Makale

Ecdadımızda Hz. Peygamber'e duyulan sevgi

Ecdadımızda Hz. Peygamber’e duyulan sevgi

Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Rasulüllah Efendimiz’in peygamber olarak gönderilişinden bahsederken; “Andolsun Allah müminlere, kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran, 3/164.) buyurmaktadır.
Ecdadımız öteden beri bu ve benzeri ayetlerin ilhamıyla, Rahmet Peygamberi’nin ümmetinden olmayı en büyük lütuf bilmiş, onun muhabbetini her daim gönüllerinde yaşatmış ve bu sevgiyi her vesile ile izhar etmişlerdir. Yine Yüce Kitabımızda, Allah’ı sevmenin ve O’na itaatin en önemli yolunun peygamberimizi sevme ve ona bağlılık olduğu dile getirilir. (Al-i İmran, 31.) Asr-ı saadetten bugüne değin müminler bu ilahî çağrıya sadece kulak vermekle kalmamışlar, gönüllerini de bu sevgiye adamışlardır. Ecdadımızda da bu inanç ve muhabbetin en müstesna örneklerini müşahede ederiz. Tarihin sayfalarında kısa bir gezintiye çıktığımızda milletimizin peygamber sevgisini isimlerine, hayatlarına, düşünce ve davranışlarına, edebiyat, şiir, musiki ve sanat eserlerine nasıl nakşettiklerini hayranlıkla izleriz.
Pertevniyal Valide Sultan’a atfedilen o muhteşem beyitte ne güzel dile getirilmiştir bu sevda:
“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl”
Muhabbetin en içten, en berrak olanını hepimiz o Kutlu Nebiden öğrendik ve ona besledik en samimi muhabbetimizi. Bir ibadet neşvesiyle anıldı mübarek ismi salat u selamlarla. Zira Yüce Mevlamız; “Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.” (Ahzab, 33/56.) buyurarak bunu müminlere emreylemiştir.
Ezan-ı Muhammedi, saba, rast, hicaz, uşşak, segâh, neva ve gönül telini titreten daha nice makamlarla okunmuştur bu topraklarda. Ecdat, Efendimiz’in adını andıklarında ya da işittiklerinde sadece salavat getirmekle yetinmeyip, ellerini göğüslerinin üzerine koymuş, âdeta hal diliyle; “Senin makamın gönüllerimizdir.” demek istemişlerdir. Mevlid-i Nebi’nin veladet bahrinde; “Doğdu ol saatte ol Sultan-ı din / Nura gark oldu semavat u zemin” kısmı okunurken oturmayı edebe muğayir görmüş, sanki Rasulüllah’ın manevi şahsiyetleri meclisi teşrif edercesine onun kudümünü ayakta karşılamışlardır. Ne güzel dile getirmiştir Aziz Mahmud Hüdai hazretleri bu kudüme duyduğumuz minnettarlığı: “Kudümün rahmet u zevk u safadır Ya Rasulellah / Zuhurun derd-i uşşaka devadır Ya Rasulellah.”
Peygamber Efendimiz’in ismini çocuklarına vermeyi şeref ittihaz eyleyen milletimiz, bunu yaparken “Muhammed” yerine “Mehmed” demeyi bir edep nişanesi olarak tercih etmiştir. Rasulüllah’a muhabbet ve bağlılığın bir ifadesi olarak erkek çocuklarına, Ahmet, Mahmut, Mustafa, Ekrem, Beşir, Nezir, Yasin gibi onu çağrıştıran isimler vermişlerdir çoğu zaman. Kız çocuklarına da, Emine, Hatice, Ayşe, Fatma, Zeynep, Kübra, Betül gibi Rasulüllah Efendimiz’in annesinin, eş ve kızlarının adlarını koymuşlardır büyük bir iştiyakla. Böylece millet olarak peygamberimizin ehlibeyti / ailesi olmuşuzdur âdeta.
