Makale

Hikmetinden Sual etmek

Hikmetinden sual etmek


Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Hikmet, varlık ve olaylarla ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, deruni bir seziş ve idrakin adıdır. Hikmet ilimden farklıdır. İlim kitap okumak ya da muallim/hoca vasıtasıyla elde edilen bilgidir. Hikmet ise olayların arka planını kavramak için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır.
İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam eder. Hikmeti bulan hikmetle bakmaya, hikmetle konuşmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Doğrudan hikmeti bulamayan da bu konuda aczini itiraf eder. Nitekim Türkçede kullandığımız: “Hikmetinden sual olunmaz” sözü, hikmet arayışında acze düştüğümüzde yapacağımız bir itiraftır. İnsan olayların ve varlık âleminin gidişatındaki hikmetler konusunda verilecek cevap bulamazsa: “Hikmetinden sual olunmaz” diyerek külli iradeye teslim olur ki bu da bir hikmettir.
Hikmeti kavramak için tezkiye ve manevi arınmaya ihtiyaç vardır. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de sevgili Peygamberimiz’i takdim ederken şöyle buyurur: “Size kendi içinizden ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran/tezkiye, size kitabı ve hikmeti talim ederek bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) Bu ayette ince manalar saklıdır. Ayetteki hikmet sözde ve özde isabetli davranmaktır. Bu vasfı taşıyan kimse hakîm olarak isimlendirilir.
İnsanda fıtri olan hikmet arayışı varlık ve olayları sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Bu ayet hikmet arayışının yolunu şöyle öğretmektedir:
Önce kevni ayetleri okumak için insanın kendinden başlayarak topyekûn kâinat kitabını ibretle incelemesi; bakmaktan çok görmeye ve anlamaya çalışması,
Kendini okuyup zaaf ve kusurlarını gördükçe arınma çabası içinde olması ve başkalarıyla iletişimde farkındalık bilincine ermesi,
İbretle okunan kâinat ayetlerinin ardından tezkiye duygusuna ererek bu duyguyla kitabı okuması,
Hem kevni kitabı, hem kelami kitabı okurken hikmeti yakalamaya çalışması.
Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehlidil insanlar sürekli hikmet arayışı içerisindedir.
Hikmet arama kaygısı kişiyi cehalet, hamlık ve hatadan uzak tutan bir haslettir. Hikmet bir bakıma ibret alma, basiret nazarıyla bakma anlamına gelir. Allah Teala: “Hikmeti dilediğine verdiğini, kime de hikmet verildiyse büyük bir hayra mazhar olacağını, akıl sahiplerinin düşünüp ibret alacaklarını” (Bakara, 2/269.) haber vermektedir.
İnsanlığın henüz bilip hizmete sokamadığı, göklerde ve yerde nice hazineler bulunduğu gibi sebep, sonuç ve hikmetlerini kavrayamadığı nice olaylar vardır. Allah bunları bilir ve zamanı geldiğinde insanlığın istifadesine sunar, sebep ve hikmetlerini insanlara ızhar eder. Meydana gelen olaylar, hadiseler, korku ve dehşet veren afetler tabiatın değil, hakim olan Allah’ın kudretinin asarıdır. Allah hikmeti gereği onları birtakım kurallar çerçevesinde sevk ve icra etmektedir.
Sayısız olaylar, sınırsız âlem ve uçsuz bucaksız kâinat aslında Allah’ın sonsuz kudretinin bir tezahürüdür. İnsanoğlu bu âlemden yine O’nun müsaade ettiği ölçülerde istifade edebilmekte; O’na karşı gelme noktasında sürekli uyarılmaktadır. Nitekim Allah Rasulü (s.a.s.) hikmetin yolunun Allah korkusundan geçtiğini, “hikmetin başı Allah korkusudur.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 37; Vâkıdî, III, 1016-1017; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14; Bkz. Keşfu’l-hafâ, I, 421.) hadisi ile ifade buyurmaktadır. Hikmetin başı Allah korkusu olduğuna göre hikmete ermenin yolu da her anını kulluk bilinciyle yaşamak, her an ilahî kameranın altında olduğu idrakinde bulunmaktır.
