anlatır mısın?” diye sorar. Zindan arkadaşı Namık Kemal’e: “Sen yazdıklarını okudukça sakalın sallanıyor. Ben de sakalın sallandıkça köyümdeki keçimi hatırlıyorum. Onu çok severdim” diye karşılık verir. Namık Kemal bu cevap karşısında yıkılır. Çünkü ne sandı, ne buldu?
Sözü anlayabilmek için göz ve kulaktan çok kalp ve gönül lâzım. Hz. Ali (r.a.)’ye isnat edilen şöyle bir söz vardır: “Kalpten çıkan söz, kalbe ulaşır. Ağızdan çıkan söz, kulak duvarını aşamaz.” Bir söz gönülden çıkıyorsa mutlaka adresine, kalbe ulaşır. Sözün tesirli olabilmesi aynı zamanda karakter ve şahsiyette model olmakla irtibatlıdır. Bir söz ağızdan çıkıyor ise kulak duvarını aşamaz. Söyleyen de önemli, dinleyen de. Söyleyenin gönülden ve samimiyetle söylemesi, dinleyenin de gönülden kulak vermesi son derece mühim. Nitekim Eşrefoğlu Rumî der ki:
Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin.
İnsanoğlu kendisini nasıl biliyorsa karşısındakini de öyle zanneder; sözü gönlündeki duygulara göre algılar ve yorumlar. O yüzden herkese anlayabileceği sözleri söylemek ve layık olduğu muameleyi yapmak İslami hassasiyettendir. Kılıç kullanılacak yerde ihsan; ihsan edilecek yerde kılıç olmaz. Kerim olana kerem, leim/kötü olana levm/kınama yaraşır. Nezaketten anlayana nezaketle muamele etmek edep gereğidir. Ama nezaketten anlamayan, tedip isteyene de tedip göstermek gerekir. Ziya Paşa’nın Terkîb-i Bend’inde dediği gibi:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr,
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Allah Teala, Firavun’a karşı bile yumuşak söz söylemenin önemine dikkat çeker. Bu bir çelişki değil, belki diplomasidir. Musa ve Harun (a.s.)’u, Firavun’a, inkârdan vazgeçirmek üzere gönderdiğinde buyurur ki: “Sen ve kardeşin, ayetlerimle Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya haşyet duyar.” (Tâhâ, 20/42.)
Yumuşak söz söylemenin, hüsnümuamelenin beşeri münasebetlerde büyük etkisi vardır. Gönüller için, yumuşak söz kadar tesirli ve kurtarıcı başka bir şey yoktur. En öfkeli insana hilm ile yaklaştığınız zaman yumuşadığını görürsünüz. Onun için Allah Teala Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, buyurmaktadır.
Şairin sözünün değerini şair olanlar anlar. “Şairi mutlu eden şiirden, sözden anlayanların alkışlaması; yıkan ise şiirden anlamayanların alkışlayıp, anlayanların susmasıdır.” Şiirden anlayan şiir karşısında susar, söz söylemez, buna mukabil anlamayanlar alkışlarsa şair: “Eyvah! Ben, bu işi becerememişim” der. Şiiri, ancak şair olan anlar ve takdir eder.
Hatibi konuşturan muhatabıdır. Ehlüllahın: “Ne kadar alıcıysanız, o kadar satıcıyım” sözü bu anlamdadır. Hatibin söyledikleri, muhatabının kulağına, yüreğine ve kalbine ne kadar ulaşıyorsa, o kadar ilgisini çeker. Dinleyenin ilgi ve dikkati hatibi coşturur. “Söz göze verilir” ifadesi muhatabın gözündeki canlılığın hatibi ateşleyeceğini anlatır. Dinleyende kabiliyet yoksa yapılacak bir şey yok. Bu manada Şeyhülislam Yahya Efendi’ye nispet edilen şöyle bir beyit vardır:
Bilmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye
Söyletir mi yok cihanda, bilmeziz söyler mi yok?
Tûtî/papağan gibi söz söyleyecek birini bilmiyoruz? Acaba söyleten mi yok, yoksa dinleyicilerde mi bir kusur var?
Her işi ehlinden sormak ya da ehline söylemek lazımdır. Ehil olmayan kimselere sorduğunuz ve onların izahlarına kandığınız zaman yeterli cevabı bulamazsınız. Anlamayana söylediğiniz şeylerde de zorlanırsınız. Bu yüzden aynı dili konuşan ve anlayan insana ihtiyaç vardır. Nitekim Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir Türk, bir Arap, bir Acem ve bir de Rum birlikte yolculuk ederlerken birisi kendilerine “bununla bir şeyler alırsınız” diyerek bir miktar para verir. Dört adam ve dördünün dili de ayrı. İhtilafa düşerler. Fars olan der ki:
– Bu parayla "engür" alalım. Türk der ki:
– Olmaz "üzüm" alalım. Arap der ki:
– Olmaz "ineb" alalım. Rum olan ise:
– "İstafil" alalım, der.
Birbirlerinin dilini, sözlerini, konuştuklarını anlayamadıklarından her kafadan ayrı bir ses çıkar. Herkes kendi istediğinin olmasını ister, birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Nihayet erbab-ı lisan birini bulurlar. Derler ki:
– Bizim problemimizi çöz, anlaşamıyoruz. Birisi bize para verdi. Onunla ne alacağımız konusunda bir karara varamıyoruz.
