Makale

Aile içi iletişimde temel değerler VII : Sükûnet

Aile içi iletişimde
temel değerler VII:
Sükûnet

Prof. Dr. Ertuğrul Yaman
(eyaman62@yahoo.com)

İnsanlık âlemi, çağımızdaki bunca teknolojik gelişmeye rağmen en önemli ihtiyacı olan huzur ve sükûnete ulaşmada istenilen yerde değildir. Ekonomik sıkıntılar, sağlık sorunları ve iletişim kazalarından bunalan bir kısım insanlar, farkında olmadan çağın hastalıklarına düçar oldular. Bunca patırtı, gürültü, şamata ve “dezenformasyon (bilgi kirliliği)” altında sıkışan insanlar, huzur ve sükûn limanlarına uğramaz oldular. Ağzı olanın konuştuğu, gündemlerin çok hızlı değiştiği, medyanın sınır tanımadığı böylesi bir ortamda, insanlar kime inanacağını, ne yapacağını şaşırdı. Hızlı hayat tarzı ve “fast food” beslenme alışkanlıkları, insanları, aileleri ve toplumu tehdit etmeye başladı.
Bir yandan da zaman, dayanılmaz bir hızla akıp gitmekte… Hayat, kimseyi beklemiyor. Bu doğal sürece bir de biz insanların anlamsız hız, hırs ve ihtirası karışınca ruh dünyamız hallaç pamuğu gibi atılmaya başlandı. İnanılmaz bir koşturmaca, hep telaş, hep sıkıntı… Herkesin acelesi var. “Acele işe şeytan karışır” düsturunca işlerimiz bunca aceleye rağmen rast gitmiyor. Sıkıntı ve stres çağın hastalığı hâline geldi.
Ne kendimize ne de başkalarına zaman ayırabiliyoruz. Âdeta, zaman fukarası hâline geldik. Çok düşünmek yerine, çok koşturmayı, nefes nefese kalmayı yeğler olduk. Yanlış anlamalar, kırılan kalpler, bozulan ilişkiler… Enerjimizin önemli bir kısmı, koşuşturma ve telaş yüzünden bozulan ilişkileri tamir etmekle geçiyor. Hataları düzeltmekten yeni ilişkiler kurmaya zaman bulamıyoruz çoğu kez…
Oysa çabuk öfkelenmek, bağırıp çağırmak sorunları çözmediği gibi, iletişim kapılarını da yüzümüze kapatıyor. Hemen dışlanıyoruz. İnsanlar bize mesafeli durmaya başlıyor. Negatif enerji yayan bakışlara muhatap oluyor ve yalnızlığa mahkûm ediliyoruz. Modernliğin zirvelerine tırmanma gayreti içindeki insanlık acaba neden bu amacına ulaşmakta zorlanmaktadır?
İnsanı bir ticaret metaı veya tüketici bir nesne olarak gören çağımız tasarımcıları, ne yazık ki insanın yaratılışına uygun olan gerçek ruhsal ihtiyaçlarını görmezden geldiler. Maddenin, lüks ve zevkin kutsallaştırıldığı çağımızda, insanca yaşamak için gerekli olan sevgi, saygı, hoşgörü, paylaşım, adalet duyguları karşılanmadığı için insanlığın önemli bir kısmı, stresin kucağına terk edildi. Mideleri şişen ama ruh ve gönülleri aç kalan insanlar, robotlaşma eğilimine girdiler.
İnsanlığın aradığı çözüm aslında çok uzaklarda değildi: Sükûnet. Çözümü duymak için birazcık susmak yeterliydi. Ne var ki susmak zor işti. Halbuki; konuşmak, fıtrattan; susmak kudrettendi. Bakış açımızı bir kez bunlar üzerine odaklayabilsek, gerisi çok kolay olacak. Duymadan, dinlemeden ve anlamadan hemen sonuca gidiyoruz. Çok çabuk ön yargıya kapılıyor ve sinirleniyoruz. Bu duygular bizi bitiriyor, sağlıklı kararlar veremiyoruz. Kime güvenip kime güvenemeyeceğimizi ayırt edemiyoruz.
İki cihanın serveri Hz. Muhammed (s.a.s.) “Susan kurtulmuştur.” yönünde bir uyarıda bulunmaktadır. Bu uyarı, hiç şüphesiz, huzur ve sükûnete apaçık bir davettir anlayanlara… Lokman Hekim’e “Senin hikmetin nedir?” diye sorulunca; “Ben yapmam gerekmeyen şeyi sormam, beni ilgilendirmeyen şeyin de peşine düşmem.” diye cevap vermiştir. Cahil insan karşısında kitap gibi sessiz kalmak aklın zirvesidir.