O güzeller güzeli Nebi’yi çiçekler âleminde güle benzetmiş, terini gül kokusu kabul etmiş ve sevdiklerimizi güllü isimlerle çağırmışızdır, Gül Nebi’nin hatırına. “Gülcan, Gülden, Güldane, Gülşen…”gibi. Elektriğin olmadığı devirlerde, gazyağı yakarak Efendimizi rahatsız etmemek için asırlarca Mescid-i Nebevi’de yanan lambanın içerisine Isparta’dan gülyağı göndermiştir ecdadımız.
Peygamber sevgisinin isimlere yansımasını sadece halkımızda değil, Osmanlı hanedanında da görürüz. Mehmet, Ahmet, Mustafa, Mahmut adını taşıyan pek çok sultan vardır. Sadece ismi değil o sevgiliye ait ne varsa Osmanlılar tarafından baş tacı edilmiş, kutsal emanet telakki edilerek, nesilden nesile muhafaza edilip aktarılmıştır. Yüce Rasulün hatırına doğup büyüdüğü, hicret edip yerleştiği, kadem bastığı topraklar mukaddes belde olarak kabul edilmiştir. Henüz Osmanlı’nın idaresine girmemişken, Sultan II. Murat mal varlığının büyük bir kısmını Haremeyn’in fukarası ile Kâbe-i Muazzama’da kelime-i tevhit çekip Kur’an okuyanlara harcanmak üzere vasiyet etmiştir. Daha sonra kurulan pek çok vakıfta Haremeyn fonu tahsis edilmiştir.
Padişahlar, devlet işlerinin aksamaması için, şeyhülislamların fetvasına dayanarak hacca gidememişler ancak Haremeyni’ş-şerifeyn’e “Surre” göndermişlerdir. Geleneksel hâle gelen bu törenlerde kafile Kur’an-ı Kerim, tekbir, tehlil ve salavatlarla uğurlanmış, kutsal beldelere nice yüklü hediyeler gönderilmiştir. Kafilenin Avrupa yakasından Asya’ya geçişte uğradığı ilk durak olan Üsküdar, Haremeyn’e hürmeten “Harem” olarak nitelendirilmiştir.
Diğer taraftan ecdadımız dini günlere ayrı bir önem vermiş ve bu günleri devlet töreniyle kutlamıştır. Bu törenlerin şüphesiz en ihtişamlısı “mevlit alay”ları olmuştur. Sarayın yanı sıra konak ve evlerde de Mevlid-i nebi törenleri düzenlenmiş, ayrıca sultan ve saray eşrafının katılımıyla Sultan Ahmet gibi selatin camilerde de büyük bir coşkuyla kutlanmıştır.
Rasulüllah Efendimiz’in tebşirine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet hazretlerinin yaptırdığı Rumeli hisarının tepeden görünüşü Efendimiz’in mübarek “Muhammed” isminin Arapça yazımı biçimindedir. Sevgi ve hürmetin böylesi karşısında hayretler içinde kalmamak, bu muhabbete imrenmemek mümkün mü? Sultan fetih için yola koyulduğunda da; “Ey Muhammed, mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile / Umarım galib ola a’da-yı dine devletim” yakarışıyla Efendimiz’in hatırına Rabbimizden istimdat eylemiştir. Nicelerinin onun yerinde olmayı dilediği bu büyük sultan bakınız nasıl sesleniyor server-i enbiya Efendimiz’e: “Benim sen şah-ı mehruye kul olmağ iledir fahrim / Geda-yı dilber olmak yeğ cihanın padişahından.”
Peygamber sevgisi dediğimizde, hutbede kendisi için “Hakimü’l-Haremeyn” unvanı kullanılınca müdahale ederek, “Hadimü’l-Haremeyn” denilmesini isteyen Yavuz Sultan Selim’i anmadan olur mu? Kutsal emanetleri Topkapı sarayına getirten ve Hırka-i Saadet dairesinde 40 hafız tarafından Kur’an-ı Kerim okutulması âdetini başlatan Yavuz şöyle seslenir Şah-ı Rusül’e: “Ey Keremkânı Resul-i Kibriya / Kemterindir bu Selim-i pürhata / Dergâhından iltica eyler atâ / El- meded Ey Maden-i Nur-i Hüda.” Ne mutlu bizlere ki beş yüz küsur yıldır süregelen bu geleneği tevarüs etmişiz. Ne mutlu ki bizler, bu odanın tozunu gülsuyuna batırılmış süngerlerle alan ve bu süngerleri kutsal bir emanet imişçesine ömür boyu saklayan bir ecdadın ahfadıyız.