Nefsani duygulardan sıyrılamayan, kendini aşamayan, öfkesini kontrol edemeyen, duygularını yenemeyen insandan hikmet ummak tekeden süt çıkmasını beklemek gibidir. Hikmete ermek, nefsin arındırılmasına, yeme ve içmenin eksiltilmesine bağlıdır: Nitekim Şeyh Sa’dî bunu şöyle ifade eder:
Midesine düşkün olanlar habersizdirler
Dolu midenin hikmetten boş olduğundan.
Gönül gözünün açılabilmesi için taat, ibadet, kulluk ve irfan lazımdır. Gönül gözü kendiliğinden açılmaz. İrfan ve hikmet, muhabbet ve ibadetle beraber olduğu zaman gerçekleşir. Muhabbet olmadan sadece ibadet yetmez; ibadet olmadan sadece muhabbet yetmez. İbadet ve muhabbet birlikte olduğu zaman irfan, idrak olur; fehm açılır. Dil ve dudaktan irfan ve hikmetli sözler dökülmeye başlar. Nitekim bir hadis-i şerifte buyrulur: “Kim kırk gün süreyle ihlas ile kulluk ederse Allah o kişinin kalbinden lisanına hikmet pınarları akıtır.”


Sözde ve özdeki hikmet gönül gözüyle hayatı okumaya ve anlamlandırmaya bağlıdır. Bakmak ile görmek ayrı ayrı şeylerdir. Her bakanın gördüğü söylenemez. Hikmet ehlidir ki baktığını görür, gördüğünü anlar ve anladığını yaşar. Kur’an Peygamberimiz’i halkı hikmetle Hakk’a davete yönlendirmektedir: “(Rasulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (en-Nahl, 16/125.)
Hikmetle konuşmanın yollarından biri hikmetli hikâye ve kıssalardan yararlanmaktır. Kur’an’ın da uyguladığı bu metot, irşat ehlinin sıklıkla kullandığı yöntemdir. Hz. Mevlana pek çok konuyu öğüt ve vaaz üslubuyla anlatmak yerine ibretli ve hikmetli kıssalarla sunmayı tercih etmiştir.
Gönül gözünün açılarak dilden hikmet pınarlarının akmasının ilk adımı tövbedir. Nitekim Mevlana, Kur’an-ı Kerim’deki: “Ey iman edenler! Allah’a tövbe-i nasuh ile tövbe edin.” (Tahrîm, 66/8.) ayetinde geçen “nasuh” kelimesini lügat manası olan halis, samimi ve içten bir tövbe, günaha dönüşü olmayan bir tövbe olarak yorumlamakta ve onu bir olayla perçinlemektedir.
Mevlana’ya göre memeden çıkan süt nasıl bir daha memeye geri giremezse, nasuh tövbesiyle tövbe eden de günahı bir daha aklına getirmez. Kendini ve yaptığını beğenmek şöyle dursun yaptıklarından ve kusurlarından nefreti artar. Aslında günahtan nefret, tövbenin kabulünün işaretidir. Nasuh tövbesiyle tövbe edende günah işleme isteği tatsız bir hâle gelip nefrete dönüşür. Nasıl mecazi aşk, daha güçlü olan ilahî aşk ile izale olursa, günah sevgisi de günahtan nefretle izale olur. Mevlana nasuh tövbesiyle ilgili hikâyeyi hikmetli bir biçimde, psikolojik yorumlar yaparak ve insan gerçeğini gözler önüne sererek anlatır:
Nasuh, kadınlar hamamında tellaklık yaparak geçinen tüysüz, parlak yüzlü genç bir oğlandır. Yıllarca erkekliğini gizleyerek azgın nefsinin esiri olmuştu. Zaman zaman yaptığından pişmanlık duymuşsa da kâfir nefsi ona tövbesini bozdurarak yeniden bu işe bulaştırmıştı. Yaptığı iş nefsinin hoşuna gitse de vicdanı bundan rahatsız olduğundan bir gün bir arifin yanına gitti ve bu işten kurtulmak için dua talep etti. Fakat yine de nefsi onu bırakmadı. Bir gün Nasuh hamamda mesleğini icra ederken devrin padişahının hamama gelen kızının değerli bir incisi kayboldu.