Gerektiği yerde gereğince konuşabilmek, erdemlerin başında gelir. Bir Türk atasözü “Erdemin başı dil” diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Dilini tutabilen, kendini de tutabilir. İnsan, düşüncelerine hâkim olabilir; nefsini kontrol edebilir ve kendini bilirse, sağlam bir kişilik ve karakter kazanabilir. İnsanın huzur ve saadeti; sağlık ve mutluluğu kendi içindedir. İç dünyamızdaki duygu ve düşünceler, bedenimizin de besin kaynağıdır.
İster bireysel planda, ister aile içinde, isterse toplumsal hayatta olsun en önemli ihtiyacımız sükûnettir. Bilhassa aile saadeti için en önemli iksir, aile bireylerinin bu yüce değere sahip olmalarıdır. Aile içi ilişkilerde telaş, kabalık, adaletsizlik, benbilirimcilik yerine sükûnete riayet edilse birçok sorun, kendiliğinde yok olacaktır. Aslında aynı ailede yaşasak dahi, aynı duygu, düşünce ve davranışlara sahip olmak zorunda değiliz. Üstelik anlaşamasak da uzlaşabilmeliyiz!
Daha evlilik öncesinde müstakbel eşlerin ve müstakbel dünürlerin bu kutsal birlikteliğe adım atarlarken sükûnetle, doğal hâlleriyle birbirlerini tanımaları son derece önemlidir. Evlenen çiftlerin güç gösterilerine girmek yerine sakince birbirlerini tanımaya ve anlamaya çalışmaları aile saadetinin de teminatıdır. Ailede; ardı arkası gelmeyen karı-koca tartışmaları, ebeveyn-çocuk çatışmaları, gelin-kaynana rekabeti, gelin-görümce soğukluğu, eltiler arası çekememezlikler, akraba didişmeleri hiçbir galibi olmayan amaçsız ve anlamsız mücadelelerdir.
Evet, bütün bu çekişmeler, insanlık tarihi kadar eski ve ebede kadar sürecek bir gerçekliktir. Ancak; insanoğluna verilen akıl nimeti kullanılmış olsaydı, bu anlamsız mücadelelere girmek gerekmeyebilirdi. Çünkü bu mücadelelerin temelinde çoğu zaman gerçek sebepler bulunmaz. Aklın saf dışı kalması, duyguların coşması, öfkenin kudurması, şeytana davettir. Hayatımızın en değerli ve önemli insanlarıyla didişerek, onları kırarak ve hatta bazen de kaybederek acaba ne kazanıyoruz? Duralım ve düşünelim!
“Karı-koca hafta sonu müstakil bahçeli evlerinde hoşça vakit geçirmek isterler. Yanlarına biricik mutluluk kaynakları oğullarını da alan karı-koca sabahleyin bin bir enfes çiçekle donattıkları bahçelerinde kahvaltı yaptıktan sonra, evin beyi yeni aldığı çim biçme makinesiyle bahçedeki çimleri biçmeye koyulur. Minik oğul da merakla babasını izlemektedir. O esnada evin telefonu çalar ve karı-koca birlikte açık olan dış kapıdan içeriye koşarlar. Telefon konuşmaları uzar. Bahçeye çıktıklarında, bir de ne görsünler: Minik yavruları, tıpkı babası gibi, çim biçme makinesiyle aylarca özene bezene yetiştirdikleri o güzelim çiçekleri biçmiştir. Baba, çok sinirlenir ve bağıra çağıra çocuğun üzerine yürür. Anne, eşine önüne durarak uyarır: “Hayır, yapma! Bizim görevimiz, çiçek yetiştirmek değil; çocuk yetiştirmektir.”
Diğer bütün değerler gibi sükûnetin içselleştirilmesinde de yine asli görev aile büyüklerine, anne ve babalara düşmektedir. Eşler arasında oluşan sükûnet ortamı, başta çocuklar olmak üzere bütün aileyi olumlu yönde etkileyecektir. Hırçın anne ve babaların çocukları da genellikle hırçın ve uyumsuz olmaktadırlar. Çok söz değil, doğru davranış esastır.
Bireysel planda veya aile içi iletişimde sakin, soğukkanlı ve sağduyulu insanlar, daha mutlu, huzurlu ve başarılı oluyorlar. Çünkü bu insanlar, karşıdakilere sevgiyle, saygıyla, sükûnetle yaklaşıyorlar. Karşıdakiler de ona aynı tavrı yansıtıyorlar. Doğru olan iletişim tarzı da budur. Kısacası, sükûnet; aile içinde yaşanması ve kazanılması gereken en temel değerlerimizdendir.