Hanedan’ın peygamber sevdalılarından biri de Muhibbi mahlasıyla şiirler kaleme alan, XVI. yy.a damgasını vurmuş Kanuni Sultan Süleyman’dır. O da şöyle terennüm eyler Kutlu Nebi’ye muhabbetini: “Nûr-i âlemsin bugün hem dahi mahbûb-i Hüda / Eyleme aşıkların bir lahza kapından cüdâ / Gitmesin nam-ı şerifin bu dilimden dem be dem / Dertli gönlüme devadır, can bulur ondan safâ.”
Osmanlı padişahlarının şehzadeliklerinde diğer eğitimleri yanı sıra dinî eğitimi de titizlikle aldıkları bir vakıadır. Bu vesile ile şehzadeler için bed-i besmele, Kur’an-ı Kerim ve Buharî Şerif hatmi gibi törenler düzenlenmiştir.
Kur’an sevgisiyle peygamber aşkını bütünleştirmiş olan bu sultanlar arasında, Medine’den gelen postayı bile; “Bunda peygamber şehrinin tozu vardır.” diyerek abdestsiz eline almayan ve okunurken hürmeten ayağa kalkan Sultan Abdülaziz’i de rahmetle yâd edelim. Sultan, Efendimiz’in ruhaniyetine hitaben bir mektup yazmış ve Ravza-i Mutahhara’ya konulmak üzere göndermiştir.
Mescid-i Nebevi’deki bazı sütunlara nakşedilmek üzere kaleme aldığı na’tinde III. Selim Rasulüllah’a duyduğu muhabbetini, onun hayatını örnek almak ve ahirette şefaatine ermek ümidini şöyle dile getirmiştir: “Ey Kerem mülküne Sultan-ı Kerim / Kulluğun fahr bilir şah Selim / Ey Gül ü Ravza-i Din-i İslam / Sana her demde hezârân selam”
Sultan I. Abdülhamit de Ravza’nın duvarlarına yazdırdığı Kasîdetü’l-hücriyye’sinde mealen; “Efendim! Ey Allah’ın Rasulü! Tutuver elimden. Senden başka hiçbir şeyim yok. Hiçbir kimseye de sığınamam. Sen bütün kâinatta hidayetin nurusun. Sen cömertliğin sırrısın. Ey en hayırlı güvencem!...” diyerek yakarmaktadır.
Sultanların Allah Rasulü’ne duyduğu muhabbet sevginin de ötesine geçip aşk hâlini almıştır. Tıpkı III. Ahmed’in dizelerinde dile getirdiği gibi: “Zat-ı pak-ı Mustafa’ya aşıkım / Can ile fahru’l- verâya aşıkım / Muksim-i feyz u nevâdır ol şerif / Menba-i cûd u atâya aşıkım”
Osmanlı’da Rasulümüze duyulan muhabbet hacılara hizmet olarak da tezahür etmiştir. Bunun en muhteşem örneği Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılan ve İslam coğrafyasından pek çok müminin bağışlarıyla katkıda bulunduğu Hicaz demiryoludur. Medine’ye yaklaşık 30 km.lik bir mesafe kalmıştır yolun tamamlanmasına. Sultanın fermanı ulaşır çalışanlara. “Raylara keçe döşene, Hz. Rasul’ün ve Baki’de metfun sahabenin ruhları rahatsız edilmeye.” Gülsuyu dökülür sonra keçelere ve ayak uçlarına basarak saygı ve edeple inerler ilk yolcular Medine’ye…
Millet olarak biz onun sevgisiyle na’tlar, kasideler, mevlitler kaleme aldık, hatlara onun ismini nakşettik, tezhipler onun adıyla buluşmanın şevkiyle daha bir güzelleşti ve güzelleştirdiler sahifeleri, hilyelerle mübarek şemailini resmeyledik âdeta, adını levha levha duvarlarımıza astık, aşkını gönlümüze..