Dört dili bilen adam hepsine tek tek sorar:
– Sen ne istiyorsun?
– Engür.
– Sen ne istiyorsun?
– Üzüm.
– Sen ne istiyorsun?
– İneb.
– Sen ne istiyorsun?
– İstafil.
Bu durumu gören erbab-ı lisan:
– Siz dördünüz de aynı şeyi istiyorsunuz. Çünkü Farsça engür, Arapça ineb, Rumca istafil hepsi Türkçe üzüm demek. Dilleriniz farklı, aynı dili konuşmuyorsunuz. O yüzden anlaşamıyorsunuz, aynı dili konuştuğunuz zaman anlaştınız, hepinizin isteği meğer aynıymış, der. (Mesnevî, II, b. 3681-3691.)
Bir adam düşünün ki yüz dil biliyor. Karşısında ise onun bildiği yüz dilden birini bile bilen yok. O insanın, onlara derdini anlatması; ifade-i meram etmesi ne kadar zordur. Bildiğiniz dili bilen varsa o işe yarar, onun anlamadıklarını siz tamamlarsınız. Ama bildiğiniz bütün diller karşınızdakinin meçhulü ise, siz lal ü ebkem kalmaya mahkûmsunuz. Nitekim şu Temel hikâyesi bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir:
Temel ile Dursun Sultanahmet parkında oturmaktadırlar. Bu sırada yanlarına bir turist grubu sokulur ve ifade-i meram için İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ya da İspanyolca bilip bilmediklerini sorarlar. Onlar da pek tabii bilmediklerini ifade ederler. Bunun üzerine Dursun, Temel’e dönerek: “Ula Temel, yirminci asrı pitirdük, yirmi birinci asra girdük. Artık bir yabancı dil öğrenmemiz lazım da…” der. Temel de gayet serinkanlı şu cevabı verir: “Adam peş dil biliy, derdini anlatamadı da sen pi dille mi anlatacasun oni.” Doğru, karşınızdaki bilmeyince sizin bilmenizin anlamı yok.
Söz söylemek, aslında ifade-i meram etmek kadar, zaaf ve kabiliyetlerin ortaya çıkması demektir. Çünkü söz ve konuşma kişinin irfanını ya da noksanını ortaya koyar. O yüzden ehliirfan söz söylemeyi beceremeyenlere sükûtu tavsiye ederler:
Biliyorsan konuş, ibret alsınlar
Bilmiyorsan sus, adam sansınlar.
Bunlar bizim irfan mektebimizin ve söz medeniyetimizin incileridir. Bilen insanların bilgilerini başkalarıyla paylaşması, bilmeyenlerin de sükût ile kendi kariyerlerini muhafazası noktasında güzel nasihatlerdir. Güzel konuşmak aslında susmayı öğrenmeye bağlıdır. Allah Teala çok dinleyip az konuşması için insana iki kulak, bir ağız vermiştir.
Her söz herkese söylenmez. Çünkü söz ok gibidir, ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. Kişi, sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra sözüne mahkûm olur.
Söylenecek sözün yerini ve mahallini bilmek de önemlidir. Sözü yerinde kullanmanın adı belagat, güzel söylemenin adı ise fesahattir. Konuşmanın hem beliğ hem de fasih olması için lafız ve manasının düzgün olduğu kadar yerinde olması gerekir. Yerinde söylenen söz çok ciddi tesirler icra eder. Bu manada sözün güç ve etkisini Yunus’umuz ne güzel dillendirir:
Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı
Söz ola âğulu aşı / Yağ ile bal ede bir söz.
Önemli olan her sözü her yerde değil, anlayanların bulunduğu yerde söylemektir. Anlamayanların ya da halden anlayanların meclisinde bazen susmak bile en iyi hitabettir. Özellikle dinleyende kabiliyet olmadığı zamanlarda susmak, konuşmaktan daha iyidir. Çünkü anlamayanlara söylenen söz ayağa düşer; kadr u kıymeti bilinmez. Farsçada bu manada şöyle bir şiir vardır:
Her sözün vakti, her nüktenin yeri var,
Dilsizlerin dilinden ancak anaları anlar.
Sözün yükselmesi için hem konuşanın, hem de dinleyenlerin seviyesinin yükselmesi lâzım. Seviye ne kadar yükselirse konuşulacak kelimeler, söylenecek sözler de o kadar artar. Kelime sayısının artması kültür seviyesini ve gelişmişliği; azalması da fakirlik ve kısırlığı gösterir. Dolayısıyla sözü ve dili geliştirmek, kültür ve birikimi geliştirmek demektir.
Kişinin kalite ve özü, dil ve sözünün altında saklıdır. Konuşma ve sözü edepli olanın gönül dünyası da edeplidir. Kur’an’a muhatap olan insanın, Kur’an ahlakıyla ve Hz. Peygamber’in hayatıyla şekillenmesi, sözünü de, özünü de değerli kılar. Öz değerlendikçe, söz de kıymet bulur. Çünkü söz, özün tercümanıdır.