Görevliler hamamın kapısını tuttular ve herkesin eşyasını, bohçasını didik didik aradılar. Fakat ne mümkün… İnci bulunamamıştı. Eşyaların içinde ve görülen yerde bulunamayan incinin kadınların üstünde ve bedenlerinde aranmasına karar verildi. İşte o zaman Nasuh’u bir ateş bastı. Çünkü erkek olduğu ortaya çıkacak ve helâk olacaktı. Üstelik bazıları en çok ondan şüpheleniyorlardı. Çünkü padişahın kızına tellaklık hizmeti yapan oydu. İnsanlar padişahın kızına yakınlığı sebebiyle bunu açıkça söyleyemediler.
Arama sırası Nasuh’a doğru yaklaşmaktaydı. Tam o sırada Nasuh bütün sıkıntıları izale eden, gönülleri ferahlatan yüce kudrete bin bir nedamet ve pişmanlık duygusuyla ve gönülden iltica ile sığındı. Öylesine bir coşku ve acz ile iltica etmişti ki nefesi boğazında düğümlenmiş, benzi sararmış ve baygın düşmüştü. Birden bir sada duyuldu: “İşte kaybolan inci!” İnci bir yerden bulunmuştu. Hüzün gitmiş, yerini sevinç çığlıkları doldurmuştu.
Nasuh tekrar kendine geldi herkes ondan helallik diliyordu: “Hakkında suizan ettik” diyordu. O ise bütün bunlara aldırmadan hikmetle hamd makamındaydı. Padişahın kızı kendisini keselemek üzere davet ettiyse de o hikmetle diyordu ki: “Ben öyle halisane tövbe ettim ki canım tenimden ayrılmadıkça tövbemi bozmam.” Nasuh’un pişmanlıkla yaptığı bu tövbe, samimi ve dönüşü olmayan tövbeler için âdeta alem oldu.
İşte Mevlana’nın anlattığı bu hikâyede olduğu gibi, doğru ve güzel bilgiyi insanlara kabulde zorlanmayacakları şekilde anlatmak hikmet gereğidir. Bu yüzden Mevlana gibi şahsiyetler muhataplarına bir şey anlatırken hikmetli söz ve olaylardan hareketle işe başlamaktadırlar. Çünkü bu tür hikâyeler, şekeri farklı meyvelerin içinde ayrı bir lezzetle yemeğe benzer. İnsanın ihtiyacı glikozdur. Ama bunu toz şeker olarak yemekle, bal ya da meyve içindeki şeker halinde yemek arasında fark vardır. Hikâyeyle anlatılan hikmetli gerçekler dinleyiciler için baldaki ve meyvedeki şeker tadındadır.
İslam irfan geleneğinde önemli yeri bulunan Ahmed Yesevî (ö.1162), Mevlana (ö.1273) ve Yunus Emre (ö.1321) gibi şahsiyetler, anlatımlarındaki hikmetli sözleriyle yaşadığı dönemdeki insanları olduğu gibi günümüz insanlarını da etkilemektedirler. Bu gönül ehli insanların yazmış oldukları hikmet dolu eserler, günümüze yazılmış bir mektup niteliğindedir. Okuyan insanlar her zaman âdeta bu mektubun kendileri için özel olarak yazıldığı duygusuna kapılmaktadırlar.
Özellikle Gazzalî (ö.1111)’nin İhyâ’sı, Mevlana’nın Mesnevî’si, Ferîdüddin Attâr (ö.1229)’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sı, Şeyh Sa’di Şirâzî (ö.1292)’nin Bostan ve Gülistan’ı, İbn Atâullah el-İskenderî (ö.1309)’nin Hikem’i, Yazıcızoğlu Mehmed Efendi (ö.1453)’nin Muhammediyye’si, Yazıcızâde Ahmed Bîcan (ö.1466)’ın Envârü’l-âşıkîn’i, Eşrefoğlu (ö.1470)’nun Müzekki’n-nüfûs’u, Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780)’nın Mârifetnâme’si, içinde hikmetli söz ve kıssaların bulunduğu önemli eserlerdir. Bugün bunların yeniden gündemimize düşmesi hikmet hazinelerinin anahtarına ulaşmak demektir.
En doğrusu ve ideal olan, ferdî tecrübelerle hikmeti yaşamak ve hikmet konuşmaktır. Ancak bunu kaç kişi başarabilir ki… Öyleyse bunu başaramayan bizlerin ve çağımız insanı meslektaşlarımızın hikmetle konuşmalarının yolu, hikmet kaynağı eserlerden yararlanmak, kendilerine, dinleyicilerine ve okuyucularına böylece bir hikmet penceresi açmaktan geçmektedir.