Ramazan ayı geldiğinde, Yemen illerinden Medine’yi teşrif etmiş Veysel Karani hazretlerine armağan edilen hırka-i şerif’i ziyaret ettik. Ashabın Efendimiz tıraş olurken alıp, teberrüken sakladıkları ve bize kadar ulaştırılan “mûy-i şerif”leri özel sandukalarda, ipek bohçalar içinde muhafaza eyledik. Mukaddes emanetleri sarıp sarmaladık Kur’an sesleriyle. Nakş-ı kadem-i peygamberiyi, naleyni saadeti ziyaret eyledik dilimizde Sultan Ahmed Han’ın sorgucu üzerine nakşettirdiği o muhteşem şiiriyle: “N’ola tacım gibi başımda götürsem daim / Kadem-i pakini ol Hazreti Şah-ı Rusül’ün / Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür / Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün”
Mehmetçik dedik, onun askeri bildik askerimizi. Padişahlar sefere çıkmazdan 40 gün önce Rasulümüzün sancağını çıkarırlardı törenle ve yola revan olurlardı sancak-ı şerif önlerinde. Ecdat fetih ruhuyla kıtaları aşarken gayesi coğrafyasını genişletmek değil, ilay-ı kelimetullah ve ilay-ı ismi Rasulillah olmuştur. “Ezan okunmadık belde kalmasın” anlayışı vardır bu gayretin özünde. Bu yüzden fethedilen beldelerde ezan-ı Muhammedi okutulmuştur her şeyden önce.
Osmanlı’nın “cihan hâkimiyeti mefkuresi”ni besleyen ve ulu çınara hayat veren ruh Hz. Şah-ı Rusül’e duyulan muhabbet ve hürmetle şekillenmiştir. Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye nasihatinde bakınız nasıl mücessemleşmiştir bu ruh: “Benden ibret al ki bu diyara geldiğimde henüz zayıf bir bey olduğum halde Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in yolunda yürüdüğüm, onun tebliğ ettiği dini korumakta kararlı, azimli, gayretli davrandığım için, Cenab-ı Hakk’ın yüksek yardımlarına eriştim. Sen de bu gayeyi güdersen Yüce Allah sana da yardım eder…”
Rasulüllah Efendimiz’e sevgimiz sadece mevlidini kutlamakla değil ama mutlaka onu çok iyi anlamak, getirdiği mesajı benimsemek ve ömrünü adadığı değerleri hayatımıza aktarabilmekle temayüz etmelidir. Onun Yüce Rabbimiz tarafından meth ü sena edilen ahlakını örnek alabildiğimiz, merhamet, şefkat, adalet, hoşgörü, sehavet ve daha nice güzel vasıflarını kadın, erkek, genç, yaşlı toplumun her kesimiyle kendimize ilke edinebildiğimiz kısacası bizler de onun gibi bir canlı Kur’an hâline gelebildiğimizde peygambere sevgi ve bağlılığımızı daha da müşahhaslaştırmış olacağız.
Yüce Mevlamız dilimizden ve gönlümüzden Efendimiz’in sevgisini hiç eksik etmesin. Bu satırlar aracılığıyla buluştuğumuz güzide okuyucularımızla birlikte Zat-ı Risalet Penah’ın manevi huzurunda kemal-i edeple deriz ki: “Ey veladeti yeryüzünün baharı, insanlığın bayramı olan, gönüller sultanı, canda canan Yüce Rasul, sizi tanımış ve size iman etmiş olmaktan dolayı biz, erişilebilecek en büyük nimete ermenin idrakiyle Rabbimize sonsuz hamd ve sena ediyoruz. Ruhu tayyibenize gönül dolusu salat ve selam olsun. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed...”